Traven’in “Gece Ziyaretçisi” adlı kitabında muhteşem bir öykü vardır. Adını şu anda hatırlamıyorum ama öykünün konusu yaşamındaki en büyük istek bir hindi yemek olan zavallı bir çiftçinin başına gelenleri kapsar. Bu isteğin tutkulaşmasını öyle muhteşem bir şekilde anlatır ki yazar, kahramanın adresini öğrenip ona dumanı üstünde bir hindi yollayasınız gelir. Kendinizi kahramanla özdeşleştirirken bu “et yeme tutkusunu” resmen kanıksarsınız. “Herhalde,” dersiniz “şu anda başımdan servetler yağsa ilk işim gidip iki koç kestirmek olur.”
Belki de bu tutkunun ve apansız karşımıza dikilmiş kısmetin sarhoşluğu ile et yiye yiye ölürüz. Ölmesek bile bu yeme işlemini bedenimizi hasta edene kadar devam ettiririz. Benzer tutumları, kişi değil de toplum üzerinde tahlile yeltenirsek önümüzdeki sayfaları dolduracak konuyu irdelemeye başlamış oluruz.
Etsiz, kalçasız, göğüssüz, deterjan beyazı tenleriyle “hasta görünümlü” yeni kadın bedeni, hem erkek hem kadın için ideal, seksi beden oluyor.
Toplum, tarihi süreçteki kapalılığını özellikle cinsellik konusunda koyulaştırmış ve bu koyuluğu, oluşturduğu tüm zaaflara rağmen yücelterek geleneğinin ayrılmaz bir parçası haline getirmişti. Kadın bedeninin mahremiyetini muhafazaya dair çaba, toplumsal hukukun içsel yüceliklerinin herhangi bir sonucu ya da inanılan dinin emirlerinden herhangi biri olarak telakki edilmemişti (Türban tartışmalarının ilahiyat-medya düzleminde tartışılması bile yirmi yıllık bir geçmişe sahiptir).
Kadının bir mal olduğuna dair bilinçaltında belirginleşmiş kabul, bu malın kullanım haklarının sahibin dışına çıkmasının endişesi sonucunda eve bir ağıl, erkeğe ise bir seyis ya da çoban rolü yüklemişti. Zamanla yaşam feodal taşradan endüstri kentlerine yayılınca, nüfus tüm muhafazasına rağmen sürecin devamında yeni şekline uyum sağlamaya başladı. Eski kapalı yaşam tarzının hastalıkları elbette taşradaki kerpiç duvarın arasında bırakılmamıştı. Kent yaşamına uyum sürecinde üzerine eklenen yeni unsurlarla devşirilerek kendisini açığa çıkaran bu rahatsızlıkların en belirginlerinden biri kadın bedenine, kadın bedeninin mahremiyetine, kadın bedeninin soyut ya da somut ulaşılabilirliğine dair bir açlıktı.
İşte Traven’in kahramanın ete karşı olan tutkusu, modern dünyayı taklide yönelmiş toplumda her yanı dikenli bir sosyopatlık olarak kendini gösterdi. Garip olan, çok katı bir namus anlayışına sahip toplumda bu garipliğin kısa bir sürede medya tabanlı bir ticari sektör halini almasıydı. 1970’lerde gazeteler, dergiler ve sinema aracılığıyla yayılan bu çılgınlığın gelişimine devlet denetimi ve ahlaki duyarlılık bir nebze set oluşturduysa da, 1980 sonrasında gündelik hayatın baş köşesine oturan özel televizyonlar dizginlenemeyen bir ticari hırsla, ana sermayelerinden olan kadın bedenin istismarına yeni bir boyut getirdiler.
Bu istismar ahlaki, dini ve entelektüel kaygılar sebebiyle toplumun kent içindeki evrimi sürecinde, ilk başta geniş kesimler tarafından yadırganıyor olsa da; tepkilerin, eleştirilerin güçsüzlüğü ve medyanın ısrarı sayesinde toplumca kabul edildi. Bu kabul inanç, ırk, sosyal sınıf, coğrafya gözetmeden, bir deprem ya da bir ekonomik kriz doğallığıyla etkilerini her bünye üzerinde gösterdi.
Bugün medya tabanlı bu ticari delilik durumu negatif etkilerinin dozunu azaltmayı dahi düşünmeden hırçınlığını sürdürüyor. Bir çok film bu yüzden izleniyor, bir çok reklâm içinde kadın bedeni parçaları olduğu için çekici… Bilgi yarışmalarının bile olmazsa olmaz süsü gerek stüdyodaki, gerekse ekrandaki konukların gözleri önünde düzgün vücutlarının sergisiyle meşgul, bikinili ya da biçimsiz sahne kıyafetleriyle dans eden kızlar. Yakında haberleri muhtemelen tangalı spikerler sunacak ve açık oturumlara, tartışmalara vücut biçimleri çok bozuk, duruşlarından, konuşmalarından cinsellik fışkırmayan akademisyen kadınlar çıkarılmayacak!
Bilinç kapanıp, manevi hazlar dışlanıp, bilim, sanat, felsefe yeraltına itildikçe, yozlaşma kaldırım, yabancılaşma ise bu kaldırımın üzerinde yücelen binalar haline geliyor ve bu hastalık bir din, bir neo-putçuluk durumunu alıyor. İnsan sanayi ve kent girdabında ana vasıflarını o kadar törpüledi ki beyni bir fındığa, yüreği çürük bir patlıcan incirine dönüştü demek…
Ruhunun derin enginliklerindeki atölyelerde işleyeceği ya da işlenmişleri saklayacağı renkler, kelimeler, sözler, madenler, sesler bulamayınca, elinde kala kala bir kadın bedeni kaldı. Televizyondan, evlere, sokaklara taşan bu çılgınlık tekstil ve kozmetiği en büyük ekonomik sektörlerden biri haline getirdi. Bugün tıp fakültelerinde estetik cerrahlığa olan talep, beyin ve kalp cerrahlığına olan talebin çok üzerinde! Ortalama her on beş günde bir gözümüze dürtülen güzellik yarışmaları modern erkeğe nasıl kadınlardan hoşlanması gerektiğini dayatıyor. Etsiz, kalçasız, göğüssüz, deterjan beyazı tenleriyle “hasta görünümlü” yeni kadın bedeni, hem erkek hem kadın için ideal, seksi beden oluyor.
Oysa normal bir kadın bu tip bedenlerle gündelik yaşantısını bile sürdüremez. İnsanın kendi fizyolojisine serap serpiştirme durumu bu! Temel vasıflarına karşı bir savaş… Doğuramamak, yetiştirememek, aç kalmak, üretememek, hatta cinselliğini bile yaşayamamak için kıyasıya bir direniş… Günümüz kadını onlarca nimet içinde aç, daha evlerinde doğru dürüst bir buzdolabı olmayan lisesi kızlar yıllardır biriktirdiklerini estetik uzmanlarına ödemekte. Bu incelememe, bedenini standart medya ve erkek beğenisine sunamama, metalaşamama savaşını kaybetmiş birçok kadın hikâyesi üçüncü sayfa olgusunun birikimine hacim katıyor. Acımaya çalışırken gülüyoruz.
Zaten STK’laşma konusunda zayıf bir toplumuz ama tarihselleşmiş gereksizlikler üzerinde çığırtkanlığını sürdüren –sözde- kadın kuruluşları neden bu istismar-metalaşma durumunu bir onur sorunu olarak görüp harekete geçmiyor. Ekranda sömürülen, aşağılanan, hiçe indirgenen, plaza timsahlarının altın kaldırımları olan bu yapışkan imge sadece üç beş aklıevvel kızın bedeni mi? Hayır… Üzerine tezler, romanlar yazılası bir utanç. En fazla da toplumun asıl hâkimleri biz erkeklerin alnında kendine kara granitlerden tahtlar bulan!
Aydınlar ülkenin az gelişmiş bölgelerindeki dayak olayından yola çıkıp, istismarı bu noktaya indirgediler. Sanki Ortaköy’de, Çankaya’da, Konak’ta kadına şiddet uygulanmıyor!
Biz erkekler yaşadık ve biriktirdik. Sonunda kabul edemediğimiz başarısızlığımız içgüdüsel bir gizleme tutumuna dönüştü. Algılayamadık, algılatamadık, çözemedik. Güzelim dünyayı ağzı renkli bir mağaraya çeviren şuursuzluğumuzun gücü kadınlarımıza yetti. Ezemediğimiz ihtirasımızın, deviremediğimiz diktatörlerin, algılayamadığımız tarihin intikamını kadınlarımızın bedenlerinden aldık. Bilinçlerimizi, hukukumuzu, politikamızı, ekonomimizi, algılayışlarımızı şeffaflaştıramadıkça, başarısızlık buhranına gömülen ortak benliğimiz kadınlarımızın bedenini şeffaflaştırdı. Yüceltip ışıldatamadığımız ruhlarımızı ortaya koyamayınca, kadınlarımızın bedenini ortaya koyduk.
Şimdi kızlarımızın, kardeşlerimizin, sevgililerimizin onurunun üzerinde bir tutam kumaş kaldı. Erkeklik ruhu her zaman bu cinsel sapkınlığın kökeninde kadının dişiliğini, kadının kışkırtıcılığını aradı. Kendi kendini dışlamışlığın verdiği eziklik ve her şeyiyle kendi aczini kabullenmişliğin verdiği körlük asıl sorumlunun evrensel onursuzluk (!) ve kendi şehveti olduğunu görmesine mani oldu.
Aydınlar heybetli bir cehalet örneği göstererek kadın istismarının ana niteliklerini bir türlü çözemediler. Bir gözlerini kapayarak ülkenin az gelişmiş bölgelerindeki dayak olayından yola çıkıp istismarı bu noktaya indirgediler. Sanki Ortaköy’de, Çankaya’da, Konak’ta kadına şiddet uygulanmıyormuşçasına! Üç beş taşralı, eğitimsiz adam ve onların hayat yükünü taşımaya mecali kalmamış cılız eşleri kadına dair bu hastalığın tek sorumlusuymuş gibi gösterildiler. Medyanın cinsel istismar kültürünü bir kere bile adam akıllı irdelemediler.
Ülkenin en ücra köşesindeki kerpiç odaların içini gören gözleri, kendi lüks salonlarındaki televizyonları bir türlü dikkat kesilemedi. Hatta kategorize edersek taşradaki şiddetin kökeninde kültürsüzlük dediğimiz bir toplumsal altyapı zaafı varken, kentin ortasındaki istismarcılığın kökeninde ticari kaygılardan doğan bir onursuzlaştırma tutkusu vardı. Maalesef bu haliyle taşradaki adam bilinçsiz ve ham bir barbarken, istismarcı kentli modern (çok özür dilerim) kadın tüccarı ve müşterisi konumundadır. Bu ticaret ve bedenin mal haline getirilişi, sokaktaki, iş yerindeki, kamusaldaki, taciz kültürünün itici sebebidir. Taksim’deki yılbaşı manzaralarının kültür kökeninde işte bu istismar vardır.
Tarihin derinliklerine dalınca gördüğümüz kadarıyla İnkalar, Mayalar bakire kızlarını tanrılarına (dönemlerinin plaza timsahlarına) kurban ederlermiş. İslam öncesinde Araplar kız çocuklarını diri diri gömerlermiş. Dünya modernleşti ve biz bu süreçleri aşıp artık kadını öldürme konusunda biraz daha çekimser davranıyoruz! Daha olgun, barbarlıktan sıyrılmış, Vikingliği, Normanlığı, Kartacalılığı bırakmış yaratıklarız ya hani? Bu kadar birikime, bu kadar üniversite, bu kadar iletişim ve bilişim aracına rağmen aynı zamanda bizim olan bu onuru timsahlara kurban edip diri diri gömecek miyiz? ✪