Kendini tartan kadın: Lucia Berlin

Zarife Kenger, Lucia Berlin'in "Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı"na dair yazdı veya aslında onun hakkında yazmadı.

Lucia Berlin geçen yüzyılın en cafcaflı yıllarında yaşamış Amerikalı bir hikâyeci. Doğacı. Kırcı. Karpediemci. Ve evet elbette Çehovsever.

Hayatının içine sıçmakla geçirmiş hayatını. 

Çok güzel bir kadın. Çok çok güzel. Sağında solunda kanın kokusunu alan tipler. Ergenlikte koşmaya başlıyor erkeklere. 

Nihayet bir dönem çocukluk geçiriyor. Neyse ki asabi bir anne onu dolaba kilitlememiş. Herkes gibi trajediler yaşamış. Teknesi, kişisel tarihinin bir noktasında su almaya başlamış olmalı. Neredeyse kendini bildiğinden beri batmaya devam etmiş. Şehirler gibi alttan boğulmaya. Nedeni yok. Nedeni var olmak. Kimisi böyledir. Oto-perişan. Mahva-eğilimli. Parmaklarını derdin ortasına daldırmış. İnceden bir hayat delisi tripleri de vardı belki. Para yok zaten. Sigara, içki ve dört erkek çocuk. Anlattığı otobiyografik öykülerden anladığımız kadarıyla kafa da çalışıyor. Zeki biri yani. Altmışlar, yetmişler, Amerika, derken temas ettiği nicelerinin kucağına dökmüş torbasındakileri. Azizler, Heidi’nin dedesi, tüberküloz, toz, sirenler, kısır, çiğköfte. Bir jokey, kim bilir bir Elazığlı at arabacısı. Sonunda fitili tükenmiş, kucağında bir oksijen tankı, oğullarının birinin arka bahçesindeki barakada terk etmiş bizleri.

Temizlikçi, hemşire, yaratıcı yazarlık programında hoca.

İnsanın evlenesi geliyor onu görünce. Tam yola çıkılacak kadın diyorsun. Saçları tepesinde topuz, mutfak tezgâhına dayansın sigara içsin güneş batarken, bak bakalım neye dönüyorsun. Bir orta batı kırsalında. Yeter ki istesin. Muazzam bir vaat. Ona üstü açık mavi elli yedi bir Thunderbird ve dümdüz kırmızı çatlak asfalt bir yol göster. 

Portakal sıkar gibi yazıyor. Çocuklara sağlıklı şeyler içiren, zarif, içli, mesafeli, mesafesiz bir dadı gibi. Tonlarca portakalı, suyuna kurban etmiş. Posa düşkünü. Olağanüstü bir merhameti var. Kendini deşmiş durmuş ama okuyucunun gözüne sokmuyor kaygılarını. Asla bir sıkıntı pornografisi denemez yazdıklarına. Istıraptan büklümleşmiş kadınlar yok anlattıklarında. Öf pöf çekmiyor. Anglosaksonlar böyle herhalde. David Foster Wallece’ın öbür yarısı. Yaramızı tarif ediyor hepsi bu. Muazzam bir ifade gücü. Metodik bir yazar. Yordamı var yani. Öncesi, sonrası, sırası falan. O cümle niye orda, belli ki sebepsiz değil. Kurguya önem verdiği çok açık. Zanaatkar. Tasarrufçu. Sallapati yazmıyor. Aşk, aile ilişkileri yine aşk. Becerikli. Ancak elleriyle çalışanlarda gelişebilecek bir hayat bilgisi ve becerisi. Uhunun kokusunu bilen, koltuk minderinin arkasındaki bozukluklarla hoşbeş almış, yatağın kenarındaki o kuru sert kıllı şeyin, üşengeç bir adamın sümüğü olduğunu anlayan. Göçmen olmasından belki de. Elene elene kıtanın tekinden kıtanın tekine. Muazzam dayanıklı ve ölçüsüz derecede orospu çocuğu olanlar kalıyor geride. Üç beş kuşaktır bitmeyen o yollarda, girmediği bataklık, satmadığı adam kalmamış olanlar sörvayv ediyor. Lucia sağ çıkanların yazıya ve yaşamaya ve yavaş yavaş intihara meyilli olanlarından. Dokunduğu ne varsa anında fanileşiyor. Çekip gitmesini de, katlanır sandalyenin tekinde beklemesini de iyi bilenlerden. Çalışan, bekleyen, paslanan, yağlanan, yeniden çalışan…  Elbette randıman için muhatabını da aşındıran, onu da az biraz yalama yapan bir dişli.

Yoksulları yazıyor. Çünkü kendi de yoksul. Gerçi fukaralıktan gelme değil. Fukara olanlardan. Sonradan fukara. Bu da kendi hayatının kurgusu. Ona bir yazar olarak ekstrem imkanlar kazandırmış besbelli. Oturmadığı sofra, tatmadığı yemiş yok. Vanity Fair’de çıkmış, arkadaşı Dave Cullen’ın yazısında gördüm, sosyete kızı Lucia ilk sigarasını bir prensin yatında içmişmiş. Daha doğrusu şöyle diyordu, ilk sigarasını bir prensle paylaşmış. Yer, Vina del Mar, Şili.

Maşallah.

“Posa düşkünü. Olağanüstü bir merhameti var. Kendini deşmiş durmuş ama okuyucunun gözüne sokmuyor kaygılarını.”

İçimizdeki katmalarla sosyolojideki sınıfları çakıştırıp duruyor.  Onun satırlarını okudukça sınıf denen lanetin akademik çalışmalardaki tarifinin ne kadar hafif olduğunu hissediyorsunuz. Hepimizin her an aşıp durduğu sınırları flu içi içe geçmiş kümelerden oluşan bir rui zeminde kayıp durduğumuzu anlıyorsunuz.

Amerikan sanatına içkin ve en çok da filmlerde ve kurgu metinlerde kendini gösteren alaycılık, hayatı tiye alma, varlığa tenezzül etmeme hali, humor, zeki metinler falan hepsi söylenebilir Berlin öyküleri için ama benim en çok dikkatimi çeken yazdıklarındaki ekşi tat. Lucia’nın kısır yoğuruşuna has, belki de ona karakterini veren, kendini bizi hepimizi ekmeğine yavaş yavaş kararak ekşitmesi. Vay anasına herhalde o üst düzey yazarlardan birine denk geldim duygusunu yaratabilmesi. Bu anlamda çaylak bir Yourcenar ve belki de layt bir Trevor kırması dense Lucia’ya yeridir. Hakiki olması hasebiyle. Elbette çok güzel elleri var ve ona çok yakışıyor elleriyle salataya sosunu vermesi. İlk tanıştığınızda, ya da tanışmanıza bile gerek yok, kaşığınızdan yemek yiyecek birisi gibi yazıyor. Bir insan olarak trajedisi de bu zaten, harbiliği bir halt zannediyor. Öykülerinde buram buram bu hayatı dibine kadar yaşadım kirve tonlaması var. 

Madem ölüp gideceğiz.

Biz kursağımızdakilerle avunalım ancak.

Her bir öyküsünden bir Yeni Rakı reklamı çeke çeke.

Kaleminizi alıveriyor elinizden ve metninize devam ediyor. Hayatımızın içine giriveriyor. Kendini mi sizi mi anlatıyor belli değil. O hayatınızı kaleme alacak ısmarlama nehir söyleşiciniz.  Kabul etse parasını verip portrenizi yapmasını isteyeceğiniz dahi ressam. Tamam kusurlu. Kabahatli. Her randevuya geç kalıyor. Sizi bekletiyor. Gerçekten de öz yaşamında böyle sarsak mı yaşadı bilmiyorum. Bina kapısından çıkarken ağzında sigarası, bir elinde okula yetiştirmeye çalıştığı veledi öbür eliyle sandaletini ayağına geçirmekle meşgul birisi mi, tahmin etmiyorum. Yazdıklarından edindiğim, asıl sorunu hayatı bir tık ciddiye aldığı.

Lucia Berlin’i ve benim onun hakkında yazdığım şu satırları okuyan dikkatli biri, yazımın Berlin ile alakalı olmadığını şıp diye anlayabilir. Kabul. Yazdıklarımın büyük oranda Berlin’le alakası yok. Nihayet kendimi gösterme arzusu ve imzamı oraya buraya atma güdümden bahsedilebilir. Doğrudur. Lucia Berlin de aynen böyle yapıyor. Tüm yazdıklarında neredeyse kendine bakıyor. Bağıra da bilirdi ama yumuşak sesle konuşuyor. Direkt hikâyeye dalıveriyor. Şeylere, mekânlara, nesnelere, aletlere ışık tutuyor en başından. Eh bu da tipik Amerikan tarzı.  Dolanmıyor etrafında. Gösteriveriyor. 

Öykülerini onu düşünmeden okumanın imkânı yok. Öylesine güçlü bir öz imgesi var ki. Müslüm Gürses’inki gibi. Şarkı mı dinliyorsun adamı mı duyuyorsun emin olamıyorsun. Bir mırıltı halinde kulağının dibinde fısır fısır Lucia’nın sesi.  ✪