”Oyunlar (…) gerçeğin en güzel yorumlarıdır” O.Atay
Oyun bilinen uygarlık tarihi kadar eski bir olgudur. İnsanın dünya ile ilişkisinin başlangıcı olarak da kabul edilir. Oyun, çevreyi taklit etmek ve var kılmak kaygıları ile ilişkilendirilir. Yeni doğmuş bir çocuğa biz büyümeyi öğretene kadar dünya ve çevresi ile kurduğu ilişkiler onun için oyundur. Diyorlar ki ilk insanlar avlanma hikayelerini yeni nesillere anlatırken taş, sopa gibi gereçler kullanmışlar. Deneyimlerini kendilerinden sonrakilerin de avlanabilmesi ve hayatta kalması için genç nesle aktarırken, kullandıkları araçlar ve av sahnelerinin tekrarları oyun’un başlangıcı olmuş. Oyun, bir iletişim biçimi olarak kullanılmış. Geceleri uzun süren yağmurlar karşısında insanların, bir arada gün dönsün diye yaptığı farklı ritüeller de oyun’a kültürel bir taraf eklemiş. Bunlar oyunun ilk izleri…
Huizinga, oynayan insanı nitelediği Homo Ludens isimli kitabında oyunun kültürden daha eski olduğunu söylüyor;
”Oyunu, özgür, kurmaca ve olağan hayatın dışında yer aldığı hissedilen ama yine de oyuncuyu tamamen özümleme yeteneğine sahip bir eylem olarak tanımlamak mümkündür. Oyun her türlü maddi çıkardan ve yarardan arınmış bir eylemdir, bu eylem özellikle sınırlandırılmış bir zaman ve mekanda tamamlanmakta, belirli kurallara uygun olarak düzen içinde cereyan etmekte ve kendilerini gönüllü bir esrar havasıyla çevreleyen veya alışılmış dünyaya yabancı olduklarını kılık değiştirerek vurgulayan grup ilişkilerini doğurmaktadır.”
Oyun, günlük yaşamdan farklı olma bilincini taşıyor bir nevi, istem doğrultusunda ama kuralları ile uygulanabilen, belirli bir amacı, heyecan ve sevinç çerçevesinde deneyimleten bir uğraş oluyor. Oyun’a bu şekilde bakmak, hayatın da başka bir düzenek olduğunu anımsatıyor bana.
Bugün, gelişim arzusunun sonsuzluğu yaşamı oldukça pratik bir deneyime çevirdi. Doğaya uyum sağladık, doğa da bizi garipsemiyor artık, çünkü onu son derece dönüştürdük. Dünya artık bizim doğal ortamımıza döndü. Yiyecek temini tarıma geçiş ile planlı, depolanabilir bir hal aldı ve insana üzerine düşünecek çok fazla şey kaldı uzun zamandan beri, hala gelişiyoruz. Evler dönüştü, insanlar ve ürettikleri kurumlar dönüştü, yapılar dönüştü, inançlar dönüştü, kimlikler dönüştü. En azından açlıktan ölmek, vahşi bir hayvan ile karşılaşmak ya da sırf bizden daha güçlü diye sahip olduklarımızı alabilecek insanlar yok.
Hayatta kalmak artık başka bir oyun ve biz de bunu öğrenmeyi hayal ediyoruz. Kuralları doğal yolla tayin edilmiş olan oyunu öğrenmiyoruz, yaşama biçimi olarak oyunu öğreniyoruz. Oyun bir nevi insanı hayata alıştıran, bir hayatının olduğunu anlatan ve zor tercihler ile onu karşı karşıya getirecek korku dolu bir kurgunun yolu, pratik, hızlı ve işlevsel. Sen, sen, sen odama! Sen dışarı! Sen şu’sun sen bu! Sen bana lazımsın! Sen ne halin varsa git onu gör! Sen kendine gel! Sen benim kim olduğumu biliyor musun? … Bu gibi ötekiler ve benler ve de senler yaratılıyor. Okullarda, hastanelerde, iş yerlerinde aile içinde aslında bir arada durmaya, vakit geçirmeyi denediğimiz her yerde.”Artık okula başlıyorsun”, ”Şimdi askere gitme vakti”, ”Okulunu bitirip kendi ayakların üzerinde dur”, ”Peki”, ”sen bu yaşta şunu, şu yaşta bunu yap’.’ Bunlar ve benzeri klişeler, biçim ve söylem değiştirmiş, dolanıyor. Bunlar hepimizin yaşıyormuş gibi yaptığı, aslında kulak asmadığı ama yaşadığı şeyler ve yapay doğa ile insanın oyunu başlıyor böylelikle. Öğrenmek ve hayatta kalmak için değil, büyümek için oyun oynuyoruz.
Bir direnme, savunma, uyanma biçimi olarak oyun’u kullanıp, yabancılaşma ve ironilerle karakterlerini besliyordu.
Oyun, bizim toplumlarda, bireylerin sosyal yaşamla, modern alışkanlıklarla, disiplinci kurumlarla ilişkisinde bir “uyum sağlama” aracı haline geliyor. Çocuğa, hayatı öğreten oyun, bir yetişkinin de sosyal hayatındaki ayrımları belirliyor. Kurumlar arasında, sürekli form değiştirmesi gereken modern birey, bir “sahne”yi andıran bu alanda “nerede nasıl davranması gerektiğini bildiği oranda itibar kazanıyor. Söylemesi gereken kelimeler belli ve birey bu repliklerle iyi bir performans gösterebildiği oranda başarılı oluyor. Bu sahne tasarımı, değişiyor, her grup ve cemaat için bir ritüel zenginliğine olanak sağlıyor. O nedenledir ki Atay, “Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor” derken, “dil”in bizi temsil etmediğini, “sahnedeki performans”ımızın “ben”i anlamadaki yetersizliğini vurgular. Benzer şekilde, “gerçek, insanların bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür” cümlesi, sahne performanslarının, yaptıklarının”birey”lerin iç dünyalarını, sıkıntılarını ve duygularının yanında “seyirci”nin gözündeki gerçekliğin yüzeyselliğini ön plana çıkarma amacı taşıyor. Böylelikle, modern insanı anlamak doğrultusunda anahtar bir metodoloji olarak oyun’un işlevi “sahne arkası”nda kalan, bir dizi çoklu davranma biçimi oluyor. Bireylerin, birbirinden uzak ama bir o kadar da yakın alanlardaki bu belirlenmişliği tüketim dünyasının alışkanlıklarına adapte edilmiş, bir tükenme biçimi olarak “çoğul insan”ı yaratıyor, kimsesiz bir çoğul insan. Birey, aynı gün içerisinde çok farklı sahnelerde, çok farklı rolleri “başarıyla” oynayabilmeyi hedefliyor. Kendi kaydını tutması zorlaşıyor bireyin, onu belki günlükler kurtarıyor, belki her gün gidip yan yana oturduğu iş arkadaşları, çoğunlukta çocukluğunu anımsayabilen birileri… ve birey bir biçimde yapay bir oyuna kurallarını ezbere biliyormuş gibi rahat ve bir o kadar da tedirgin başlıyor. Çoğunlukla bir duyduğu da bir duyduğuna uymuyor. Klişeler pratik karşılığını kolay vermiyor bildikleri de uçucu hislere dönüyor. Olması gerekeni izliyor, düşünüyor, hatırlamaya çalışıyor ve deniyor.
Oğuz Atay’a ”oyun bozan” diyorlar, kabul edilen ilk insandan bu yana belki de öğrenme biçimimiz olan ‘oyun’ ile bugün karşılaştığımız kurumlar ve prosedürler dünyasında ‘oynamanın kuralları’ nı anlatmaya çalışmasından ileri geliyor bu. O düşünülen ve düşlenen dünyanın kurallarını kıyaslamış ve ortaya çıkan dengesizliği anlatmıştır. Hem de en az bir defa bu döneme şahit olmuş her bireyin hissedebileceği kadar anlatmıştır.Tutunamayanlar romanında,”okul”da söylenenler ile “ev”de söylenenler arasındaki çelişkiyi farkeden karakteri Selim Işık, babasına bu durumu anlatınca,”gerçek” üzerinde yaşanan bu farklılığı babasının “dur bakalım hele” diyerek geçiştirdiğini anlatıyor.Bu nedenle romanda, iki “sahne” arasındaki bu uyumsuzluklar “dur bakalım helecilik” olarak alaya alınıyor. Gerçeğin kayganlaştığı bu anlar, aynı zamanda oyunun başlama zeminini gösteriyor. Durun bakalım hele.Böylelikle, sessiz veya uyumsuz anlar, “oyun”la geçiyor.Oğuz Atay’a ”oyun bozan” diyorlar, kabul edilen ilk insandan bu yana belki de öğrenme biçimimiz olan ‘oyun’ ile bugün karşılaştığımız kurumlar ve prosedürler dünyasında ‘oynamanın kuralları’ nı anlatmaya çalışmasından ileri geliyor bu. O düşünülen ve düşlenen dünyanın kurallarını kıyaslamış ve ortaya çıkan dengesizliği anlatmıştır. Hem de en az bir defa bu döneme şahit olmuş her bireyin hissedebileceği kadar anlatmıştır.
Tutunamayanlar romanında,”okul”da söylenenler ile “ev”de söylenenler arasındaki çelişkiyi farkeden karakteri Selim Işık, babasına bu durumu anlatınca,”gerçek” üzerinde yaşanan bu farklılığı babasının “dur bakalım hele” diyerek geçiştirdiğini anlatıyor.Bu nedenle romanda, iki “sahne” arasındaki bu uyumsuzluklar “dur bakalım helecilik” olarak alaya alınıyor. Gerçeğin kayganlaştığı bu anlar, aynı zamanda oyunun başlama zeminini gösteriyor. Durun bakalım hele.
Böylelikle, sessiz veya uyumsuz anlar, “oyun”la geçiyor.
Bu durumda, yaşananların doğru fotoğrafını “gerçek” değil “oyun” yakalıyor. Zira, gerçek ya da kelimeler, bütün bu uyumsuzlukları öldüren, yok eden/ yok sayan bir cinayet iken, oyun, bu uyumsuzlukları, sessizlikleri canlandıran, günlük hayata katan bir sapkınlık hali oluyor. Oğuz Atay da sanat alanında, “oyunbozan”lık yapıp, “sahne arkası”na da mikrofon uzatıyor.
Atay, Oyunlarla Yaşayanlar’ın tasarımına giriştiği dönemde günlüğüne ”Games People Play’ i yeninden inceleyelim” notunu alıyor. Eric Berne tarafından yazılan ve Türkçe’ye Hayat Denen Oyun adıyla çevrilen kitap insan ilişkilerinde davranış kalıplarını inceliyordu.
Bu çalışmasında oyunları; yaşam oyunları, evlilik oyunları, sosyal toplantı oyunları, cinsel oyunlar, yeraltı dünyası oyunları, uzman kişilerin danışma toplantısı oyunları, yer altı dünyası biçiminde kategorize eder. Ona göre sayılan oyunların tümünde insan gerçek benliğinin dışına çıkarak oynar. Atay’ın eserlerinde de oyunun, kurgusal, biçimsel ve düşünsel anlamda önemli bir yeri vardır. Oyun’u derdini ifade etme biçimi, düçüncelerini yazı yoluyla neredeyse somut kılma tekniği olarak ele aldığını fark ettiriyor.
Oğuz Atay’ın Türk edebiyatında aralanmaya çalışılan bir kapıyı ardına kadar açtığı dile getirilir. Bu açılım, 20.yy’ın ilk yarısında Batı edebiyatında gerçekleştirilmiş olan ‘modernizm’ adını alan büyük estetik dönüşümdür. Romantizm ve biçimcilik anlayışına köktenci bir değişim getirir. Türk edebiyatı kendi kabuğundayken, dünya’da Joyce, Kafka Proust, Woolf gibi yazarlar öncülük ediyordu. Bu değişim dönemsel etkiler ve tarihsel izler ışığında bir tepki de barındırıyordu. 60’lı yıllar Batı’da büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı bir dönemdi. Kapitalist düzene, teknoloji kültürüne, yeni bir etiğin taşıyıcısı olan tüketim toplumuna karşı hem siyasal hem de sanatsal düzlemlerde güçlü bir başkaldırı yaşanıyordu. Türkiyede’de öğrenci ayaklanmaları, kanlı olaylar, idamlar ve askeri darbelerin dönemine denk geliyor. Tam da cumhuriyet algısının yerleştirilmeye benimsetilmeye çalışıldığı, toplumcu içerikli köy romanlarının baş tacı edildiği türk edebiyatında, Oğuz Atay yaşanmakta olan siyasal, sosyal, kültürel çatlamayı bireylerin içsel aynalarıyla yazmaya başlıyor. 20. yy’da modernizm çerçevesinde yaşanan, kapitalizm kriziyle yükselen refleksif tavırlar, kendi sanatsal ve edebi dilinde yer buluyor. Toplumda ideolojik kutuplaşmalar, kültürel kargaşa, beraberinde yaşanan devlet krizleri toplmudaki çözülmeyi, insan ilişkilerinde ‘yabancılaşma’ ve ‘gerçek’ kavramlarının zemininin sesini yükseltiyor. Bir yanda kurtuluş, birlik ve tüketim anlayışları dururken, diğer yanda savaşın, modernizmin ve toplumsal çözülmenin merkezinde ‘modern bir kent insanı’ olmaya çalışan bireylerin varoluş sancıları duyuluyor.
Oğuz Atay demiştir ki, siz insansınız. Ne yapıyorsanız yaparsınız, içinize sizden öte sizden ziyade açılan bir dünya var, ve bu iç dünyaların toplandığı, parçalandığı, kaybolduğu duygular, hisler… Bu aslında yapay ve kuralları yokmuş gibi görünen ya da herkes için aynı sayılan bir oyundur der. Bir nevi danışıklı dövüştür, bireyin toplum karşısında aleyhine çevirilmiş bir danışıklı dövüş.
Benim aklım buradan sonra biraz bulanıyor, canım sıkılıyor, yalnız hissediyorum ve belki de oyun’a dair yapılan en klişe metaforu çağırıyor: Bütün dünya bir sahnedir ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu; girerler, çıkarlar.
Oyun oynayalım mı?