Öğrenilen adetleri artık kullanmamak
Artık güle veya güzellik
Vadeden herhangi bir şeye
İnsan kaderini mecazi olarak yüklememek;
Bir zamanlar olduğunu artık olmamak
Hep kötü ellerde; bir yana atmak
Kişisel ismimizi bile, kırık bir oyuncak gibi!
Garip, arzularımızın yerine getirilmesini
Artık arzulamamak! ne tuhaf bu dünyaya
Ait her şeyin uzamda serbestçe uçuştuğunu görmek!
Ölüm anlamdan öyle yoksun bir yorgunluk ki
Yavaş yavaş sonsuzluğu kavrıyoruz.’ (Rilke)
[intense_dropcap]Ö[/intense_dropcap]lüm; defalarca tanımlanabilecek ancak belki de –yine de- doğru tanımlanmayacak olan şey. Ölümün tanımlanması ancak tanınması durumunda mümkün gözükmekte. Ölümü tanıma fırsatı ise, ölüm başkalarının başına gelirken yakalanacak şey değil. Çünkü ölüm, nasıl kucaklanmak istediğine kendisi karar veriyor olabilir. Ölüm, kendisine temas etmeyenler hariç kişiler için genellikle korkutucudur. Ya da:
‘-Ölmek korkutuyor mu seni?
-Ölmek mi? Evet. Ama ölüm değil.’[1. R.M. Rilke, Bütün Hikayeleri, (2006) İthaki Yayınları, İstanbul] (Rilke)
Ölümün arzulanmasına ilişkin iki senaryo mevcuttur. Birinde ancak gereklilik halinde ölüm arzulanır. Örneğin, José Saramago, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’ta[3. José Saramago, (2007) Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, Turkuvaz Kitap, İstanbul] bu durumu işler: ölüm, o güne kadar yerine getirdiği görevinden bahseder ve artık kimse ölmez. Başlarda herkesin sevinmesine yol açan durum çok geçmeden yerini -insanların ezeli bir yaşlılıkla yüzleşmesiyle birlikte- kaosa bırakır. Yapıt, ölümün arzulanabilirliğinin mümkünlüğüne işaret ederken, ölüm isteğine dair başka bir senaryo ise –nedenleri çeşitlilik göstermekle birlikte- intihardır.
Burada ise ölümün göreceğimiz yüzü bambaşka. Ölüm, yaşayan ve ölüyü ayırmak bağlamında müthiş bir separatör. Çünkü, yaşayan ne denli uzun süre acı çekip yas tutsa da genellikle hayatına devam edebiliyor. Ölünün neye devam ettiği ise oldukça müphem. Ölümün yarattığı başka bir ayrıştırma ise fiziksel ayrıştırma. Tüm sıcak temas türleri, ölen kişiye ilişkin bir hale gelince, bir anda geçerliliğini yitiriveriyor.
Bu anlamda ölüm, kişiyi en sevdiğinden bile hunharca ayırıyor. Peki ölümün bu ayırıcılığı her zaman böylesine güçlü müydü?
Bu sorunun cevabı, pek çok yol aracılığıyla verilebilir. Ancak burada, ölümün görünürlüğünü ve gösterilmeye uygunluğunu düşünelim istiyorum. Bu yüzden söz sırası, bir süredir oldukça merak uyandıran post mortem fotoğraflarda…
15. ve 19.yüzyıllar arası görülen bu fotoğraflar, özellikle 19.yüzyılın sonunda iyice popüler bir hal almıştır. Bu durumun nedeni de dönemde görülen çocuk ölümleridir. Bu fotoğraflarla ilgili iki ilginç husus bulunmaktadır. Bunlardan biri, fotoğrafı çekilen kişinin daha önce bir fotoğrafı bulunmaması ve ailenin onu anımsamak için fotoğrafı araç olarak kullanmasıdır. Diğeri ise, dönemde pozlamanın uzun sürmesinin bir sonucu olarak canlı kişinin fotoğrafta flu görünürken, ölünün net görünmesidir. Kim bilir, belki de fotoğraflarının böylesine çekici oluşunun nedeni budur. Ayrıca bazı fotoğraflarda, hem fotoğrafçı hem de aile, ölen kişinin canlı görünmesini arzular. Canlı görünmesi istenen ölünün gözlerinin açık tutulması da başka bir ilginç durumdur. Bunun ölümün inkarı olduğu iddia edilse de, yas döneminde kişilere yardımcı olduğu belirtilir.[4. Link]
Çocukların dışında, ölen yetişkinler de fotoğraflanır. Yalnız çocuk ve yetişkinler, poz verdirilme hususunda birbirinden ayrılır. Çocuk, genellikle yatağında fotoğraflanırken, yetişkinler türlü yöntemlerle ayakta fotoğraflanır.[5. Link]
Post mortem fotoğraflarda sahne kurgusu da oldukça önemlidir. Önceleri, ölen kişi, tabutta ya da tek başına fotoğraflanmazken, sonraları tabut içinde, (tabut da sahneye dahil olur) çevresi çiçeklerle sarmalanarak sanki uyuyormuşcasına ve gözleri kapalı halde fotoğraflanır. Buradan önceleri canlı olduğuna inanılmak istenen ölülerin daha sonraları ölü olarak kabul edildikleri sonucuna varabiliriz. Böylece, ölümün inkar edilenden, kabul edilene doğru yolculuğunu izlemiş oluruz. Ya da belki de ölümden korku artmış ve bu yüzden ölüler ‘canlandırılmaya’ çalışılmamıştır.
I.Dünya Savaşı sonuna gelindiğinde ise, post mortem fotoğrafların popüleritesini yitirdiği görülmektedir. Belli ki artık insanlar ölümü hatırlamak[6. Post mortem fotoğrafların başka bir adı da ‘memento mori’ (ölümü hatırla) fotoğraflarıdır.] istememektedir. Ya da savaş, insanları, ölümün anımsanmasına gerek duyulmayacak kadar yakında olduğuna ikna etmiştir.
Ölümün ve ölünün kucaklanabilirliğinin kanıtı niteliğinde olan post mortem fotoğrafların, 2013 yılında insanlara neden bu kadar korkutucu geldiğine gelince; bir dönemin yas biçimi ve anma sürecinin bir parçası olan görülen bu fotoğraflara, günümüzde ne tepki verileceği bilinemiyor. Kendisi için tekinsiz olan bu deneyimleme de haliyle, korkmaya neden oluyor. Ne ile yüz yüze olduklarını pek de bilmeyen insanlar, bilmedikleri için korkuyor:
‘bir bubi tuzağı sessizliği hüküm sürüyor
türlü olasılıklarla yüklü
olağanüstü iri
bir o kadar da tehditkar
(bilmem yanılıyor muyum)
beni dehşete düşürmek istiyorlar’ (Atilla İlhan)[7. Atilla İlhan, (2004) ‘Korkunun Krallığı’, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.]
Post mortem fotoğraflardan korkmayanlar da var. Onlar, aksine bu fotoğrafları ilgi çekici buluyor. Bunu aşkınlaştırıcı bir ifadeyle şöyle açıklamak mümkün; bu fotoğraflar ilgi çekici –özellikle gözleri açık halde fotoğraflanmış olan ölülerin görselleri- çünkü onlarda ölümün gözlerini görüyoruz. Ve ne kadar istesek de (ya da istemesek) ölümün gözlerini görmek kolay yakalanacak bir fırsat değil.
Ve sonuç olarak, Atilla İlhan’ın çoktan kabullendiği görüşle bitirmek gerek; ‘Dünyada başka hakikat yoktur: ölürsün!’
✪