Nedir bu Situasyonist tekil düşünce?
Bence devlet ve burjuva kültüründen tamamen bir kopuştur

Kızı Roza Boynik’in (11) çizimiyle Sezgin Boynik

:Sezgin
Boynik

Söyleşi:
Nagehan Uskan

[samsun’da punk, fanzinler ve terziler|
çağdaş sanata situasyonist aparkat|
guy debord meselesi|
yerinde çarpışmalar, halil altındere, NSK, ZEN ve bülent tangay]

2000 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümüne başladığımda, iskelenin hemen yanındaki o izbe binada karşıma çıkan en acayip insanlardan biriydi Sezgin. Şu an özel bir üniversiteye dönüşüp gıcır gıcır bir hal alan binanın, o günlerde o yıkık dökük haliyle, yukarı çıkınca denizle karşı karşıya gelinen küçük terasına kim bilir kaç kişi sıkışır ve hummalı muhabbetlere dalardı. Biz orada bol bol sinema konuştuk, birbirimize CD’ler doldurup değiş tokuş ettik, henüz Marx okumamışken Foucault’ya inandık, anti-psikiyatri tartıştık, yöntemi bilmeden “yönteme hayır” dedik, Orhan Gencebay arabeskini analiz ettik ama içimizde hep bir punk olma hevesi vardı. Belki de punk olamayacak kadar romantiktik. Sezgin’se mohikan saçları ve radikal bir punk tavrıyla aramıza daldı. Bizden birkaç yaş büyüktü, sosyolojide master yapıyordu.

Kosova’dan geliyordu ama yolu İstanbul’dan önce Samsun’dan geçmişti. Her işi büyük tutkuyla yapar ve tüm ayrıntılarıyla bizlerle paylaşırdı. 20 yıldan fazladır devam eden dostluğumuzda, birlikte yaptığımız birkaç güzel projenin ötesinde hem sanatsal hem de politik duruşumuzu birlikte harmanlayan uzun bir yol var. Sezgin Boynik’i, Tolga Güldallı ile birlikte kaleme aldıkları Türkiye’de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi 1978-1999 kitabından1 tanıyanlar olacaktır. Şu an Helsinki’de yayınlanan RABRAB2 adlı teorik güncel sanat dergisi kurucusu ve editörü. Önümüzdeki dönemde Rabrab’dan kimi seçme yazılar Fütüristika’da yer alacak.

Söyleşinin ilk bölümüyle karşınızdayız.

Nagehan Uskan


[Nagehan Uskan]
————————–
Kosovalı biri olarak Eski Yugoslavya’yı deneyimleme şansın oldu. Bu durum sana neler kattı?

[Sezgin Boynik]
————————-
Ben Yugoslavya’yı ucundan yakaladım. Politik bilincim oluşmaya başlayacağı zaman, Yugoslavya tüm dünyanın konuştuğu bir iç savaş girdabına girmişti. Zaten tüm seksenler boyunca benim ait olduğum jenerasyon artan milliyetçilik ve anti-komünist söylem ile yetişti… yani düşünebileceğin en gerici ve en karanlık fikirlerle. Son on senedir Yugoslavya ile ilgili kapsamlı tarihsel araştırmalar yapıyorum, şimdi bu konuda söyleyecek o kadar çok şeyim var ki nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yakında Yugoslavya’da konkret ve görsel şiir üzerine hazırladığım bir antoloji yayımlanacak [Sickle of Syntax & Hammer of Tautology: Concrete and Visual Poetry in Yugoslavia, 1968-1983, OEI Press3 ]. Bir başka sefer bu konuda konuşuruz.

Kosova’dan Samsun’a nasıl yolun düştü?

Teyzem Türkiye’de olduğu için çocukluğumdan beri Türkiye’ye geliyordum, yani buraları iyi biliyordum. Kosova’da savaş çıkınca Türkiye’nin verdiği bir bursa başvurdum. 1996 yılıydı, bursu kazanıp Türkiye’ye geldim. Çok az para vardı ama Kosovalı öğrencileri Türkiye’deki üniversitelere yerleştiriyorlardı. Yurt, paso ve kantinde öğle yemeği parası, bir de 50 Alman markı değerinde harçlık veriyorlardı. Ben Ankara’da felsefe okumak istedim, Ulus Baker’le çalışmak istiyordum. Ama bana oranın mümkün olmadığını, buna en yakın bölümün Samsun’daki psikoloji bölümü olduğunu söyleyip oraya yerleştirdiler. Öyle gittim Samsun’a işte, ismini bile duymamıştım.

Samsun yılların benim de iyi bilmediğim yıllar… Neler yapıyordun? Nasıl bir hayatın vardı?

Söylediğim gibi, öncelikli olarak üniversitede psikoloji okuyordum. O zamanlar orası gericiliğin kalesiydi; kesin hâlâ öyledir. O dönemde herkes ülkücüydü. 19 Mayıs Üniversitesi’nde çaycısından rektörüne kadar herkes ülkücüydü. Hatta bizim psikoloji bölümünü de içinde liberal bir hoca olduğu için kapattılar sonrasında. Hatırlıyorum, Habermascıydı ve Amon Düül dinliyordu. Bir de Eğitim Fakültesi’nin kütüphanesinde yetmişlerden kalma Artforum ve diğer ilginç sanat dergileri vardı. Gidip onları karıştırıyordum. İzbe bir kütüphanesi olan Eğitim Fakültesi’nde bu dergiler bir köşeye yumulmuştu, rafta bile değillerdi. Daha sonra Salt’ın bastığı İsmail Saray kitabını okurken anladım bu dergilerin oraya nasıl geldiğini… Saray, Samsun Eğitim Fakültesi’nde ders veriyormuş. Bu dergiler benim için çok önemliydi. Kim bilir hâlâ ordalar mı?

Biz Samsun’da Çapa Çürek diye bir punk müzik grubu kurduk. Kardeşim ve kuzenimin de olduğu, birkaç arkadaşla birlikte daha çok doğaçlama, punk-noise müzik yapıyorduk. ÖDP’nin sahibi olduğu bir radyoda DJ’lik yapıyordum. Noise müzik çalıyordum, İstanbul ve başka yerlerden aldığım kasetlerle hazırlıyordum programı. O dönemde Doğa Demiray, İbrahim Can Koç, Ahmet Kilisli ve daha hatırlamadığım bir sürü marjinal kişiyle beraber Şuurlu Bir Şey adında, 2 sayısı çıkan bir fanzin yaptık. Bu fanzin için Samsun’daki ilginç insanlarla röportajlar yapıyordum. Çok plak topluyordum o dönem, bu yüzden de plakçıları çok sık geziyordum. Plakçı demeyelim, hurdacılardı,  plakçı yoktu orada… Hurdacılardan biri bana terzi Cemal Kuru’ya gitmemi önerdi, onda binden fazla plak olduğunu söyledi. Buluştum onunla, dindar biriydi. Plaklara tapıyordu, resmen fetiş halindeydi. Kırılmış plakları çöplerden toplayıp kendi elleriyle onarıyordu, o derece… Bir yandan da bir sürü ilahi kasetleri vardı. Onunla bir söyleşi yaptım mesela ve bu çok beğenildi. Her soruya cevap vermeden önce ayağa kalkıyordu. Çok ilginç biriydi.

Samsun ilginç bir yerdi, eskiden çok modernmiş. Sonradan yobazlaşınca arada kalan çok insan vardı. Solcu ve Kürt arkadaşların hepsi dayak yedi sırayla. Bana da sataştılar, ama ben Kosovalı olduğum için daha dikkatli davranıyorlardı. O zaman Kosova’da savaş olduğu için bana kimse dokunmuyordu. Hatta beni kolluyorlardı. Birkaç kere beni kenara çekti ülkücüler, “Reis meis” böyle bir şeyler dediler, ”Sen ne yapıyorsun o solcularla, onların hepsi terörist”, dediler. Ben dinlemiyorum tabii o zaman. En aktif yer TKP’ydi, hatta o zaman SİP’ti ismi, Sosyalist İktidar Partisi. Benim bir arkadaşım orada rock dinleme günleri yapıyordu, o yüzden partiye gidiyordum. Ben o zamanlar anarşisttim, komünistleri sevmiyordum. Zaten duvarda Stalin resmini görünce irkilmiştim, onu hatırlıyorum. Yugoslavya’dan gelen bizler için Stalin en büyük düşmandı. Türkçe basılan Tito kitapları getiriyordum Kosova’dan. Kimsenin umurunda değildi. İşte böyle bir atmosferde politize oluyorduk. Yani her şey bizi postmodernizm batağına itiyordu; biz ise olabildiğince punk bilinciyle direniyorduk.

Her şey bizi postmodernizm batağına itiyordu; biz ise olabildiğince punk bilinciyle direniyorduk.

Çapa Çürek’ten biraz daha bahseder misin?

Çapa Çürek bir deneyimdi. Ben, kardeşim ve kuzenim, hepimiz Kosova’da savaştan kaçmışız, Samsun’da böyle bir grup kurmuşuz. Oldukça ilginçti. Şuurlu Bir Şey de zaten onun propaganda yayın organı gibiydi. Manifestolar, analizler, inceleme yazıları… Duyan da Çapa Çürek çok büyük bir şey sanır. İstanbul’a geldiğimizde de Çapa Çürek bir süre devam etti. Bir müzisyen arkadaşımız bizi basçı bir müzisyenle bir araya getirdi. Başka bir arkadaşımız vasıtasıyla ücretsiz kullanabileceğimiz bir stüdyo da bulduk. Hiçbirimiz çalmayı bilmiyorduk aslında. Basit ritimlerle yapılan bir müzikti. 2000’li yıllarda Yurttan Sesler adında Molotov Tapes’ten çıkan Türkiye’den hardcore punk grupları içeren bir derleme albüme dahil ettiler bizi sonra. Demomuz da var hâlâ dijital ortamda…

Çapa Çürek – Paja Patak

İstanbul’a 2000 yılında Master yapmaya geldin. Situasyonistler üzerine çalışıyordun. Burada nasıl bir hayatın oldu?

İstanbul’a geldiğim zaman çok tanıdığım yoktu, sadece şimdiki Deform Müzik’ten arkadaşları tanıyordum. Samsun’da yaşarken İstanbul’a geldiğim zamanlarda tanıştığım Ünver Şahin, Anabala Pasajı’nda takılıyordu. Zen dahil birçok grupta çalan saksafoncu Bülent Tangay’la bir seferinde orada karşılaşmıştık. Aksak Maboul ve Etron Fou Leloublan gruplarını istiyordum. Kimsenin bildiği yoktu bunları… Halbuki Şuurlu Bir Şey dergisinin ilk sayısında bunlar hakkında yazı basmıştık. Bende bir kaseti vardı. Kosova’da müzik kültürü çok gelişmişti. Millet sürekli kaset, plak topluyordu. Oradan getirdiğim bir birikimim vardı.

Daha sonra iste Bülent ile Etron Fou Leloublan sayesinde arkadaş olduk, onda plakları vardı. Rock-in-Opposition ve avant-gard punk, ne varsa dinliyordu Bülent. Saksafon çalıyordu. Bülent çok önemli biri benim için. Daha sonra bastığımız Punk kitabında Murat Ertel’den Bülent hakkında yazı yazmasını istedik. Bu Bülent hakkında okuyabileceğiniz tek yazıdır; Can Yücel’in Bülent hakkında yazdığı şiiri saymazsak… Bir de Ünver Şahin benim için çok önemliydi. Japon noise, new wave, no wave kasetleri kaydedip Samsun’a yolluyordu, otobüse verip yolluyordu kasetleri… İstanbul’a gelmeden önce tanıdığım tek arkadaşlarım bunlardı. Aslında ben İstanbul’a Mimar Sinan Üniversitesi’nden sosyolog Ali Akay için geldim. Bir kere, 99’da sanırım, İstanbul’a gelmiştim kısa süreliğine. İstiklal Caddesi’nde yürürken yolda Ali Akay’la karşılaştım. Elimde Şuurlu Bir Şey vardı. Ona, “Sen Ali Akay mısın?”, diye sordum. “Evet”, dedi. “Bak, ben bu fanzini yapıyorum, seneye de senin öğrencin olacağım”, dedim, fanzini verdim ve gittim. Sonra hakikaten de bir sene sonra Mimar Sinan Sosyoloji Master’ına başladım ve öğrencisi oldum.

İstanbul’da o yıllarda bir hostelde yaşıyordum. Aylığı 80 dolardı. Anabala Pasajı’nda, biraz da Atlas Pasajı’nda takılırdım. Fanzinlerle yine ilgilendim. Kısa sürede İstanbul’da tanımadığım kalmadı. İstanbul’da güncel sanat yeni yeni yükselişe geçmişti. İlk başlarda ondan nefret ettim, pek alakam yoktu. Sadece içki içmek için gidiyordum sergi açılışlarına. Bir tek Platform’a gidiyordum, orada çok iyi kitaplar vardı. Oraya gidip gelen birçok kişiyle tanıştım. Orası bana iyi geldi. Master tezim Situasyonistler üzerine çok sıkı çalıştım, yaklaşımım da o dönem Situasyonistler’le ilgilenenlerden çok daha farklı ve radikaldi. Bir gün Situasyonistler üzerine konuşma yapan oldukça iyi tanınan bir sanatçı ve sanat eleştirmeninin konuşması sırasında bir çıkışım olmuştu. Konuşmacı çok sinirlendi ve elindeki kâğıtları fırlatarak konuşmayı yarıda kesti. Bu olay sayesinde güncel sanatçı Halil Altındere’yle tanıştım, sonra çok iyi arkadaşım oldu. Halil beni herkesle tanıştırdı ve Art-ist güncel sanat dergisine dahil etti. İşte güncel sanata punk tavırla adım atmış oldum.

Art-İst’in Situasyonistler sayısının editörlüğünü de bu dönemde yaptın. Bu nasıl bir süreçti?

Halil o sırada Art-İst için NSK (Neue Slowenische Kunst) üzerine bir sayı hazırlıyordu, ben oraya uzun bir yazı verdim. Kongrede yaptığım sunum da Situasyonistler ve NSK üzerineydi. “Gösterinin karşı-stratejileri” gibi bir başlığı vardı. Sonra benden Situasyonistler sayısını yapmamı istedi. Yalnız yapmak istediğimi söyledim, diğerlerinin yaklaşımını pek beğenmiyordum. Çağdaş sanatın Situasyonistlerin düşmanı olduğunu savunuyordum ve Türkiye’deki sanat ortamında benimle aynı fikirde birini bulmak imkânsızdı. Birçok sanat eleştirmeni abuk sabuk işlerde Situasyonist yön buluyordu ve böyle yapan kişilerle çalışmayacağımı söylemiştim. Derginin yazılarının seçimlerinde çok titiz davrandım. Sanatçılar ve sanat yazarları bunu kolay sindiremediler. Bir sanatçı Situasyonistler sayısının editörü olmam üzerine “Kosova’nın köylüsü bu sayıyı mı çıkaracak?” diye olay çıkarmıştı hatta… Art-İst’tin kadrosunda bulunan bir isim Situasyonistler sayısını benim yapacağımı duyunca dergiden ayrıldı. Art-İst’i o zaman herkes çok önemsiyordu, sanki Documenta’nın küratörüymüşsün gibi muamele görüyordun. Çok önemli bir şeydi. “Tamam, işte şimdi başardın”, anlamına geliyordu oraya yazmak. Situasyonistler sayısı çok iyi oldu, çok iyi yazılar var. O dergide Situasyonistlerin en önemli isimlerinin yazdığı, hiçbir yerde olmayan, yıllar sonra October dergisinde yayınlanan yazılar var. Punk da aslında tam Situasyonist ruhuydu. Onların duruşu o kadar güçlü ki, onları ya kabul edeceksin ya da anti-Situasyonist olacaksın. Elbette yanlışlıkları da var ama eleştirel düşünceye büyük katkıları var. İtalyalı Wu Ming var mesela, bugünkü en önemli temsilcileri arasında. Çağdaş sanat ve Situasyonist Enternasyonal arasında ayrım yapmak lazım. Situasyonistleri örnek alıp Situasyonist arşiviyle, formuyla uğraşanlar, sanat enstalasyonu, videolar yapanlar var, bu ayrı. Bunların arasında iyi olanlar da var, berbat olanlar da var. 2003-2004 yıllarındaki durumdan bahsediyorum elbette. Şimdi çok gelişti, etkili oldu. Situasyonistler o dönemde mimarlık, birleştirici kentsellik [unitary urbanism], psikocoğrafya gibi konularla ilgileniyordu, onların da devamı gelmedi. Çünkü mimarlığın fonksiyonel olması lazım, başka unsurlara da bağlı mimarlık.  Bir de Situasyonistleri politik bir bağlamda ele alanlar da var.

Situasyonist duruşu nasıl tarif edersin?

Fransa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en radikal anti-kolonyal duruşu olan gruplardan. Grubun içinde Arap, Müslüman kökenli radikal teorisyenler var. Mustafa Hayati, Muhammed Dahou, Abdulhafid Katib, Cezayirli, Faslı, Filistinli isimler. Bunları süs gibi almamışlar aralarına. Mesela Mustafa Hayati hâlâ aktif, inanılmaz. Bir sözlük projesi vardı: Dictionary of Captive Words, İngilizcesi. Şiirsel, politik bir sözlük, taslağın teorisi… Mustafa Hayati Strasbourg skandalını çıkaran adam. Öğrenci hayatının sefaletini yazdı. Filistin Özgürlük Hareketi’nin daha radikal bir fraksiyonuna katılınca Situasyonistlerden ayrılıyor. Abdulhafid Katip 1958’de Paris’te pazarın kurulduğu merkezdeki Les Halles’in psikocoğrafya analizini yapıyor. Bunu yaparken hapse atılıyor, çünkü siyahların Paris’te 1958’de akşam 8’den sonra dışarı çıkmaları yasak. Fransa o zaman çok faşist bir yer. Araplar, Afrikalılar Situasyonistler grubuna teorisyen, sanatçı, entelektüel olarak katılıyorlar, süs bitkisi değiller. Politik duruş böyle bir şey. Gianfranco Sanguinetti de önemli bir isim mesela. Raoul Vaneigem ayrı bir konu, bunlara çalışanlar ve sanat projelerine dahil edenler iyi şeyler çıkardı. Ralph Rumney İngiliz, o da tamamen ayrı bir konu. Pegeen Guggenheim ile evli, İngiliz anarşist ve junky yazar Alexander Trocchi ile beraber çalışan biri. London Psychogeography Association’ın tek üyesi. İşte böyle garip bir grup Situasyonistler. Her neyse, bir de Marksist sanat sosyal tarihinin önemli temsilcisi, T. J. Clark da bu gruptan. Nicholson-Smith de var, aynı zamanda Henri Lefebvre ve bir sürü yazarı İngilizceye çeviren adam. Çok ciddi bir akım, onları sadece Constant Nieuwenhuys, Asger Jorn, Pinot-Gallizio gibi isimlerden ibaret görenler var, onlar asıl meseleyi kaçırıyor. Situasyonistlerde asıl olay mimari projeler değil, politik projeler. Benim Situasyonislere yaklaşımım da bu duruşa dayalıydı.

Debord’u aslında anarşist Leninist olarak tarif edebiliriz.

Aynı zamanda Debord’un da bu kadar ön plana çıkmasını, Situasyonistler denildiğinde kolektif bir oluşum olmasına rağmen hep Debord’a vurgu yapılmasını neye bağlıyorsun?

Aslında Guy Debord’un yaklaşımı kendisine Situasyonist deyip bu işin ekmeğini yiyenlerden çok farklı. Kendilerine Situasyonist deyip bienallerde sergiler, önemli galerilerde enstalasyonlar yaptı birçok isim. Daha 1960’lardan bahsediyorum. Amerika’daki farklı üniversitelere yaranmaya çalışanlar, Situasyonist fikirlerini popülarize etmeye çalışanlar… Popülerize etmek aynı zamanda basitleştirmek anlamına geliyor. Guy Debord böyle bir yaklaşımdan uzakta. Sergileri reddediyor. Arka kapıdan girmeyi reddediyor. Asger Jorn ve diğer İskandinav Situasyonistler  hep oraya buraya dalmışlar.  Eklektik bir tavır var yani. Amerikalılar da öyle… Almanların SPUR grubu, hepsi sanat olayına girmiş. Hollandalılar, Danimarkalılar da hepsi galerilere yamanıyorlar. Guy Debord, “Ya hep ya hiç” diyor, bu yüzden de hep yalnız kalmış. Lenin’in Birinci Dünya Savaşı arifesindeki yalnızlığına benzeyen bir yalnızlık [solitude] bu. Debord’u aslında anarşist Leninist olarak tarif edebiliriz. Teorik kitabı Gösteri Toplumu ve radikal deneysel filmleri olmasa Guy Debord bu kadar bilinmezdi. O çevrede onun kadar iyi film yapan yok. Çok paranoyak biri Debord, biri yanlışlık yaparsa hiç affetmiyor. Situasyonist duruşundan hiçbir zaman ödün vermediği için bu kadar kült bir figür. İntihar ederek hayatına son veriyor.

Peki hiyerarşik bir durumdan bahsedebilir miyiz yine de?

Hiyerarşik bir durum varmış kesinlikle ki adını bu kadar çok duyuyoruz. Debord kurucusu sonuçta, 1957’de kurulunca Situasyonistler grubuna birçok kişi dahil olmuştu ama bitince iki kişi kalmış: Guy Debord ve Gianfranco Sanguinetti. Sanguinetti ilk başta yoktu, sonradan katıldı. Arada Rene Vienet, Alice Becker-Ho, Michele Bernstein, Raoul Vaneigem, Attila Kotanyi, Jorgen Nash, J.V Martin katıldı… başlarda bu isimler yoktu. Meşaleyi taşıyansa Debord’du.

Debord’un yapmak istediği aslında İkinci Dünya Savaşı sonrası bir Tarih ve Sınıf Bilinci eseri yazmaktı. Parti disiplininden uzak, obskurantist avant-garde, yarı-punk bir herifin yapabildiği kadar yapmış işte.

Situasyonistlerin “estetik terörizm” dediği şey ne anlama geliyor? Estetik formları reddetmek ve formsuzluk üzerinden bir form yaratmak mı? Yoksa bu Debord’un sanatı yaşamda gerçekleştirerek aşmak dediği şey mi?

Nagehan, bu sorduğun soru çok önemli. Ve şu an akademi içinde bile Situasyonistler ve Debord’un estetik ve sanat hakkındaki görüşleri üzerine epey ciddi yayınlar çıkmaya başlıyor. Tutarlı ve sistematik bir Situasyonist teoriden bahsetmemiz imkânsız; akla ilk gelen Debord’un Gösteri Toplumu. Politika, güncel hayat çelişkileri, modernizasyon, tüketim toplumu, devrimler, temporalite, teknoloji, vesaire konularla alakalı olmasına rağmen, kitabı bir kültür incelemeleri [cultural studies] çalışması olarak göremeyiz. Daha çok bir manifesto gibi okunmalı. Bu açıdan bakıldığında, Situasyonistlerde politik ve estetik arasındaki ilişkiyi kendi özgül bakışıyla anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Çoğu zaman unutulan bir gerçek şudur ki, Debord’un Gösteri Toplumu’nu yazarken asıl etkilendiği kitap, Georg Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’dir. Bu kitabın Türkçe çevirisi var, Belge Yayınları’ndan. Bu, gerçekten de çok ilginç bir kitap. Rosa Luxemburg ve Lenin gibi çağdaş devrimci militanları inceleyen Lukács, işçi sınıfının devrimci ve objektif bilincini öznel [subjektif] kategoriler ile anlamamız gerektiğini öneriyor. Bir de bunu yaparken, Lukács sanat teorisi kavramlarını da kullanıyor. Debord’un yapmak istediği aslında İkinci Dünya Savaşı sonrası bir Tarih ve Sınıf Bilinci eseri yazmaktı. Parti disiplininden uzak, obskurantist avant-garde, yarı-punk bir herifin yapabildiği kadar yapmış işte.

Art-İst dergisi için yaptığın Situasyonistler sayısının girişinde güçlü bir anti-mektup var. Daha ilk sayfadan aslında bir sanat dergisinde Situasyonistler meselesinin tartışılamayacak olmasını itiraf ediyor gibi. Bir yandan da mektubu “Bu sayıyı politik bir silaha çevirmeye çalışın” gibi bir cümleyle bitiriyor. Sen bu çelişkiye rağmen dergiyi çağdaş sanatın gösterisinden uzak tutmayı başarabildin mi?

Bahsettiğin mektubun yazarı Akexander Brener. Halil’in arkadaşı ve Stedelijk Müzesi’ndeki Kazimir Malevich resmine dolar işareti spreyleyen, Manifesta’ya “Fuck the Neoliberalist Multiculturalist Art System Now” sloganıyla saldıran, Žižek, Groys gibi ünlüleri tokatlayan bir sanat anarşisti; tam anlamıyla bir “estetik terörist”. Şimdi ilginç bir şey anlatacağım: Situasyonistler sayısından sonra Halil, Brener ve onunla beraber takılan Barbara Schurz’u İstanbul’a davet etti. Alfredo Bonanno ve İsyankâr Teori [Insurrectional Theory] üzerine bir sayı hazırladılar, Art-İst dergisinin özel sayısı. Bonanno, 2005’ten beri 4 kere daha hapse girmiş, uzun bir dönem hapiste yatan İtalyan bir anarşist, direkt eylem çağrısı yapan bir militan. Tabii ki böyle bir radikalliği sanat çerçevesinde devam ettirmek imkânsızdı ve bu sayıdan sonra Art-İst dergisi U dönüşü yapıp, eski haline geri döndü; bienal eleştirileri, sanatçı röportajları, sergi analizleri falan, yani bilindik normal seyrine döndü… ve ardından tamamen söndü.

Devam edecek

Brener ve Schurz’un Art-İst dergisine mektubu

Sevgili art-ist,

Bizden bu özel S.E. sayısı için bir yazı yazmamızı istediniz. Fakat bu olanaksız. Kesinlikle olanaksız. Olanaksız çünkü şu anda aşırı ağır ekonomik, entelektüel, duygusal ve fiziksel koşullar içinde var olmaktayız. Bir evimiz yok, yemeğimiz yok, paramız yok ve bu durumu değiştirmek için bir umudumuz yok. Fakat daha da önemlisi, bir sanat dergisi için S.E. ile ilgili bir yazı yazmayı utanç verici buluyoruz. Biz, bunun ahlaksızca ve genel kafa karışıklığını ve ilgisizliği körükleyecek bir hareket olduğunu düşünüyoruz.

Brüksel Polisinin 1869’da ünlü Enternasyonal altınlarını ele geçirdiğini sanmasının hikâyesini biliyor musunuz? Bu altınların varlığı, kapitalistleri uyutmuyordu. Hikâye şöyle: Polis karanlık bir köşede duran kocaman ve sağlam bir kutuya el koyar. Fakat polisler kutuyu açınca sadece kömür bulur. Kapkara kömür. Altın yoktu. Polisin Enternasyonal’e ait altının düşman eli değdiği anda kömüre dönüşeceğinden haberi yoktu.

Ha, ha, ha…

Aynı şey S.E. için de geçerli: Sanat sistemi tarafından ellenince bütün entelektüel ve duygusal coşkunluk toza dönüşüyor: ne harika bir yazgı! Situasyonistlerin ilan ettiği gibi: güncel sanat felç olmuş bir karnaval. Başka bir deyişle: gösteriş ve ölü zaman. Buna karşılık S.E. doluluğu, gerçek şenliği, yani devrimi, kendini gerçekleştirmeyi, katılımı sevdi. Ve sanat sistemi S.E.’nin fikirlerini rekupere etmeye çalıştığında onların devrimci anlamını öldürmeyi amaçlar. Güncel sanat çevresini S.E. ile birleştirmek bu yüzden olanaksız. Her anlamda olanaksız!

S.E.’nin hazırlanış şekli şöyleydi: kültürel, politik, ekonomik ve sosyal her cephede planlı taciz. Debord’un dediği gibi: güncel sanatçılar Çernobil’den bile daha kötü. Şimdi bu taciz stratejisine her zamankinden de çok ihtiyaç var. Fakat bunu anlayabilecek sanatçılar nerde? Yok böyle birileri. Bu yüzden Situasyonist Enternasyonal hakkında bir sanat dergisi hazırlamak saçmalık. Size tavsiye edebileceğimiz tek şey derginizi devrimci bir teorik silaha çevirmek, eğer yapabilirseniz. O zaman S.E.’nin fikirleriyle çalışabilirsiniz.

En iyi dileklerimizle,
Alexander Brener ve Barbara Schurz ✪

__ [Nota Bene] ________________

  1. Sezgin Boynik ve Tolga Güldallı’nın editörlüğünde çıkartılmış, Türkiye’deki punk rock kültürünü irdeleyen 2007 basımı kitap, Türkiye’de punk kültürünün tarihçesini, punk gruplarının deneyim ve hikayelerini, toplumun bu müziğe bakış açısını, punk kültürü hakkındaki afiş ve fotoğraflar ve bu dönemin gruplarının şarkılarının derlenmiş olduğu bir müzik CD’sini içerir.[2][3] Kitap, Tampon, Headbangers, Noisy Mob ve gibi grupların yanı sıra, punktan etkilenmiş daha ana akım Rashit, Athena ve Baba Zula gibi gruplar hakkında da bilgi içermektedir. Kitap hakkında detaylar içeren site.
  2. RABRAB PRESS: 2014 yılından beri yayınlanan, Helsinki merkezli teorik güncel sanat dergisi. Rabrab websitesi
  3. OEI Press