1930 yılında Samuel Beckett, sponsorluğunu Nancy Cunard’s Hours Press’in yaptığı yarışmaya gönderdiği doksan sekiz dizeden ve on yedi dipnottan oluşan Whoroscope isimli şiiriyle birincilik ödülüne layık görülür. Ödül olarak 10 pound kazanan şairin şiirle aynı adı taşıyan ilk kitabı da 300 kopya olarak adı geçen yayınevi tarafından basılır. Beckett’ın bir şair olarak ilk çıkışını yaptığı bu şiir, hem başlığı hem de sözcük oyunu yaptığı çarpıcı dizesiyle (“Two lashed ovaries with prostisciutto?”), Katolik çevrelerin yoğun tepkisiyle karşılanır. Dublin’deki kitapevleri kitabı raflarına koymak istemezler. Beckett’in anne babası da bu tuhaf şiirden ve onun korkunç başlığından aynı derecede ürküntüye kapılır.
İngilizce’de orospu anlamına gelen ‘whore’ sözcüğünün ardına, teleskop, mikroskop gibi ‘bilimsel’ aletlerin betimlenmesinde kullanılan ‘scope’ takısının eklenmesiyle adlandırılan şiir, tavuğun altından civciv olmaları beklenmeden alınan yumurtalardan yapılma omletini yerken, bir yandan da zaman, ölüm, hayatın gelip geçiciliği, teolojik sırların belirsizliği üzerine kafa yoran Descartes’ın ağzından yazılmış etkileyici bir monologtur. Bu orospuölçen, orospuları/orospuluğu daha yakından tanımamıza yardım eden ‘kokuşmuş’ şiir, gündelik hayatın içinde bir genelevde gezinir gibi gezinir, ‘bir faaliyet alanı’ olarak genelevin duvarlarından kentin sokaklarına taşmış olmasıyla, iyiliğin, erdemin, çalışkanlığın ve kutsallığın ardına gizlediğimiz, böylece yok saydığımız ve yok sanılacağını sandığımız kötülüğün, ikiyüzlülüğün ve tüm acınası insanlık durumlarının üzerindeki peçeyi, vıcık vıcık bir hüzünle değil, tersine, yirmi dört yaşındaki genç bir şaire oldukça yakışan bir cesaret ve öfkeyle çekip yırtmak ister. Elbette, daha başlığıyla bile ürkütecek, uyku kaçıracaktır. Çünkü, gençliğin, cesaretin ve öfkenin yanı sıra, en korkutucu silahla, yoğun bir ironiyle donanmıştır.
İnsanoğlunun çağlardan beri medet umduğu, devletine, tarihine, kültürüne, yapıp ettiği ve içinde az ya da çok zorbalık barındıran ne varsa hepsine dayanak yaptığı ciddiyetin tersine, ironi ‘zahmet’ demektir ve zahmet gerektirir. Şiirin yaslandığı ve eleştiri konusu yapılan her insanlık edimine, varoluşun kendisine de yöneltilen bu yoğun ironinin temel imgesi kokuşmuş bir yumurtadır ki, şair en sonunda, tüyleri yeni bitmiş bir kuşun düşüğü olan ve olgunlaşsın olgunlaşmasın, her iki durumda da etrafa zengin bir koku saçacak bu yumurtayı bir balık çatalıyla yer.
Kendi varoluşunda ve var ettiklerinde benzer bir kokuyu duymayan, yoğun bir yeterlilik duygusundan beslenen vahşi bir iyimserliğin kapanına sıkışmış olduğunun farkına varmayan, varsa da dillendirmeyen hiçbir edebiyatçı, Oğuz Atay’ın dediği ve yaptığı gibi, bir ‘mahsul’ olarak en başta kendisini ironinin terazisinde tartmadan –bir simge olarak seçiyorum– ‘ne bir çıkmazı çözümleme gayreti içinde aydınlık ve inandırıcı bir resim çizebilir, ne de bu resmin bir köşesinde yer alabilir.’
Bu zahmete koşut, en fazla edebiyatın gereksindiği, zapt edilemez bir hayal gücünün zorlamasıyla Beckett’in yarattığı prostisciutto sözcüğünden Oxford English Dictionary, prostitute (fahişe) ve prosciutto (baharatlı İtalyan jambonu) sözcüklerinin karışımından şairin türettiği ve “bir mönü maddesi olarak dişi fahişe metaforu” diye söz ediyor. Türkçe’de bastırma olarak karşıladığım ve böylece, “Kamçılanmış iki yumurtalık mı bastırmalı?” halini alan dizenin çağrıştırdıkları ise, oroskop sayesinde belki kendi içindeki orospuyu da keşfedecek olan okura kalmış. Yazarın/şairin bu denli ucuz bir şey yumurtlamak için ıkınması, günlerce ıstırap çekmesi ve çıkan ucubeyi kutsaması ise, yazarından yayımcısına, tiksinti verici ticari bir kaygıyla ya da bilmediğim ve bilmek de istemediğim başka kaygılarla, gerçek edebiyatın görmezden gelindiği, beğeni mahrumu süprüntü bir edebiyatın baş tacı edildiği bir ortamda bana, gene bir genelevi anımsatıyor: “Beyoğlu Beyoğlu”nun bir sahnesinde pezevenk, oturduğu masadan, müşteri beklerken fazla şamata eden kızlarına döner ve çıkışır: “Namusunuzla çalışın orospular!”
Çeviri bir şiir kitabı için hiç de gerekli olmayan bu giriş yazısı, en ünlü romancımızın artık bizleri alıştırdığı üzere, yazdığı her romanın hemen ertesinde medyada ve fırsatını bulduğu her ortamda kitabı hakkında bıktırıcı ve en hafif tabirle okuru aptal yerine koyan yönlendirici açıklamalarına benzer açıklamalarla sürüp gitmeyecek. Kendimi ‘Beckett Okuru’na güldürmeye, ‘çevirinin eksiklerini köylü kurnazlığıyla tamamlıyor’ dedirtmeye hiç niyetim yok çünkü. Buna gerek de yok. Yapamam da zaten. Sadece, pek çok yerde monoton bir ses tonuna, dahası bir iniltiye dönüşen ve beynimin içinde uğuldayıp duran bu huzursuz edici şiirlerle yıllardır sabahlayan, sihir dolu, törensi sözcüklerin sımsıkı örtük kapılarını umutsuzca yumruklayan davetsiz bir misafir olarak, bulduklarımdan ve gördüklerimden edindiğim, hak edilmiş bir bahaneyi kullanmak istiyorum.
Bedeninin zarafetine rağmen, bilincine gösterdiği özendeki insan üstü çabayı ve daha pek çok başka şeyi düşününce, gözüme Beckett’in anti-kahramanlarından daha sivri, daha trajik görünen sevgili Tezer Özlü’nün zorla yatırıldığı ‘hasta’ yatağında, ‘Acınası güncelliğimizin en büyük umudu…’ diyerek okuduğu Kafka’nın akrabası bu “yazar”ın çoğumuza anlaşılmaz, dahası itici gelmesi kadar doğal ne olabilir ki! Hangi babayiğit kolay kolay, “Godot kadar umutsuz ve marazi bir ruh halini yansıtan, sevilmesi imkânsız bu şiirleri okumayı, ola ki sindirirse sinir sisteminde yapacağı LSD etkisiyle tümüyle değişmeyi” göze alabilir? Fakat alamadığımız ya da almak istemediğimiz, böyle olunca da, nice zorluklara göğüs gererek ‘kopyaladığımız’ büyük küçük tüm yaşam pratiklerimizi sorgulamak aklımızın ucundan bir an olsun geçmediği içindir ki, yoksulluğumuzun ve çıkışsızlığımızın içinde saklı duran tek olanağı da ıskalarız insan/lık olarak.
‘İçine batılan suyun siz içine gömüldükçe yükseleceğini bilmek (Beckett).’ ‘Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamanın mutluluğunu duyumsamak (Kafka).’ Bunlar, iki ayrı bilinç durumunu yansıtan iki farklı önerme değil. Hem de hiç… Birincisinde, ilk bakışta anımsanan kendine güven ve yeterlilik duygusu, ikincisindeyse, kendini oldukça aşikâr şekilde dışa vuran tevazu… Hayır! Her ikisinde de duyulan, duyurulmak istenen, varoluşun incecik battaniyesine çırılçıplak sarmalanmış kederli bir insan sesi. Beckett daha başka şeylerden söz etmek isterken, daha tümceyi okumaya başlar başlamaz, ansızın ve karşı koyulamaz bir içtepiyle, hani ya yalnızca kısa bir bölümünü, onu da doğru dürüst bile değil, bir parça eğip büküp alıntılayarak ikinci tümceye benzetmeye çalışmam, çocukça bir alışkanlığın devamı olmalı. Bu bir takıntı, evet bir takıntı: Yanlış okumak, bir kitabı ya da hayatın tamamını…
Böyle bir ‘hastalığın’ entelektüel hayatta bir karşılığının olmadığını bilmekle birlikte, şiirin tam da kalbinde yer aldığını söylemek istiyorum. Bu ‘yanlış ya da eksik okuma’ merakı ya da telaşıyladır ki, şiirsel sözün okura bağışladığı muazzam genişlik içinde kitabı bir an için kapatır ve sözün devamını siz getirirsiniz: Bir bardak ya da bir küvet dolusu su değildir sözü edilmek istenen. ‘Bilincin bir yasası’ olarak düşeni yutarken yükselen su bir göl, bir deniz, belki bir okyanustur. Öyleyse, içinde boğulduğumuz ‘ırmağın’ bizim sayemizde yükseleceğini zannetmek saf budalalıktır, ya da, içinde boğulduğumuz ‘denizin’ bizim sayemizde yükseleceği miktar, varlığımızın da ‘önemini’ gözler önüne seriverir bir çırpıda. Kitabı yanlış okurken, bir başka yoldan aynı doğruya varmaktır belki de yapılan. Bir gerçeğe ulaşmanın sayısız yolu içinde, yolculuk boyunca, sonunda varılacak yerin yanını yöresini daha derin kazımanın şiirce ve tehlikeli karşılığıdır bu, ve sadece ‘poetik bakış’la olasıdır. Bahsi edilen metnin bir şiir değil fakat bir düzyazı olduğuna dair yapılacak itiraz ise, yersizdir.
“(…) Bu arada kelimeyi bozuyor idiysem, bu, hayatta tutunabilmem için yapmam gereken bir şeydi. Vakti geçmeden, aslında birer bulut olan kelimelere bürünüp kılık değiştirmeyi öğrendim. Benzerlikleri keşfetme yeteneği zaten o eski, benzeme ve benzer davranma zorunun zayıf bir kalıntısından başka bir şey değildir. Fakat beni bu zora kelimeler koşuyordu. Beni terbiyenin değil, evlerin, mobilyanın, elbiselerin örneklerine benzeten kelimeler. Ama bunlar beni hiçbir zaman, benim kendi imgeme benzetemediler.”
Çünkü henüz bir çocuktur. Gün gelecek aynı kelimeler Walter Benjamin’i, ‘içinde varlıktan başka hiçbir şeyin olmadığı’ kendi imgesine de dönüştüreceklerdir…
Poetik algı, ‘yükselen suyun her şeyi bomboş, dümdüz kıldığı, bütün şu kepazeliğin gerçek yüzünü, yani anlamsızlığını ve çıkışsızlığını gösterdiği’ noktada, bunun bir yazgı olmadığını bilir. Aksine, özgürleşebilme olanağını, içine boğazımıza kadar gömüldüğümüz bu kepazeliğin içinde arar. Finnegans Wake’te James Joyce, “En iyi dolandırıcı en çok kehanette bulunandır,” der. Bazı şairler ve yazarlar bu ‘çileci bakış’ın bedelini fazlasıyla ödemiş ve her şeyi yazabilme hakkını kazanmışlardır. Onlar insanlığın namusu için yazarlar.
“Hey! geçiniz bu bahisleri,
benim yanan ciğerimin öğütülmüş tatlı teri!
O günler ki Cizvitleri çatı penceresinden fırlatırken kızgın bir
yüklüğün içinde oturayım diyeydi.”
Kişiyi sözdizimi sanatının büyülü törenselliğinde sarhoş eden bu kitabın ‘tekil okumayla yetinmeyen’ poetik düşünme yetisine sahip okuru, Beckett’in davet ettiği kentin caddelerinde gezer, tımarhanelerine konuk olur, aykırı bitkilerinin kokusunu, tuhaf hayvanlarının varoluş serüvenlerini merak ederken, İngilizce olmayan sözcüklere ve dizelere ait bazı dipnotlar görecek sayfa altlarında. Şiirlerin İngilizce asıllarında Beckett’in sıkça kullandığı Latince ya da Latince’den bozma tümceler, Fransızca, İtalyanca, Almanca sözcükler, Latince kökenli dilleri konuşan okurların tersine Türk okuru için –eğer bu dilleri bilmiyorsa– hiçbir çağrışım yapmayacağı için, İngilizce dışındaki dillerle yazılmış sözcük, tamlama ve tümcelerin Türkçe karşılıklarını dipnotlarda verme gereği duydum. Sadece iki deyişin, “scrotum atra cura” (Cerahat I) ve “limae labor”ın (Âsude I) yerine Türkçe karşılıklar önermeye çalıştım – böyle yapmakla şiirin iç sesini gözetmiş olmalıyım.
Bunun dışında, dipnotları, bir şiir okumasına hiç de lazım olmayan, keyif kaçırıcı, çevirmenin budalalığının tescili gereksiz açıklamalar için kullanmadım. Tüm perdeleri açmayı, bütün peçeleri kaldırmayı Beckett’in çoğul okumaya alışkın, meraklı ve doyumsuz okuruna bıraktım. Yalnızca Enueg I şiirinde yer alan ve ulaşılması hayli güç “ganzies” sözcüğünü “ganza”lar olarak kullanarak, okura bakacağı yönü göstermeyi yeğledim (Sonra, belirdiği için, ısrarlı haykırışların ve ıslıkların ve kızıl ve mavi / ganzaların birdenbire yükselen alevleri içinde sol yanda bir tarla). Sözcüğe Türkçe bir hayvan ismi yakıştırmaya çalışırsam eğer, şiirin okuru buluşturmak istediği öyküyü ve savurmak istediği çağrışımları ulaşılmaz kılacağını düşünmüş olmalıyım – oysa, böyle bir yakıştırma, eksik de olsa çeviriye yadsınamaz bir tat katabilirdi.
Olağanüstü geniş bir entelektüel coğrafyaya tepeden bakan bu heyecan verici şiirleri Türkçeleştirirken, şiir çevirisinin bilinen zorluklarına ek olarak, yer yer dili bozan, deyim yerindeyse sözcükleri kırıp döken, onları dağa taşa, suya çamura savuran, uçurumlardan iteleyen, gökyüzüne fırlatan ve yankılarını dinleyen, bu seslerin içinden yeni sözcükler bulmayı uman, böylece kelimeleri anlamlarından çok “ruh”larıyla kavranılır kılmak isteyen gerçek bir şairle karşı karşıya olmanın güçlüğünü yaşadım. Kimi yerde dizelerden yansıyan ses arkaik bir homurtuya dönüşüyordu. Şair, şiirin iklimine uyan bir söz dağarı kullanırken çoğu kez şaşkınlıkla şunu gördüm. Pek çok İngilizce kelimenin –bir öyküsü/yolculuğu olsa da– kökeni bilinmiyordu. Başka türlü söylersem, sözcük kayıptı, yoktu aslında ve herhangi bir zamanda ve uzamda birisi, bir şey onu tesadüfen ortaya çıkarmış, yaratmıştı. Bu durumda, şairin gerçekte söylemek istediğini kavrayabilmek için, sözcüğün yaptığı yolculuğun izini ters yönde sürmek, bu yolculuk sırasında kazandığı anlamları tek tek bulup çıkarmak ve en nihayet bir seçim yapmak gerekti. Bazı kelimeleri, ki iki tanesinden yazının başında bahsedildi, şair kendisi yaratmıştı. Bunlardan sözlüğe girmiş ve böylece mutlak bir anlam kazanmış olanların Türkçe’de bir karşılık bulmaları, benzer bir çaba gerektiriyordu. Lâkin bazı sözcükler vardı ki, tamamen uydurulmuş ve anlamları, en kesin söyleyişle okurun “deneyimiyle” biçimlenebilirdi ancak.
Beckett’in yayımlanmasını istediği şiirlerinden oluşan bu kitabın son bölümünde yer alan dört şiir Fransızca kaleme alınmış ve daha sonra yazarın kendisi tarafından İngilizce’ye çevrilmişlerdir. Bu şiirlerin son üçünün altındaki uzak tarih (1948), kitabın pek çok şiirindeki dil oyunları bir yana, onlara hâkim olan felaket duygusuyla, bu son şiirlerdeki yalınlığın ve saf lirizmin arasındaki kontrasta da ışık tutabilir belki. Kuşkusuz ki, tüm acılara, tüm sevinçlere âşina ‘yorgun’ bir şairin özlemi, bundan daha güzel, bundan daha onurlu dile getirilemezdi. Her çatlağından yoğun bir kederin buram buram tüttüğü bu lirik söyleyişte, insan varoluşunu kuşatan belki de tek gerçekliğe, tanıklık arzusuna tanık edilmek istendiğinizi duyumsamak nasıl da yürek burkucu! Varoluşa o yoğun kederi katan da, her onurlu insanın/yazarın apaçık değil fakat kurşundan ağır imgelerle, gene de utana sıkıla dillendirdiği bu tanıklık beklentisinden kaynaklanmıyor mu?
Okurun yapılan ve kendisine sunulan çeviriyi daha iyi değerlendirebilmesi, Türkçe’nin kaçınılmaz olarak şiirlerden çaldıklarını ve olası katkılarını görebilmesi ve nihayet Beckett’in bu şiirlerle kurduğu dünyayla doğrudan yüzleşebilmesi için kitap iki dilli, son bölüm için de üç dilli hazırlandı. Bu tür bir sunumun aynı zamanda, şiirleri çevirme sorumluluğunu üstlenen kişi olarak içimi rahatlattığını söylemek isterim. Böylece ‘zahmetli’ okur, çevirinin başarısını değerlendirirken, üstlenilen işin zahmetine de ‘tanık’ olabilecek.
Zira, her şiir çevirisi gibi bu da, okurdan medet uman, umma hakkına sahip olduğunu düşünen eksik bir çeviridir. Sevgili şair arkadaşım Tolga Suyolcuoğlu’yla birlikte ve sanırım dört ya da beş yıl önce bu işe soyunduğumuzda, bundan ne kadar emindik, anımsamıyorum! O günkü iyi niyetli girişim tüm çabalarımıza rağmen yarım kaldığına göre, yukarıdaki önerme gibi kuşkusuz daha pek çok şeyin de –hiç değilse kendi adıma söyleyeyim– farkında değildik. Her şeyden önce, belki de “kusursuz” bir çeviri yapma hevesiyle okura sırtımızı dönmüştük. Aceleciydik – özellikle de ben. Bir de, ve belki de en önemlisi, birlikte yapıp etmenin lezzetini tadalım derken asıl gerçekliği, gerçek sancıyı ıskalamıştık: Şiir yazmak gibi şiir çevirmek de tek kişiliktir; şiirin uzamındaki alışverişten payınıza düşen her neyse, bu sizi yalnızken bulur. Birbirimizi kendi imgelemimizle etkiliyor, bu etkileşim de, lafı uzatmadan söylemek gerekirse, zaman zaman ya da çoğu zaman gerçeklikten, şiirin asıl anlatmak isteği şeyden uzaklaşmamıza yol açabiliyordu. Bir süre sonra aramıza katılan İdil Börtücene’nin de katkılar yaptığı bu ortak ‘ürün’ öylece, bizlere yaşattığı doyumsuz lezzetteki anlarıyla, fakat tamamlanamadan kaldı.
Fakat şimdi, size sunulan bu çeviri kitabın sorumlusu olarak, o günden bugüne öğrendiğim başka şeyler var. Örneğin Malacoda şiirinin Beethoven’ı anlattığını biliyorum artık. Sadece bu ‘bilgi’ şiire, şiirin de dahil olduğu bir ‘anlam alanı’nın içinde elbette, –ki Raimond Gaita bu alanı, güven sarsıcı olduğu için zarafeti karşısında bazı insanların sinirlendikleri bir örümcek ağına benzetiyor– karşı konulmaz bir çekicilik ve keder katmak için yeterli. Bilgi dediğim, örneğin Malacoda şiirinin son bölümünde “hayal” olarak karşılamayı yeğlediğim “imago” sözcüğünün anlamlarını bilmek gibi, kitaplardan/sözlüklerden edinilebilecek ‘kusursuz’ bir bilgi değil: “Metamorfoza uğrayan diğer hayvanlar için de söz konusu olan, ama özellikle tüm başkalaşım evrelerini tamamlamış bir böceğin, ‘kusursuz böceğin’ ulaştığı nihai ve kusursuz form, son ve mükemmel evre. Ayrıca, kişinin bilinç altında oluşturduğu, tutum ve davranışlarında etkisini hâlâ sürdüren bir insanın hayali imgesi – anne ya da baba imgesi örneğin.” Nasıl bir bilgi peki? Kısaca, bilginin özündeki ‘dolayıma’ tabi olduğunu bilen, hiç unutmayan bir bilgi bu. Tekinsizlik aşılayan bilgi. Gene de böylesi bir bilginin çok önemsediğim bir işlevi var, hem şiirin yazımında, hem şiirin okunmasında, hem de çevrilmesinde.
Malacoda üzerinden konuşmaya devam edersek, şiirin sihri, ya da üzerini örten ve onu gizemli bir alacakaranlığın içinde soluk alıp vermeye zorlayan peçe, şiirin Beethoven için yazıldığını ‘anladığım’ anda, dudaklarımın arasından yüreğimi acıtarak çıkan kocaman bir “Hiiii!” ünlemiyle birlikte uçuverdi. Tüm imgeler bir anda kollarını açıp beni kucaklamadılar elbette. Ya da, ünlediğim o “Hiiii!” ile birlikte tek bir an için, yalnızca ‘o’ an için hepsi birden görünür oldular. Hemen ardından bir kısmı yeniden yitip gitti. Fakat o an, tek bir an, her şey çok gerçekti. O an, bir okur olarak imge’nin, “imago”nun anlamına –anlamlarına değil!– erdiğim andı. Ne yazık ki şiiri o an içinde okumamış, ona o an içinde yoğunlaşmamış ve çevirmemiştim. Doğrusu, türlü kaygılarla okumaya ve çevirmeye yeltenmedim. (Böyle bir şeyin sadece şiir yazarken olası olduğunu düşünüyorum ve burada şiirin kapalı uzamını uzun uzadıya tartışacak değilim.)
Geriye sormak istediğim iki soru kalıyor: Dolayımlı bilgi sayesinde şiiri, imgenin sahihleştiği, tüm çağrışımlardan, metaforlardan arındığı anda –elbette böyle bir şey mümkün olursa– tek bir şeyin bile yitip gitmesine fırsat vermeden ‘çevirmek’ olası mıdır? Bilmiyorum. Bu kitabın içindeki hiçbir şiir böyle çevril(e)medi. İkinci soruyu, izninizle İngilizce sormak istiyorum: Must it be? It must be! It must be!
Son olarak, her şeyin ötesinde bu ‘imkânsız’ işe vesile olduğu için Tolga Suyolcuoğlu’na, şiirlerin heyecanını benimle paylaşırken bıktırıcı sorularıma her seferinde içtenlikle ve sabırla yanıt veren, tıkandığım yerlerde sezgisiyle önümü açan sevgili eşim Pelin’e, şiirlerin Türkçe’lerini İtalyanca’larıyla karşılaştırma ve benimle son bir değerlendirme yapma zahmetine büyük bir gönül erinciyle katlanan zarif arkadaşım İdil Börtücene’ye, değerli zamanını ayırarak Dört Şiir’i Fransızca’sıyla, Eneug I ve Eneug II’yi İspanyolca’sıyla karşılaştıran Ali Karabayram’a, ve onca meşgalesinin arasında ısrarlı sorularımı keyifle yanıtlarken bilgisini benimle paylaşan, dahası bana daima cesaret veren sevgili arkadaşım Barış Bağcı’ya duyduğum minneti dile getirmek isterim. Onların katkıları olmasaydı, Beckett’in şiirlerini hâlâ bekliyor olacaktım.
Şubat 2004 – Siyahi Dergisi
Oroskop
Nedir bu?
Boot kardeşlerden taze kokuşmuş
Bir yumurta mı?
Götür Gillot’ya ver onu.
Galileo nasılsın
ve onun ardışık üçüncüleri!
Orduya erzak sağlayan tüccarın sarkaç misâli yan çizen oğlu,
rezil yaşlı Kopernik çömezi!
Hareket ediyoruz dedi yola çıkıyoruz – Porca Madonna![1]
bir tayfabaşı gibi, ya da çuvalı çürük patatesle dolduran
Şarlatan gibi.
Sallanmıyor, sallanıyor. 10
Nedir bu?
Balık yumurtası mı yoksa mantarımsı bir şey mi?
Kamçılanmış iki yumurtalık mı bastırmalı?
Kaç zamandır gebeydi o tüylü şeye?
Üç gün dört gece mi?
Götür Gillot’ya ver onu.
Faulhaber, Beeckman ve Kızıl Peter,
gelin şimdi dumanlı çığın içinde ya da Gassendi’nin güneş kızılı
billurumsu beneğinde
tavuklarınızı ve tüm hadımları pürteceğim
yonta yonta yorgan altında mercek yapacağım gün ortasında. 20
Onun öz kardeşim olduğunu düşünmek, Dayakçı Peter’in,
Baba bu kıyasa dahil olsa da hâlâ
Peter dışında kimseyi bağlamaz ki.
Hey! geçiniz bu bahisleri,
benim yanan ciğerimin öğütülmüş tatlı teri!
O günler ki Cizvitleri çatı penceresinden fırlatırken
kızgın bir yüklüğün içinde oturayım diyeydi.
Kimdir o? Hals mı?
Bırakın beklesin.
Benim şehla meleğim!
Ben saklanmıştım sen aramış. 30
Ve Francine değerli mahsulüm bir evin – oturma odası ceninim!
Nasıl pul pul dökülmek böyle!
Soyulmuş kül rengi cici derisi ve alev alev bademcikleri!
Humma kamçılamış
benim biricik yavrumu karanlık kan dursun diye – kasvetli
kan!
Ah aziz Harvey
nasıl akacak al ve ak, azın içinde çok,
(sevgili kan-dolaştırıcı Harvey)
yüreği yarılmış bu adamda girdap gibi? 40
Çoktan dördüncü Henry okun sırrına erdi.
Nedir bu?
Ne kadar uzun öyle?
Otur üstüne.
Savurdu avutan umutsuzluğumu şeytanca bir rüzgâr
bir hanfendinin keskin ve narin kıvrımlarına
karşı:
ne bir ne iki kere lâkin . . . .
(İsa’nın Uykusu yumurtlar onu!)
içinde boğuluyor güneş insanın 50
(Götlalesicizvitleri lütfen kopyalayın).
Böylece ipek çorap giy örgü giysi üstüne ve hastalıklı deri –
ne söylüyorum ki ben! yumuşak yelken bezi –
ve parlak Adriyatik üstünde açıl Ancona’ya,
ve elveda de yer açmak için Gül-Haç Biraderlerin altın anahtarına.
Bilmiyorlar ki efendileri ne yaptıydı,
tüm berbat ve tatlı havaların öpücükleri burna bulaştı,
ve davullar ve bok girişinin tahtı,
ve götün fırıl fırıl dönen gözleri.
Sonra biz Onu içtik ve yedik Onu 60
ve sulandırılmış Beaune ve bayat Hovis parçaları
oysa O jig dansı yapabilir
yakınlaşır ya da uzaklaşırken Kendi Dansına
ve üzgün ya da neşelidir ayin kadehi ya da sininin daveti kadar.
Ya bu nasıl, Antonio?
Bacon aşkına beni yumurtlamaktan tırsacak mısın.
Mağara hayaletlerini yutacak mıyım?
Anna Maria!
Musa’yı okuyor ve aşkının çarmıha gerildiğini söylüyor.
Leider! Leider![2] çiçeklendi ve kurudu, 70
caddeye bakan pencerede solgun ve küfürbaz bir muhabbetkuşu.
Hayır onun her sözüne inanırım sizi temin ederim.
Fallor, ergo sum![3]
Utangaç yaşlı frôleur![4]
Çanı ağır ağır çaldı ve tekmeleyerek durdurdu
ve Kutsal Kurtarıcı Tarikatı yeleğini ilikledi.
Fark etmez, geçelim.
Cesur bir oğlanım biliyorum
öyleyse ne benim oğlum
(bir koruyucu bile olsam) 80
ne de babamın Joachim’i değilim
ama kusursuz bir bütünün yongası ne eski ne de yeni
muazzam bir gülün parlak ve vakur yapayalnız taçyaprağı.
Sonunda olgunlaştın mı,
benim ince solgun kruvaze bokum?
Ne zengin bir koku saçıyor,
tüyleri yeni bitmiş bir kuşun düşüğü!
Balık çatalıyla yiyeceğim onu.
Beyazı ve sarısı yumurtanın ve tüyler.
Sonra kalkacağım yataktan ve yollanacağım içe işleyen 90
karların Rahab’ına doğru,
katleden sabah kuşu papa ikrarcısı dişi savaşçı,
Christina, pervasız yırtıcı.
Ah Weulles acı basamakları tırmanmış
bir Frenk’in esirge kanını,
(Peronlu René …!)
ve bana bağışla
yıldızsız esrarlı ikincil anlarımı.
1930
[sws_divider_basic]
Notlar
Peron Sinyoru René Descartes, hemen hemen sekiz-on gün tavuğun altında kalmış yumurtalardan yapılan omletten hoşlanır ve bu iğrenç bir şey derdi.
Hiçbir müneccim yazgısını okuyamasın diye, doğum tarihini kendisine sakladı.
Olgun bir yumurtanın mekiği günlerinin çarpıklığını tarar.
sayfa 11, satır 3 1640 yılında Dublin’de, Boot Kardeşler Aristoteles’i delillerle çürüttüler.
4 Descartes analitik geometriyle ilgili kolay problemleri, çözmesi için uşağı Gillot’ya verirdi.
5-10 Oğul Galileo’yu (ki burada onu müzisyen baba Galileo ile karıştırıyor), ve onun dünyanın hareketine ilişkin kestirmeci sofizmini hor görmesine gönderme.
17 Bu matematikçiler tarafından ortaya atılan problemleri çözdü.
s.12, s. 21-26 Ağabeyi Pierre de la Bretailliére tarafından dolandırılma girişimi –Askerken aldığı para.
27 Franz Hals.
29-30 Çocukken küçük şaşı bir kızla oynardı.
31-35 Kız evladı altı yaşındayken kızıl hastalığından öldü.
37-40 Kan dolaşımını keşfettiği için onurlandırılan Harvey, aynı zamanda kalbin hareketini de açıklamış olduğunu kabul etmeyecekti.
41 Dördüncü Henri’nin kalbi, Descartes’ın öğrenci olarak bulunduğu sırada La Fléche Cizvit Koleji’ne getirildi.
s.12-13 45-53 Düşleri ve Loretto’ya hac yolculuğu.
s.13 56-65 Madde öğretisi ile töz dönüşümü öğretisini uzlaştırmak için Descartes’a meydan okuyan Jansenist Antoine Arnauld’ya yanıt olarak Descartes’ın Eukharistik sofizmi.
68 Schurmann, mavi çoraplı Hollandalı, Voët’in dindar öğrencisi, Descartes’ın muhalifi.
73-76 Aziz Augustine’e çalılıkta vahiy iniyor ve Aziz Paulus okuyor.
s.14 77-83 Tükenmiş bir şekilde Tanrı’yı ispatlıyor.
91-93 İsveç kraliçesi Christina. Stockholm’ün soğuk Kasım ayında, hayatı boyunca öğlenden önce yataktan kalkmamış Descartes’ın, her sabah saat beşte yanında olmasını istedi.
94 Weulles, İsveç sarayındaki Aristotelesçi Hollandalı fizikçi ve Descartes’ın bir düşmanı.
[1] Kancık Meryem! Kancık Domuz Meryem Ana!
[2] Vah! Yazık!
[3] Aldatılıyorum, öyleyse varım!
[4] sapık ✪