Eğer, günümüzde düzyazı yapıtlar, ister roman, ister deneme aracılığıyla, genellikle şiirin kullandığı bir biçime göz koydularsa, eğer yazın’ın bir deneyim olduğunu ve okumanın, yazmanın, yalnızca anlamlan ortaya çıkaran bir eylem değil, fakat bir ortaya çıkarma devinimi olduğu fikrini bize kabul ettirmeyi şiir kadar iyi başardılarsa, bunu Lautréamont’un girişimine ve “çılgınlığına” borçluyuz. Maldoror’u okumak, öfkeli bir açık görürlülüğü kabul etmek demektir. Bu açık görürlülüğün birbiri ardı sıra gelen sarmalama, kucaklama devinimi, eksiksiz bir yüce anlamın rahatlığına erişmek için okuyucunun geçmek zorunda olduğu anlık bütün anlamalara yabancı mutlak bir anlamın tamamlanması olarak, ancak en sonunda anlaşılır. Şaşılacak bir devinim. Fakat, bu kitabı okumak daha da olağan dışı. Bunun gibi pek çok kitap vardır. Bu kitapların anlamı, sözcüklerin ideal açıklığından kurtulmuş, mümkün olabilen bütün anlamlarla uyuşmazlık içindeki bir gücün etkileyici ve zihin kurcalayan en son saplantısıdır yalnızca. Bu yapıtlarda kopma hemen hemen sözcüklerle yapılmıştır. Kopma açıktır, hem de tehlikelidir, zira abartılı biçimde görülebilen bir kopma bütün dikkati yok eder ve yeni bir akim ilkesi olmaktan çok bir son olur.

Ama Maldoror, bütün bölümlerinde, anlamla doludur. Hatta, figürlerin olağandışılığı ve sahnelerin tuhaflığı, bize gösterilen nedenlere bağımlıdır. Okuyucu, anlamaksızın karşılaşacağı, bilgisi dışında oluşan zincirlemeler nedeniyle kendini kaybolmuş görmekten uzak, nedenini sorarsa ona yanıt vermeye hazır, görmek isterse her zaman var olan üstün bir açıklıkla çevrilidir. Ancak bu açıklık öylesine kendisini unutturmaktadır ki, okuma tutkusu, okuyucuya, onu denetimsiz, köklü bir değişikliğe ve okumasının sonrasında, anlama hırsına çok yabancı bir insanın yepyeni eyleminin yerine geçeceği bir çıkışa doğru sürüklüyormuş gibi gelmektedir.

Maldoror’u okumak baş döndürücüdür. Bu baş dönmesi, merkezinde insan bulunan alevli bir boşluk ya da durgun ve karanlık bir doluluk izlenimi yaratan ateş çemberindeki gibi bir hızlanmanın etkisine benzemektedir. Bazen insan kendisini, bir kusur olarak kabul edilmesi olanaksız, son derece etkin, acı alaylı bir bilincin ortasında görür. Bazen de her yerde bulunan bu ustalık, bu değişik şimşekli kasırga, anlamla dolu bu fırtına, artık kesinlikle bir zeka fikrini değil, fakat, ağır ve kör bir içgüdü, tıkız bir şey, ayrışan bedenlere ve ölümün yakalayabildiği cevhere özgü bu inatçı ağırlık fikrini verir. Bu iki izlenim üst üstedir, zorunlu olarak beraber yürürler. Okuyucuda, düşüşüne doğru koşan bir sarhoşluk ve batışına giden uysal bir devinimsizlik yaratırlar. Bu koşullarda, düştüğü yeri ayırt edebilmek için dengesini bulmak ve eklemlerinin kaynadığını anlamak için yürümek çare ve isteğini nasıl kazanacaktır? İlerler ve batar. Yorumu oradadır.

Uzun yıllar boyunca, çalışmada açıklığın işleyişinin ne olduğu konusunda en bilgili olduktan sanılan Remy de Gourtmont gibi eleştirmenler, Ducasse’ta tam bir açıklık yokluğunu kabul ettiler. Bugün, aydınlık bir zihnin nitelikleri konusunda daha az bilgili olmayan yazarlar, önce ondaki “açıkgörürlüğe”, “kavrayışa”, yalnızca ne söylediğini bilen değil, fakat, onu söylemekle birlikte, kendini yargılayan, yorumlayan ve düzelten bir yazan ender rastlanan gücüne hayran olmaktadırlar (Roger Caillois). Fakat başkaları, kuşkusuz bu hayranlığa katılmakla birlikte, onu tamamen karşıt kanıtlarla doğrulamakta, Şarkı/ar’da akıldışılığın bir öç alışını, karanlık güçlerin doğrulanışını, kaynayan yeraltı katmanlarının volkandan patlayışını görmektedirler (Julien Gracq). Aydın bir okuyucunun hem aşağılanacak, hem de hayranlık veren bir açıklık yokluğunu gördüğü, hem hayranlık uyandıracak ölçüde bilinçli, hem de hayranlık uyandıracak ölçüde bilince yabancı bir yaratmayı tanıdığı böyle bir yapıta belki de şaşmak gerekir. Basit akla en dost okuyucu bile, kendi deviniminden son derece emin olan bir zihnin, kusursuz bir sözdiziminin bütün uyumlarıyla denk düşürdüğü bir metni incelemek için gereken her şeyi bulur onda. Bundan başka, şuna da inanmalıdır ki, eğer alay, dilin sağduyulu düzenine saptırıcı bir uyumsuzluk sokuyorsa, gene de bu alayda hatta göz kamaştırıcı bir güç olduğu zaman bile bir açıklık garantisi vardır, çünkü söz konusu tümceyi yok eden ve yadsıyan alay, bu tümcede bilinçli olarak yer almıştır ve düzelttiği için de tümcenin bütün ayrıntılarını beğenmektedir. Eğer bu düzeltme, temel düşünceyi yerinden sökerek tehlikeli bir dengesizliğe neden oluyorsa, böyle bir ayrılmanın tam bilincinde bir alay, konu dışı olanları yakalamakta, nedenlerini iyice anlatmakta ve isteyerek akıldışılaştırdığı heyecanlar olarak yeniden bütünün içine katmaktadır. Evet, Lautréamont’da akıl, şaşırtıcı bir biçimde kesindir, hiçbir “akıllı” okuyucu ondan kuşkulanamaz. Ama bu akıl öylesine güçlü, öylesine bir genişliktedir ki, aynı zamanda akıldışılığın bütün devinimlerini kucaklayabiliyor, saptırıcı, en garip güçleri, üstünde yönünü bulduğu, kaybolmadan ve onları kaybetmeden kendisiyle birlikte sürüklediği bu yeraltı burçlarını anlayabiliyor gibidir.


Eğer Lautréamont’da yalnız karanlık güçlerin aydınlattığı ya da körlettiği bir yazar görülüyorsa, o zaman en düşünülmüş sanata verilen yazma kapasitesinin benzerini bu bilinmeyen güçlere de vermek gerekir. Maldoror’u okumakta ilerleyen bir kimse, anlamlı bir niyete dayanmak için, her zaman, o anda görülmese bile görülmeyi vaat eden bir anlamın yalnızca uyumlu ve sürükleyici devinimini bulmaz, fakat geleneksel kuralların molozları ortasında, her zaman söylediğini yapsa da, her zaman bildirdiğini gerçekleştirse de, okuyucuyu çok kolayca sarsmaktan dolayı tam anlamıyla aşağılayıcı olarak hiçbir zaman çözümsüz bir bilmece bırakmasa da, kuşkusuz nereye gittiğini bilen bir dilin özenli öngörülerine, önlemlerine rastlar. Maldoror’un düzenlenişi çoğunlukla gizle sarılmıştır. Böyle bir gelişmenin, kendisiyle hiçbir bağı olmayan başka bir sahneye yer vererek ansızın kesilivermesi (anlatımın sürekliliği kesilmeden) ender değildir. “Bana benzeyen birini arıyordum, ama bulamıyordum” izleği üzerine: Böyle bir bent yöntemli uzun bir araştırmaya girişir, fakat bir deniz kazası, bir okyanus ya da bir fırtına öyküsüne girişmek için birdenbire terk ediliverir ve ilk girişime tamamen yabancı olan bu öykü, bizi öylesine uzağa sürükler ki, yazar, en son satırlarda sonu başa bağlayarak, hiç terk etmediği yol göstericinin ortaya çıkmasına izin verdiği zaman, buraya nerden geldiğimizi çoktan unutmuşuzdur: “Sonunda bana benzeyen birini bulmuştum”. Karışık görünümlerin ardında, çok sayıda bentte aynı uyanık düzenleniş vardır. Nereye gittiğimizi bilmiyoruz, karanlık labirentlerde kayboluyoruz, fakat bizi kaybeden iç karartıcı labirentler bizi kaybetmek için, birbirimizi bulduğumuza bizi inandırarak bir daha kaybetmek için eksiksiz yapılmış olarak ortaya çıkıyorlar.


Eğer Lautréamont’da yalnız karanlık güçlerin aydınlattığı ya da körlettiği bir yazar görülüyorsa, o zaman en düşünülmüş sanata verilen yazma kapasitesinin benzerini bu bilinmeyen güçlere de vermek gerekir.

Max Ernst (üstte) ve Andre Masson'dan Maldoror Şarkıları
Max Ernst (üstte) ve Andre Masson’dan Maldoror Şarkıları

Pek çok durumda, Lautréamont, görünür biçimde, kara yapıtlardaki ve halkın sevdiği romanlardaki entrikalara özgü giz yöntemlerini üslubuna koymaktadır. Hatta dili bile gizli bir entrika, polis romanlarının çok güzel tasarlanmış bir olayı olmaktadır. Bu olayda çetin bilinmezlikler, zamanı gelince aydınlanmakta, beklenmedik olayların yerini imgeler, alışılmamış cinayetlerin yerini acı alayların yamanlığı almakta ve suçlu, hep yanılan okuyucuyla karışmaktadır. Bu dilekler, Lautréamont’nun, Nerval’in yaptığı gibi, daha sonra tek tek aydınlattığı bir kapalı güzel tümceler dizisini sıralamaya başladığı zaman, altınca kitapta patlak verir. Bu aydınlatmayı, bu alıştırmaların karakteri üzerinde bir kuşkunun dolaşmasını istiyor gibi görünen tuhaf bir özgür davranışla yapar, zira geleceği kendisine ait olmayan bir dengeyi her zaman yalnızca havada ve ustalıkla yakalamaktadır.

Her zaman okuyucudan daha bilge, okuyucunun bilmediği çözümleri öngörmede daha yetenekli ve bu bilgisizlikten çözüme götüren yol olarak yararlanmakta özgür olan yazarın ön tasarımlan yoluyla Maldoror’daki düzenlenişin bütün gizlerini -en bulanık türden gizleri- açıklamayı amaçlamadığımız kendiliğinden anlaşılmaktadır. Fakat en azından şu kesin gibi görünüyor: Değerini, bizzat kendinde var olmayan bir zekaya mal etmede güçlük çekilecek bir yapıt olan Maldoror, Lautréamont’nun haklı olarak kendisine ait gördüğü bütün nitelikleri en üst düzeyde var sayar: “Soğuk” dikkat, “amansız mantık”, “inatçı ihtiyat”, “hayranlık veren açıklık” (ki parıltısının labirentleri karmaşıklaştıkça anlamı çoğalmaktadır): “Aziz matematikler” ticareti boyunca yakaladığını söylediği fakat başlangıçta kendisine yabancı olan nitelikler ve gösteriş ki bununla nitelikler konusunda bizi bilgilendirmektedir, aklın onun için yabancı bir şey olduğunu ve bu aklın herkes gibi kendisi için, belki de başkalarından daha çok kendisi için, akla doğru inatçı, trajik ve uzun bir yol almadan başka bir şey olmadığını öğretmek amacıyla çok iyi yaratılmıştır.

Lautréamont’nun güçlü berraklığının kanıtlarını çoğalttıkça, bize daha da karanlık gelmesi tehlikesiyle karşılaşırız, buysa, karanlık gücü son sınırında olan bir yapıtın karanlığıdır, çünkü, eğer bu karanlıklan “çekici aydınlığın” bir tek oyunuyla açıklamak gerekirse, eğer burada “bir karabasan yazdı” izlenimi bize yalnızca ondan gelirse, sonuç olarak bu açıklık ancak gizi kalınlaştırabilecektir. Lautréamont’nun Maldoror ile şaşırtıcı bir kitap yapmak istediğini kabul etsek bile bu, bizim ondan kuşkulanmamızı bize sağladığı için değildir. Bunu kendisi söylüyor, öyleyse doğrudur. 1 Ama bunu bize söylese bile bu tamamen doğru değildir; daha da ötesi, bizi şaşırtmak niyetini bize küstahça belirttiği zaman, bu şaşkınlık, verdiği bilgilerle bitmez, tersine bizim beklememize, onun uyarısına o denli bağlı, o denli etkilidir ki bizi apansız değil ama güpegündüz yakalayarak ondan bir gün kurtulmak umudumuzu da yok eder.

Kitabının son bendinde, sonuna gelmiş olarak, yolu üstünde, bu yola gereksinmesi olmayan bir insanın duygusuna kapıldığı bir anda, okuyucuya onu “sersemletmek” istediğini bildirir. Lautréamont’da tuhaf olan şey, küstahlığın kabalığı değil, fakat bütün beklenmedik darbeler içinde kaçamaklı, anlamı belirsiz, yakalanamaz olan şeydir. Okuyucuyu sersemletmek mi istemektedir? Belki, ama nasıl? Ne aptallık, ne de yorgunluk yeterlidir diyor, bunlarla birlikte çekici bir güç, alıklığa değil ama donakalmaya, her şeyi gören, ama elinden bir şey gelmeyen bilincin edilgenliğine erişen bir düş’ün egemenliği de gereklidir.2

Kuşkusuz o zaman hipnotizma çok modaydı. Fakat dikkat çekici olan şey, manyetik güneşten sarhoş olduğu bilinen gerçeküstücülüğün bile geçemeyeceği bir ataklığa deseninde tanık olunmasına karşın, Lautréamont’nun, dili ve yazını, güçlü bir manyetik uyuşukluk girişimine dönüştürme düşüncesine sahip olması değildir -şiirle manyetikliği birleştirme fikri Poe’da olduğu gibi Baudelaire’de de vardır.-

Güçlü aydınlığı kendisininkini karartacak olan bir bakışın etkisi altında, okuyucunun birden kendini bulduğu bu gözlemde, yeni bir yazınsal araca imada bulunmaktan çok daha heyecan verici bir şey vardır. İnsan bunu hemen fark eder: Okuyucusunu içine ittiğini ileri sürdüğü durum, Maldoror m tağlı bulunduğu aynı durumdur. Şarkıları okuyan kimse, en inatçı izleklerinden biri olarak saplanuyı, uykunun tehdidini görür: Maldoror’un reddettiği, “dikkat çekici bir hırsla savaştığı, fakat uyumayı reddetmede uyku zaten var olduğu için, uykusuzluk halinde ise kendisi kazandığı için her zaman yenik düşme tehlikesiyle onu karşı karşıya bırakan garip uyku. “Uyumuyorum, hiç uyumuyorum”un nedeni, yapıta bütün akışı boyunca saldırıp yıpratırsa da, özellikle 45’inci bentte (uykunun bendi) ve 5’inci şarkıyı bitiren bentte (örümceğin ve sınırsız emmenin bendi) ortaya çıkar. Bu sayfalarda, bir çeşit manyetik bir tuzağa düşen Maldoror’un herhangi bir karabasan öyküsüyle değil, fakat gecenin ve gündüzün başlıca trajedisiyle, bizzat kendisiyle, başkası olan kendisiyle savaşan aydınlığın trajedisiyle nasıl mücadele ettiği görülür: Maldoror, aydınlık olduğunu, ne pahasına olursa olsun öyle olmak istediğini gösterir, hiç kendinden vazgeçmeyen türden bir aydınlık, fakat çok güçlü olan bu aydınlık bazen körleşir, uykulu bir gecenin sanrılı ağırlığı olur, bazen uykuya yakalanıp (ya da bazen ölüme ya da çılgınlığa) “hiç kapanmayan göz’İe, sonsuzluğun dağılması ortasında, bir kafanın dibinde, ölü bir zihnin gerisinde, “kadavra aklı” içinde devam eder, dayanır, onu saf dışı bırakan yokluk içinde her zaman yeniden var olarak kendini tekrar yaratır.

İnsan, bu betimlemenin 3 incelemesine girmeden, orada dişin içinde olan şeyi görür. Önce, hep açık görmekten doğan, durmadan doğrulanan karan, sonra, bu berraklığın dibindeki tuzağın bulanık, sıkıntılı, ama açıkça tanınan duygusunu, çünkü uykuyu uzaklaştırdıkça berraklığın kabul etmesinden ve ortasında bulunduğu aldırmazlığın tutsağı olmasından daha trajik bir uyku olmaktadır bu uyku. Lautréamont, sonunda basiretin utku kazanacağını düşünüyor, ama bu utkunun nasıl bir savaşımı gerektirdiğini ve kendisini kötürüm eden “hayvanlıktan”, gecenin en karanlık durumlarında onu hazır gösteren, onun için korkunç olan bu olanağa kadar hangi dönüşümler içinde berraklığın onu araması gerektiğini anlıyor ve biliyor.


Bu eşsiz sayfalardan, niyet ortaya çıkıyor: Maldoror’un deneyimine göre, açıklık ve karanlık arasında, temelinde anlaşma olan düşmanlık, düşmanca işbirliği, bir başarısızlık olan utku gibi her türden ilişkiler, endişe verici ve hatta trajik ilişkiler vardır. Ve bu aynı sayfalar doğrulamaktadır ki, günün kayıp bir ışığa benzediği bu karanlık yoğunluğun içinde bile Lautréamont, savaşmayı inatla sürdürerek karanlıkla uzlaşmadı ve yalnızca bir endişesi oldu: “Yenilmemek”, “bu yataktan çıkmak”, “düşünülmeyecek kadar büyük sorun”. Böyle bir durum anımsanarak, Şarkılar’ın, yazarının güçlü bilincine tanıklık edebilmeleri ve aynı zamanda, dışlanan bir içgüdünün amaçsız tutkusunun başarıya ulaştığı karanlık bölgelere dalabilmeleri daha az garip bulunacaktır. Berraklık, yapıtın her bölümüne girmekte, onları yönlendirmekte ve meydana getirmektedir. Fakat yapıt eksiksiz biçimde aydınlıktır, şu anlamda ki, berraklık onun asal gücü ve aynı zamanda hedefi olmaktadır, bu nedenle açıklık, kendini doğruladığı, kendini aradığı, kendini kaybettiği, sonra yeniden bulduğu ve sonunda kendini ele verdiği her yandan taşmaktadır.

Belki bu, o kadar gizemli değildir. Bizce bilinmektedir ki açıklık, bilinç, akıl sözcükleri basit bir modaya yanıt vermemekte, açıklık hem var, hem yok olabilmekte, bazen uyanık kalmayı sürdürmek için kaybolmakta, eğlencenin gerisinde gözetlemekte, bir kulenin tepesine tünemiş olarak değil, fakat yeraltı derinliğindeki çalışmada bunu kuran bir tür Lyn- cee gibi, edilgenlikte harekete geçmektedir. Ve gene bizce bilinmektedir ki, en bilinçli yazar, meydana getirdiği kitabında olduğu gibi, derin bir tarafını işin içine katar, zekasının hiçbir gücünü atamaz, fakat tersine, onlara bu kitapla birleşmeleri için yalvararak ve bu kitaptan da o güçlere yardımcı olmasını ve onları derinleştirmesini isteyerek, yapıtı ve berraklığı arasında bir kompozisyon ve gelişme devinimi kurar. Bu son derece güç, önemli ve karmaşık bir çalışmadır. Bu bizim “deneyim” dediğimiz ve sonunda yalnızca yapıtın zekadan yararlanamayacağı, aynı zamanda ona hizmet edeceği bir çalışmadır, öyle ki sonunda onun mu berraklığın eseri yoksa berraklığın mı onun eseri olduğu kesin bir biçimde açıkça söylenebilmelidir.

Şarkılar’ın, bu tür çalışmanın en dikkate değer örneği, örnek kabul etmeyen bu tür yazın’ın örneği olduğunu saklayamayacağız. Genişliği ve gelişmeleri nedeniyle (çünkü süre bu çabada başta gelir) Rimbaud’nun Les llluminastions’undan – bunlar, bir bakıma zihin için fazla çetindirler, ona yalnızca parlaklığının anısını bırakırlar- ve bir deneyimden çok bir anlatı olan Une Saison en Enfer inden daha çarpıcıdır. Bu nedenle Maldoror’un zaman içinde ve zamanla kendini yaratan, ilerleyici bir yaratma gibi, okumak, bize çok önemli görünmektedir, bir work in progress, akıp giden bir kitap, kuşkusuz Lautréamont onu istediği yere götürmekte, ancak, o da Lautréamont’u bilmediği yerlere götürmektedir. Şöyle diyebilir: “Bizi sürükleyen akıntıyı izleyelim”, kendisini kör ve öfkeli bir gücün rasgele sürüklemesine izin verdiği için değil fakat yapıtın bu sürükleyici gücü, bir çeşit kendisinin önünde olma, kendinden önce gelme biçimi olduğu için, hatta dönüşüm yolundaki berraklığının geleceği olduğu için böyle söyleyebilir.

İlk sözcükleri karaladığı gece Lautréamont’nun kafasında ne vardı: “Plut au del que….”, o anda tamamen biçimlenmiş, yazacağı altı şarkının anısının kafasında olmadığını söylemek yetmez. Daha fazlasını düşünmek gerekir: Yalnızca altı şarkının kafasında olmadığını değil, ama bu kafanın henüz yok olduğunu, onda olabilecek tek kafanın o çok uzaklarda olan kafa olduğunu, yani Maldoror’un yazılacağı an, onu yazmak için istediği bütün gücü kendisine verecek olan bir kafanın umudunu.

Kuşkusuz, tamamlanmış yapıt olarak Şarkılar, bütün yok olmalardan kurtulmuş, Maldoror un kederli olarak öz varlığını gördüğü bir bazalt kitlesi gibi, çatlaksız bir bütün olarak ortaya koyar kendisini. Kaderi bir yanıyla tamamen zamana bağlı, süresinin tam yardımcısı, yazıldıkça anlamını bulan ve yaratan, bununla birlikte başsız ve sonsuz bu kitle olarak kalan, bunun gibi başka bir yapıt var mıdır, bu zaman dışı koyuluk, bütün önceki ve sonraki izleri sonsuza dek unutulmuş ve silinmiş gibi görünen bu sözcükler eşzamanlılığı? Bu kitabın büyük şaşkınlık konularından biri buradadır, ama bundan kendini çekip çıkarmayı denemek gerekir, çünkü Lautréamont’nun kim olduğunu görebilmek için onu, beyaz bir kağıt yaprağını titreten bir mumun aydınlattığı, bir beşinci katın boş odasında, henüz daha kimse yokken, bir elin, ah evet, çok güzel bir elin “Plut au riel que…” diye yazmak, bu ilk dört sözcüğe bir yanıt olarak yazmak için yapayalnız biçimlendiği anda aramamız gerekir.

Böyle bir deneyimden, anlam, tehlikeler ve büyüklük kolayca fark edilir. Şarkılar bir uçurumun düşleridir, fakat bu uçurum her şeyden önce Lautréamont’un uçurumudur ve öyküleri, yazarıyla bağı olmayan basit bir lirik tasarım oluşturmazlar, onun varlığına dokunurlar ve bir yapıtın uzun çabasıyla aydınlığa çıkarmayı denedikleri şey, bu varlığın açılan ve eşsiz geçmişinin derinliğidir. Yapıtın koynunda imgeler, imgesel güçler ve yaşamın gerçek anılan yer alır, gelişir, gücünü dener, sonra, değişimden değişime geçerek, karanlık şeylerin dibini keşfetmiş olarak, bu keşfedilen karanlık dipte günün kurtuluşuna erişirler. Bu düzensiz devamda ve bu kararsız kargaşada en inatçı çalışmayı ve en olağanüstü biçimde sürdürülen deneyimi tanıyabilmek için, gerçekte, Şarkılar’ı okurken, imgelerin deviniminde, onlann akışında ve dönüşümlerinde uysal olmak yeterlidir: Tıpkı, mantıksal birlik dışında, ama mutlak bir uygunluğa erişmeye; bu uygunluk sağlandıktan sonra, en büyük aydınlıkla en büyük karanlığı, aydınlığın en uzak ve en alt noktasıyla, bu noktanın içine giren aydınlığın kendini bulduğu ve serbest kaldığı anı, birbiri ardınca izletmeye kararlı bir yapıtın deneyimi gibi. Kuşkusuz Şarkılar’ın dünyası genellikle bir söylence dünyasıdır ve orada anlatılan olaylar, ortak yanları olmayan insanlarla Isidore Ducasse’ın görünen insanlığını karşı karşıya getirmektedir, fakat yazann gerçek deneyimi apaçık olarak bu söylencesel olaylardan geçiyorsa da yalnız onların perspektifi içerisindedir ki geçmişinin ve endişelerinin gerçek anlamını yeniden yakalayabilir. Bunu yaparken, ona acı veren, ama özgürce ve özgürlük hesabına yeniden fethetmeyi istemekten hiçbir zaman vazgeçmediği Tanrısal güçlerin eşdeğerini, Maldoror’un şeytansı kurgusunda olduğu gibi, yalnızca, Tanrıyla olan ilişkilerin öfkeli geriliminde, ansızın domuz yavrusuna dönüşmede, ahtapotla olan yavaş suç ortaklığında bulmaktadır.

Lautréamont un 1870
yılında yayıncısına yazdığı bir mektuptan.

En büyüğünden bir girişim, bir deneme. Gittikçe doğrulan, kendini yapan, sonunda gün ışığına çıkan gömülü bir insanın dev çalışması. Altına kitabın başında, Ducasse, yapıtının ön sayfalarından, bir “ön açıklama” dan söz eder gibi söz ettiği zaman bundan daha anlamlı hiçbir şey yoktur.

Sonuçta, bizzat kendi düşündüğünü anlattı ve kendini aydınlığa çıkardı. Bu yapıtla Lautréamont olan yok varlık yavaş yavaş kendini yarattı ve doğumun zorlu çalışmasını iyi yansıtan bir savaşım içinde, bu kan ve öfke akışı içinde, doğumdan başka bir şey olmayan sabrın ve şiddetin işbirliği içinde, Lautréamont, kesin bir biçimde İsido e Ducasse’ı bir yana itip, dünyaya geldi. Şimdi var, Lautréamont var.

Dünyaya mı geldi? Daha çok gün ışığına çıktı ve Şiirler’in görünür yadsınmasını, garip sonunu ve kayboluşunu açıklayan bu aşın devinimdir. Ünlü formül: Şiir herkes tarafından yaratılmalıdır, bir kişi tarafından değif in başka anlamı yoktur. Lautréamont, “Gelecekteki bir kitaba önsöz”ü yazdıkça, bu gün ışığına bağlılığın kendisini nasıl bir kopmaya götürdüğünü görmeye başlar: Sözcüklerin anlamı ya da yalnız sözcüklerle ilgili bir yadsımaya değil, fakat gerçek bir olumsuzluğa, tam bir kayboluşa, kişiliksiz aklın soğuk devinimine kavuşmak, onu başarıya ulaştırmak ve sağlamak için bütün kişiliğinin özverisine götürdüğünü görmeye başlar. Yeniden aradığı şey, bütün noktalarda eşit, herkes için aynı olan bir ışıktır. Orada, herkes uzlaşmış olduğundan, “her biri”nin eksiksiz görünüşü olabilecek gerçek, herbiri için “herkes” olacaktır. Kendinden hiç ayırmadığı, düşmanı olduğu kadar suç ortağı da olduğu bir yüceliğin sonsuz gerçeğim yakalamayı denediği ve kendiliğinden var olanınki olan bir devinim. Bu sonsuz titizliktir ki, insan gerçeğinin köleliklerinin ve kendi kişisinin sınırlarının kırıldığı bir değişim perspektifi içinde (aynı zamanda en yüksek olan) en aşağıya götürdü onu, şu anda ise, bir başka değişime, mutlak adiliğin değişimine götürmektedir, bu kez sınırın kabul edilişi sınırsızlık olacaktır. Ve orada, bilincin aklın ve egemenliğin en uç noktasını temsil eden devinim, bütün egemenliklerin terk edilmesiyle ve her kişisel bilinçle aynı zamanda olacaktır. Böylece korkunç tik tik ve tik ’ler, giyotinin satın gibi ozanın üstüne düşer ve bunlarla şiir, ner eşsiz varoluşun özgünlüğünü, bir tek sözcükle, manyak sapıtmanın 4hiçliğine indirger.

Lautréamont ve Hölderlin gibi her bakımdan farklı iki insanda, onlan daha da birbirlerinden ayırdığı sanılan şiir deneyimlerinin, nasıl olup ta aynı derin baş dönmesiyle, aynı gerilimle ve gün’ün arzusu olan aynı arzuyla açığa vurulduğunu görmek çok etkileyicidir: Bu arzu, kendini herkes içinde yok etmeye susayan bir kimsenin doğasının sonsuz ışığına benzeyen bu güneşin aydınlığı içinde, hem kaybolmuş, hem kurtulmuş olarak, herkesin kendi aydınlık doğasının içtenliğiyle ve bizzat kendisiyle birleşeceği, günün bu anına erişmek arzusudur.

Eğer bu iki alınyazısı farklı oldularsa, belki de bu, bu anı şafak vaktinde gören, bu başlangıcın, ona kendi öz başlangıç gibi görünen bu gün öncesinin kendine doğru çektiği Hölderlin’in, bizzat kendini yeniden bularak, hem ölümü hem yaşamı bulmayı umduğu anne göğsüne ve çocukluğuna duyduğu özleme boyun eğmesin- dendir. Fakat her şeyden önce ışığı sevmiş olarak ve kendi başlangıcının özlemi hiçbir zaman zayıf ve kişisel bir arzu değil, fakat önce en an tutku, göksel Tanrılarla birleşmenin gururlu arzusu olarak, bu dünyadaki yaşamı bir çocuğun yaşamına dönüşmesine karşın, gerçekten ve kesinlikle ışıkla birleşmesi gerçekleşti. Bu ışığa bütün güçlerini bağışlamak gücünü bulmuş ve bu ışık da ona, dönüşte, kişiliksiz aydınlığın bütün ihtişamının parladığı çocuk akimın eşsiz ününü getirmiştir.

Işığın ondaki gücü onu çocukluk özleminden ve çılgınlığından daha güçlü yaptığı için, çılgınlıktan doğan Lautréamont, ne çılgınlıkta ne de çocuklukta kaybolabilirdi. Geriye dönüş, bu dönüşün denemesini önceden yapmış ve onun üstesinden gelmiş ve bu çaba içinde gerçek olarak doğmuş biri için mümkün değildir. Lautréamont o garip kişidir ki Ducasse takma adı altında henüz gerçekte var olmayan biri olarak bizzat kendini dünyaya getirmek ve kendi başlangıcının sorumluluğunu taşımak istedi. Hayranlık uyandıran ve söylencesinin gerçeği olan girişim. Fakat kendi soyunun efendisi olmak isteyen bu kimseye, doğmak, kısa bir süre sonra sonsuz bir olay gibi görünür. Doğmak, günün içine çıkmaktır, daha sonra günün içinde sınırlarını aramaktır ki, bu sınırlar olmadan gerçek varlık yoktur. Fakat doğumun sorumluluğunu ve hakkım yok etmek cezası olarak dışardan zorla kabul ettirilemeyen sınırların, günün sınırları da olmaları gerekir. Gün, Lautréamont’da sınırsız bir özlem gibidir, onun en son am, ideal ve gerçek tek noktadır, orada tamamen kendisi olmayı bırakarak, kendi dışında tamamen kendisi olmakta, onu orada kaybettiren yüce içgüdü içinde, sonsuza dek kalmak üzere, dünyaya gelmektedir.

Ducasse’ın son anlan bizce bilinmemektedir. Bilinemezlerdi, çünkü ancak tek gerçeği gösteren bu bilgisizlik içinde görünebilirlerdi. Bu son saatlerin entrikası neydi? Napolyon otoritesinin gülünç görünümü altında, herkesin aklının yüce bir cisimleşmesi olan yasa, ona el kaldırdı mı? Egemenliğinin son bir devinimi içinde Maldoror Şarkılarında verdiği sözden döndü mü: “Hiçbir zaman kendi yaşamına suikastta bulunmamak?” Bu, o zaman anlamı olan bir söz vermeydi çünkü o zamanlar intihar, karanlıkların girişimiydi, ama bugün aydınlıklarınkidir ve kim karşı koymak ister, günün böyle bir çağrısına? Ya da, baştan başa, alınyazısını yazınla bağdaştıran, aşırmayla başkasının söz söyleme yeteneği içinde kaybolmayı önceden denemiş olan O, şimdi eskiden hemen hemen yok olan elinin, hem Maldoror’un hem kendisinin başlangıcını gösteren “Plut au ciel”i yazmayı başardığı beşinci kattaki odada, artık bu kez ne uğultunun, ne gölgenin, ne sıkıntının, ne kötü düşüncenin bulunduğu bu aynı odada, bu kitabın önünde, her zaman “geleceğe ait”, dinginliğe adanmış, sözcüklerde gerçekleşmek için yaşamının tek özsuyu olmayı isteyen bu dinginliğin anlamını kavrayarak, acaba, aydınlığının en yukarısındayken son değişimini, tek gerçek olanı, bu anda ondan alçakgönüllülüğü ve hatta dinginliği yaratan değişimi çok güzel tanıyor mu?

Lautréamont’un sonu gerçekdışı bir şeyler saklıyor. Yasanın tek sözcüğüyle doğrulanmış, bayağılığa olabildiğince yaklaşan ölüm olayının kısaca belirtilmesi içinde, “başka bilgi olmaksızın… öldü”, yer almamak için gelmek gereksinmesini duymayan bu son, eksik gibi görünüyor. Lautréamont, çok garip bir biçimde silinen sonuyladır ki, sonsuza dek, kendisinin tek yüzü olan görünmenin bu görülemez biçimi oldu ve ölümün gizliliği içinde, sonunda herkesin gözüne kendini gösterdi, sanki böyle ışıklı bir yokluk içinde bulmuştu belki de ölümü, ama ölüm içinde de eksiksiz an’ı ve günün gerçeğini.  ✪

__ [Nota Bene] ________________

  1. “Okuyucu… önce götürülmek istendiği yeri çok iyi görmez; fakat, genellikle zamanlarım kitaplar ve broşürler okuyarak geçirenleri kurtarmaya çalışmamız gereken bu dikkate değer şaşkınlık duygusunu, bunu yaratmak için bütün çabamı gösterdim.”
  2. “…Bundan başka, gözlerini, sizinki!erin durgunluğuyla kendi doğasına karşı karartmaya onu zorlayarak, iyi bir manyetik akışkan maddeyle, uyurgezere özgü devinim olanaksızlığı içine onu ustaca koymak gerekir.”
  3. Bu metinde açıklanan görüşler. Editions de Minuit yayınlarında çıkan Lautreamont et Sade kitabında geliştirilmiş bulunmaktadır.
  4. “Şiir herkes tarafından yaratılmalıdır. Bir kişi tarafından değil. Zavallı Hugo! Zavallı Racine! Zavallı Coppee! Zavallı Corneille! Zavallı Boileau! Tikler, tikler ve tikler. ” “Tiklerin varlığı belirlendiğine göre aynı sözcüklerin sıralarını beklemeden daha sık yeniden ortaya çıkmalarını görmeye şaşılmasın: Lamartine’de atının burun deliklerinden akan gözyaşları, annesinin saçlarının rengi; Hugo’da gölge ve kaçık ciltçiliğin unsurlarıdır.” “Bir insanın zekası ne olursa olsun, düşünme yönteminin herkes için aynı olması gerekir.”
Önceki

Antonio Lobo Antunes: Ölüler hâlâ peşimi bırakmıyor

white floral dcor
Sonraki

İstî(h)are