[Virginie Despentes] Centre Georges Pompidou konuşması

Virginie Despentes’ın 16 Ekim 2020’de Centre Pompidou’da okuduğu metni. Tarihin ve insanlığın anlatısını değiştirme zorunluluğu üzerine.
Aralık '21

Çeviren: Gonca Akvardarlar

Kafamın içinde on bin polis ile yaşıyormuşum gibi hissediyorum: gerçek polisler, diğerlerinin, rakiplerin, arkadaşlarımın polisleri. Kendim için her yerde sınırları olan bir esir kampı haline geldim; iyi ve kötü arasında, sevdiğim ve sevmediğim arasında, bana iyi hizmet eden ve bana kötü hizmet eden arasında, yararlı ve hastalıklı olan arasında, izin verilen ve yasaklanan arasında. Tüm propaganda benden geçiyor ve benim aracılığımla konuşuyor. Hiçbir şeye karşı geçirgen değilim ve söylediklerimin farkına varacak kadar zamanım bile olmadan izlemekten bıktım. Polisin beni tehdit etmesine ihtiyacım yok. Ben kendimi tehdit ediyorum. Kendimi kilitlemek için sokağa çıkma yasağına ihtiyacım yok. Ne yaptığımı gözetlesin diye penceremin altında gezinen orduya ihtiyacım yok çünkü hiçbir şeye hizmet etmeyen çok fazla saçmalığı içselleştirdim.

Sorgulamadan inandığım, tamamen işe yaramaz iğneleyici sözlere boyun eğiyorum. Her adımda beni yaraladıklarında onları tespit edecek ve onları ezecek gücüm varmış gibi davranmaktan bıktım. Hiçbir şey beni, beni çevreleyen boktan ayıramaz.

Bunun ahlaki bir seçim olduğunu söyleyerek kendimi boğmak için çok fazla enerji harcıyorum. Zamanımı kontrol radarlarına sızarak ve ağzımı her açtığımda dayak yemeyi bekleyerek geçiriyorum. Gerçek dayakları bana ben atıyorum çünkü en etkili polisler şu anda kafamın içinden geçip giden polisler ve ::en ufak sözümü gözetlemeye geliyorum::. Sanki herhangi bir tutumun beni temize çıkarmasını hak ediyormuşum gibi birinci saflık ödülünü hak ediyorum. Sanki bizi birbirimizden ayıran bir sınır varmış gibi, en iyi olarak gösterilmeyi hak ediyorum. Herkes için aynı kaldırım söz konusu olduğunda her birinin kendine ait bir duruşa sahip olduğu, her birinin kendi biyografisine sahip olduğu, her birinin davranışına göre kendi ödülünün olduğu, her birinin dolandırıcıyı veya dilenciyi oynayacak kendi kaldırım parçasının olduğu ya da her birinin kendi küçük ::şeref eylemi:: olduğu yanılsaması vardır. Fakat her birinin sınırları var ve her birinin saygınlığı var. Her birinin okuyucusu var, her birinin izleyicisi var. Hepimiz bir evrene sahibiz. Saçmalık! Herkes için aynı olan tek bir evren vardır ve bu oyundan çıkmak, liyakati bir kenara bırakın, asla güç meselesi değildir; sadece düzenleme ve şans meselesidir. Ve hiçbir şey beni, beni çevreleyen boktan ayıramaz.

Vücudumun sınırı ne parmaklarımın ucu ne de saçımın sonu. Bilincimin sınırı kanaat gücüm değil; soluduğum ve reddettiğim kirli havadır. Parçası olduğum döngü derimin tanımladığından çok daha geniş. Epidermis benim sınırım değil. Sen benden korunmuyorsun, ben senden korunmuyorum. Birbirimize bakmasak bile, düzüşmesek bile, senin çatın altında yaşamasam bile gerçekliğin beni delip geçiyor. Daimi temas halindeyiz. Pandeminin bulaşma yoluyla görünür kıldığı sürecin, iyileşme yoluyla, bunun farkına varma zamanıdır. Ne zaman senin için doğru olanı yapmaya cesaret etsen özgürlüğün beni kirletiyor. Ne zaman söylemem gerekeni söyleyecek cesaretim olsa özgürlüğüm seni kirletiyor. Bu sınır hikâyelerine, herhangi birinin ::kendisi için olduğu:: masalına, herhangi birinin ::kendinde:: olduğu masalına, şeylerin bildiğimiz şekliyle tek olası gerçeklik olmasını isteyen ve sabit olan bu masala sorgulamadan inandık. İnsan ırkının olası tek bir kolektif kaderi olduğu masalına: bazılarının seçkinler tarafından acımasızca sömürülmesi, zor yoluyla güç ve herkes için mutsuzluk.

Tüm propaganda benden geçiyor ve içimde yaşıyor ve beni yönetiyor. Ben saf veya radikal biri değilim ve sınırın doğru tarafında değilim. Hiçbir şey beni, beni çevreleyen boktan ayıramaz; bu dünyanın pörsük bir madde olduğuna inanma arzusundan başka hiçbir şey ayıramaz. Bugün doğru olan yarın ortadan kaybolabilir ama bana hiçbir şekilde hizmet etmeyen sınırlara inanmaktan, bu sınırlar dallamalar tarafından rastgele karalanmışken asla hata yapmayan ilahi bir el tarafından çizilmişler gibi onlara bağlı kalmaktan bıktım. Bana hizmet etmeyen şeylere inanmaktan yoruldum. Haklı olma öfkesi bizi ezen. İyinin alanı ve saçmalığın alanı arasında sınır çizen öfke. Sanki bu karmaşanın içinde adil bir konum, saf bir konum, ideal bir konum, daha fazla hareket etmeyeceğimiz kesin bir konum varmış gibi doğru tarafta olma öfkesi. Öyleyse kullandıklarımız düşmanın silahlarıdır, onların gözünde tehdit oluşturduğumuzdan bizim için iyilik istemeyenlerin silahlarıdır; dışlama ve diskalifiye etme, aşağılama, susturma ve görünmezleştirme araçlarıdır. Nihayetinde bu sadece hapishaneleri diğer halklardan insanlarla doldurmak, aynı polislere başka emirler vermek, aynı hakimlere başka talimatlar vermek için devrim yapmak istemek gibidir. Bu, oyuncuları değiştirmek ama ne sahayı ne de oyunun türünü değiştirememek gibi: Öyleyse bu devrim, yöneten grupların birbirini izleyen değişimine dönüşüyor. Aynı saçmalık ama diğerleri bundan faydalanıyor. Bunun yararsız olduğunu söylemiyorum, bu hareketin içinde rüya olmaması dışında sağlıklı bir yanı var. Hiç. İçinde ne hayalin ne de neşenin olduğu bir devrim.

Öyleyse geriye yıkım, disiplin ve adalet kalır. Devrim diyorsak, yumuşaklık demeliyiz, yani ancak coşkunun tutuşturabileceği verimsiz, etkisiz, gösterişsiz bir stratejinin yanında olmayı kabul ederek başlamalıyız. Sadece, halihazırda var olandan başka bir şeye kolektif bir beden vermek için ne sebep sahibi olmamız ne de yanlışlamamız gerektiğine dair inanca ihtiyacımız yok. Artık en önemli şey, kıyamet günü için mümkün olduğunca çok beğeni toplamak değil, güçlü bir konumda olduğumuzu hissetmeye başlamak olacaktır. Daha az gösterişli bir alanı işgal etsek bile güçlü bir konumdayız. Çünkü artık bizi utandırmayan farklı bedenlerde farklı hayatlar deneyimliyoruz. Hayatlarımızı değiştiririz, söylemleri değiştiririz, tek mevcudiyetimizin alanını değiştiririz. Bundan elde ettiğimiz neşe bizi devrimci kolektif bedenler yapandır. Bu yüzden burada birçoğumuz öldürücü sınır atışını deneyimledik. Sadece biz olduğumuz için bize katlanamayanlar, onlar her zaman nezaketin eve, iyi bir kadına ve köpeğe mahsus olduğuna; asla kamusal alana ve asla yaşadığımız dünyaya mahsus olmadığına ikna olmuşlardır. Bunlar öfkeden sarhoşlarsa, bunun kazanmaya başladığımız için olduğunu anlamalıyız. Zamanda geri dönmek için tüm güçleriyle geriye doğru pedal çevirebilmeyi isterler ya da “Sen, saklanıyorsun ve konuşmayı kes. Sözün siyasi değil. Saklanıyorsun ve konuşmayı kes.” diyebilirler fakat bir kez dışarı çıkınca özgürlüklerimizin kirlendiğini ve dünyayı değiştirmeye başladığımızı biliyorlar. Susmamız gerektiğini düşünenler hapishanenin tek gerçekliğe zorla boyun eğmek olduğunu düşünüyorlar. İlahi hakkın polis, kan dökme, adam kaçırma, sorgulama, işkence, sansür, gözetleme, hapishane olduğunu düşünüyorlar. Onlar mutlak bir babanın, her şey hakkında her şeyi bilen ve onları kendilerinden koruyacak bir yetişkinin hayalini kurarlar. İtaat, boyun eğme, disiplin hayalleri kurarlar. Onlar zaten var olan bir dünyanın hayalini kurma avantajına sahipler, bu her yerde doğru ve biz bunun değişmez olduğuna inanmama avantajına sahibiz. Onarılamaz olan, gerçeklik olarak bildiğimiz her şeyin ölümüdür. Onarılamaz olan değişimdir. Onarılamaz olan bilinçlerimizin ağırlığına karşı gerçekliğin kendisini yeniden icat etme hızıdır, bu, gerçekliğin esnekliğiyle bağlantılıdır. Onların anlatıları sağlam değil. İşte covid’in bize öğrettiği bu. Onlar kendilerini şeytanlar gibi savunurlar ve aptalca kararlar verirler. Onlar bu fırsatı kendi lehimize çevireceğiz diye düşünerek ellerini ovuştururlar. Anlatıları sağlam değil. Birbirlerine hikayeler anlatıyorlar. Bu son güç turu, pistin son bir turu. Gerçekleri toza dönüşüyor. Onlar kendilerinden büyülenmiş hanım evlatları, kendi önemlerine kanmış embesiller. Kendi kendilerine bağırıyorlar fakat bu söylediklerinin doğru olduğunu yürekten haykırdıklarından değil. Gürültü stratejileri, her zamankinden daha etkili oldukları izlenimini veriyor ama bu kadar yüksek sesle bağırıyorlarsa ve içtenlikle acı çekiyormuş gibi gözüküyorlarsa ipin ucunda olduklarını hissettiklerindendir ve basitçe söylemek gerekirse, bu güçlülerin otoritesidir. Bunu götlerine sokabilirler.

Öğrenmemiz gereken bizim lehimize olanları pekiştiren şeyleri dinlemek değil, bir şeyin rahatsız olduğumuz alanların görünürlüğünü iyileştirip iyileştirmeyeceğini merak ederek dinlemek değil. Duymak için zaman ayırarak içtenlikle dinlemek. Söz eğer mahkemeler tarafından el konulursa içtenlikle dinlenemez. Amacımız sistematik olarak birini suçlu veya suçsuz ilan etmek olmadan dinlemeyi öğrenmeliyiz.

Onlar aşağı yukarı benim yaşımdalar. Yakında öleceklerini biliyorlar ve bir şekilde kendilerinden sonra hiçbir şeyin var olmaya devam etmeyeceğini düşünmek onları mutlu ediyor. Bu esnada, en güçlüler çocuklarına iktidar dizginlerini miras bırakıyor ve onların tek kuvveti yıkım gücü. Kurşun patlaması gerçek. Bombanın etkisi gerçek. Silahların tesiri gerçek. Bunu kullanan embesil kim olursa olsun tarihi yazacak olan odur. Ancak orduların silahlarına ve komutalarına, kendilerini korumak için polislere sahip olsalar bile, savaşlarını sürdürmek ve baskılamalarını başlatmak için her zaman özgür bedenlere ihtiyaçları olacaktır. HİÇBİR ŞEY, yarın bu askerlerin ve polislerin fikirlerini değiştirmeyeceklerini söylemiyor. HİÇBİR ŞEY, yarın bu askerlerin ve polislerin programlarını değiştirmeye, erkekleri, kadınları ve çocukları vurmayı bırakmaya karar vermeyeceklerini söylemiyor. HİÇBİR ŞEY erkeklerin “Tecavüz beni azdırmıyor. Katledilmiş anne ve babaların önünde kadınlara ve çocuklara tecavüz etmek beni azdırmıyor. Artık zirvedeki üç gerizekalının doyum bilmemesi bahanesiyle bu boktan hikayeye ait olmak istemiyorum.” demeyeceğini söylemiyor. HİÇBİR ŞEY tarihin dallanıp budaklanmasını engellemedi ve bize gün boyu bunun tam tersinin söylenmesi bunu farklı kılmıyor. HİÇBİR ŞEY tarihin dağılmasını engelleyemedi. HİÇBİR ŞEY insan türünün kolektif anlatısını değiştirmesine karşı değil, tam tersine insan türünün insanlık tarihinde ilk kez bunu yapmaktan başka çaresi yok.

Anlatıyı değiştirmek gerekecek. Piyasalar yok. Dağlardan, kasırgalardan, yangınlardan, okyanuslardan, büyük donlardan bahsetmiyoruz. Piyasalardan bahsederken gerçek şeylerden bahsetmiyoruz. Onlar öfkesinden kaçmadığımız devler değiller. Diğer şeylerin yanı sıra covid’in bize öğrettiği gitmeyi bıraktığımız gün her şeyin durduğu ve hepsinin bu olduğu. Bizler, kendi saçmalıklarını bir yere dayamak için bizim anlaşmamız olmadan yapabilecek, her şeye gücü yeten tanrılar tarafından yönetilmiyoruz. Saçlarının yağmurda kabarmasından korkan, büyük erkekliklerini göstermek için atların üzerinde yarı çıplak poz veren yaşlı embesiller tarafından yönetiliyoruz. Yarın “Ama git kendin yap! Bu senin savaşın!” demelerinin mümkün olduğu yaşlı embesiller tarafından yönetiliyoruz. Her şeyi, her zaman, en şiddetli olanlara emanet etmek bu kadar önemliyse, liderler arasında büyük maçlar düzenleyin ve ringde kana duydukları zevk yüzünden birbirleriyle mücadele etsinler. Bariz olandan kaçınmanın zamanı geldi. Bildiğimiz dünya çöküyor. Bu kötü bir haber değil. Silaha mecbur olmadığımızı, savaşa mecbur olmadığımızı, kaynakları yok etmeye mecbur olmadığımızı, piyasaları hesaba katmak zorunda olmadığımızı, ataerkilliğin bir anlatı olduğunu ve zamanının dolduğunu hatırlamanın zamanı geldi. Hayatlarımızı ziyafet masalarınızın altında dört ayak üzerinde, artıklarınızı kemirerek ve körü körüne kamışlarınızı emerek, bedavaya, nazikçe, her boşalmada bol bol teşekkür ederek geçirmeyi bitirdik.

Masada oturan sizleri mutlu görmek bizi oldukça memnun ediyor. Bitti. Şimdi ağzımızı açtığımızda bu ısırmak ya da konuşmak için. Konuşmak ısırmaktan daha önemli. Konuşmak son yıllarda yaptığımız en önemli şey. Hiç konuşmamış bizler. Bugün önemli olan sözlerimize dikkat etmek. Eğer ‘devrim’ demek istiyorsak, sözün hiç götürülmediği yere götürülmesine izin vermeliyiz. Güvenli olmayan alanlar açmalıyız, çünkü sahip olduklarınızı ortalığa saçmak zorunda kaldığınızda güvenli diye bir şey yoktur, ama içtenlikle dinleyin. Bu bir cömertlik değil, samimiyet meselesidir. İçtenlikle dinlemek belki de öğrenmemiz gereken şeydir. Öğrenmemiz gereken bizim lehimize olanları pekiştiren şeyleri dinlemek değil, bir şeyin rahatsız olduğumuz alanların görünürlüğünü iyileştirip iyileştirmeyeceğini merak ederek dinlemek değil. Duymak için zaman ayırarak içtenlikle dinlemek. Söz eğer mahkemeler tarafından el konulursa içtenlikle dinlenemez. Amacımız sistematik olarak birini suçlu veya suçsuz ilan etmek olmadan dinlemeyi öğrenmeliyiz. Tüm yargılama döngüsü eski dünyaya ait. Kimin suçlu olduğunu bilmeyi umursamıyoruz. Gücün kötüye kullanılması dışında bir şey nasıl duyulur, alınır, tedavi edilir ve ardından iletilir? Kendimizi yetkililerden uzaklaştırmayı öğrenmeliyiz. Ben ve insanları hedef gösteren ırkçı bakan arasında, ben ve erkeklerin ne kadar tatlı oldukları konusunda henüz konuşmuş olan menopozlu bir aptal arasında, ben ve yeni bir hapishanenin feminist bir gardiyanı arasında, ben ve testislerin sanattaki önemini biraz çabuk unuttuğumuz için öfkelenen bir grup ucube arasında, ben ve bilinen ortak kolonyal tarihimizi hatırlatanın sessizliğini talep eden kahrolası tacizciler arasında, ben ve Üçüncü Reich’ın kalın kafalılarının değerli sayılan aptal eserleri arasında net bir ayrım olmadığını biliyorum ve hissediyorum. Onlarla benim aramda sabit bir sınır da yok. Ayrıca ben de o aptallarım. Aynı zamanda onların öfkesi ve kiniyim. Hiçbir şey beni, beni çevreleyen boktan ayıramadığından aynı zamanda onların kokuşmuş ızdırabıyım. Bu yine de her şeyin eşit olduğunu söylemekle aynı şey değil ancak bulaşma, yayılma, etki var. Herhangi bir temizlik, izolasyon, önlem fikri, saat 19:30’da RER’in koşuşturmacasında koruyucu kağıt maske takmak kadar güvenilirdir. Muhtemelen faydalı ama oldukça gülünç. Birbirimize maruz kalıyoruz. Bu, yayılan her şeyin bizi etkilediği ve bunun tersi olduğu anlamına geliyor. Çünkü “Diğerleriyle aramda o kadar net bir sınır yok.” diyerek başlarsam, bunu şiirsel bir dille söylemem. Ermeni kadının acısıyla, Lübnanlı kadının kargaşasıyla, evsiz kadının yaptığı başıboş gezintileriyle, hapishanedeki kadının kederiyle, Hong Kong’daki kadın şarkıcının kararlılığıyla, bir yurtta kalan güvencesiz kadın öğrencinin öfkesiyle söylüyorum. “ Hepimiz aynı zamanda dünyayız.” dediğimde dramı hissetmediğim için bedenimde bir ihtimal suçluluk aramıyorum. Üşümüyorum, hücrede uyumuyorum, bugün mağlup olmadım, ciğerlerim kötüye gitmedi, fatura geldiğinde dişimi sıkmam gerekmiyor, evraklarım var, tenim beyaz, iyi yedim vesaire vesaire. Ama suçluluk seni güçsüz kılmaktan başka bir amaca hizmet etmeyen bir tecrittir. Evet, bugün giydiğim kıyafetler, onları yapan çocukların mahvolmuş hayatları, ülkelerin çevre kirliliği, yer değiştirmeye karar verme cüretini gösterenlerin sınıfına ait olmak utancıdır. Evet yediğim yemek yeryüzünün zehirlenmesi ve hayvan türlerinin yok edilmesi, çiftçinin sıkıntısı, otoyoldan şikayet ederken yanından geçtiğim İspanyol kamyoncunun yorgunluğudur. Evet, bu gece bulunduğum kurum, müze, nadir görülen bir şiddetin kabul edilmemesinin hikayesi.

HİÇBİR ŞEY tarihin dallanıp budaklanmasını engellemedi ve bize gün boyu bunun tam tersinin söylenmesi bunu farklı kılmıyor. HİÇBİR ŞEY tarihin dağılmasını engelleyemedi. HİÇBİR ŞEY insan türünün kolektif anlatısını değiştirmesine karşı değil, tam tersine insan türünün insanlık tarihinde ilk kez bunu yapmaktan başka çaresi yok.

Evet, yazdığım ve sattığım kitaplar medyatik teşhirimin utancıdır. Evet, bugün söylediğim her kelime sadece ayrıcalıklarımdan dolayı değil, aynı zamanda pasifliğim ve adaletsizlikleri ifşa ederken zevk alma kabiliyetimden dolayı da iğrenç. Evet, kendimi suçlu hissediyorum. Hayır, saf değilim ama suçluluk zehirli ve bana yardım etmiyor. Bu utançla işe yarar hiçbir şey yapamam. Evet, bana ait olan başka bir ayrıcalığın da farkındayım ve o da şöhretim, bir meta değer haline gelen şöhretim. Benim gibi, internette şok dalgasına neden olan bir isme sahip olanlar ve kendini duyurmak, seçilmek, fark edilmek için mücadele edenler, ün kazanmak isteyenler ve yenilmez bir çıban gibi kurulan ben arasındaki bölücülük. Oymayı bitiremedikleri bir çıban. Tüm ayrıcalıklı konumlarımın farkındayım. Tüm pozisyonların eşit olduğunu, tüm bedenlerin tüm yaşam koşullarının bağlantılı oldukları bahanesi altında birbirlerine eşdeğer olduklarını söylemek istemiyorum. Fakat söylediğim şu: Görünmez bağların farkına varmak gerekir çünkü bu bağ silsilesi devrimi yapacak, birbirine bitişik suçluluklarımız değil. Dokunulmazlıkla ihlal edilmeyen, zorla çalıştırmaya maruz kalmayan beyaz bedenim, Sedan şehrini düşünmeden 11 Kasım’ı kutlayan hristiyan bedenim, antisemitik propagandaya ev sahipliği yapan yahudi olmayan bedenim, iyi beslenmiş, aşırı bakımlı bedenim, kapitalizm için çalışan ve onun kirli işlerini bundan benim endişelenmeme gerek kalmadan yapan ama aynı zamanda bununla duygulanmama yol açan ve eğlendiren bedenim. Birçok sınırın tanımlandığı bu beyaz beden. Gardiyanlara ve patronlara cevap vermekten yoruldum. Bugün sürdürmek istediğim şey, hiç konuşmamış olanlar ağızlarını açtığında onları dinleme yeteneğim. Sürdürmek istediğim başka bir şeyi arzulama yeteneğim. Hissetmek istediğim şey, insan ırkına ait olduğum ve başka bir türe ait olmadığım.

Çocukların, çocuklarımın çocukları olacak yaşta olanların, ne dediklerini ve “Devrim yapacağız.” dedikleri zaman buna inandıklarını duymak istiyorum. Ne bildiğimi bildiğim için onlara yardım etmek istiyorum. Artık kesişim demek istemiyorum çünkü uzun vadede bu terim, sanki domates satıyormuşum ve komşunun patatesinden bir parça satmanın uygunluğunu teşhirde sorguluyormuşum gibi geliyor. Fiili olarak patateslerin benim domateslerimle aynı toprakta yetişiyor. Ama her neyse, benim çatışmalarımın seninkilerle örtüşmesi, benim yararıma olsun ya da olmasın, hiçbir anlamı olmayan dar görüşlü bir endişedir. Bu ne bir yol haritası ne de bir matematik problemi. ‘Devrim’ dediğimizde, senden yalıtılmış olmadığımı ve benden korunmadığını hatırlamak istiyorum. Duvarlar inşa edebilir, denize ağ atabilir, sınırları ve onları geçme prosedürlerini çoğaltabiliriz, sonuçta bu yersizdir.

Senin gerçekliğin benimkinden geçiyor; benim gerçekliğim seninkine ağırlık yapıyor. Sabit sınırlar toksik ve hiçbir amaca hizmet etmiyorlar. Değişmeyen şey, her şeyin birbirinden geçmesidir. Bu yine de her şeyin birbirine eş olduğu anlamına gelmez. Benim yaşımdaki insanların, bugün 20 yaşında olan insanlardan bahsetmelerini dinliyorum ve olacakları bilen her şeyi daha önce görmüş birinin bıkkınlığı ve dingin tonuyla “Kendilerinden önceki tüm kuşaklar gibi onlar da dünyayı değiştirmek istiyorlar.” dediklerini duyuyorum. Ama tanıklık edebilirim, benim kuşağım dünyayı değiştirmek istemedi. Aramızdan bazıları bunu istedi fakat benim kuşağım asla dünyayı değiştirmek istemedi. Dünyaya çok fazla inanç beslediler ve kendilerine söylenen her şeye inandılar. Her nesil dünyayı değiştirmek istemez, her nesil dünyayı değiştirme görevini üstlenmez. Bizim kuşağımıza, biz okumayı bilmeden önce bile, dünyayı değiştirmezsek hepimizin sefalet çekeceği söylenmedi. Onlar akışkan cinsiyetliler ve panseksüeller. Onlar ırk ayrımcılığına uğrayanlar veya ırk ayrımcılığına uğrayanlarla dayanışma içindedirler. Onlar artık sefalet ve adaletsizlik tarafından sınırlandırılmak ve tanımlanmak istemiyorlar. Onlar şaman. Onlar cadı. Bugün beni ilgilendiren, ne utancım, ne suçluluğum, ne öfkem ne de içimdeki polisler; beni ilgilendiren onlara en iyisinden başlayarak “Her şey mümkün.” diyebilmek. Bu başka bir şey arzulama meselesi. Bu dünyayı kurtarmak istediklerini söylediklerinde onlara inanmayı seçiyorum. Önümüzdeki günlerde nelerin uydurulacağına dair hiçbir şey bilmediğimize inanmayı seçiyorum. En güçlüler tüm gün bize şunu tekrarladığında inanmayı seçiyorum: “Geçmişi bildiğimiz için gelecekle ilgili her şeyi biliyoruz. Alternatif yok. Her şey olduğu gibi çünkü insan doğası böyle. Tanrı’nın engin hikmetiyle dilediği yol bu ve eğer lüzumsuz bir zulüm, adaletsizlik ve büyük bir yıkım varsa bunun nedeni zulüm, adaletsizlik ve yıkımın gerçeğin bir parçası olmasıdır.” Onlar “Hayvanlara bakın.” diyorlar ve hayvanlara her baktıklarında hayvanların nasıl öldürdüklerini gözlemliyorlar. Bunun üzerine ben de öldüren hayvanlara bakıyorum ve gözlemliyorum. Onların göçmen kamplarını görmüyorum, onların sınırlarını görmüyorum, zebraların var olmamasına karar verdiğinden onları görmemek için topraklarına barikat kuran bir fil görmüyorum. Nükleer atıklarını gömen hayvanlar görmüyorum, bu yüzden kendime soruyorum: “Hayvanlardan ne anlamalıyım?” İnsan hikayelerimizde nezaket yararlıdır. Nezaket ve cömertlik, bizi ezen sistemle en zıt kavramlardır. Nezaket ve cömertlik, kapitalist sömürünün tam tersidir. Senden iznini istemek, bana katılıp katılmadığımı sormak. Nezaket ve cömertlik, pazarlarda bulamayacağınız şeydir, orduda bulamayacağınız şeydir, polislere öğretmedikleri şeydir.

Tüm propaganda benden geçiyor ve tüm propaganda benim aracılığımla konuşuyor. Hiçbir şey beni, beni çevreleyen boktan ayıramaz. Bu dünyanın pörsük bir madde olduğuna, bugün doğru olanın yarın yok olabileceğine ve bunun henüz yazılmamış kötü bir şey olduğuna inanma arzusundan başka hiçbir şey. ✪

Önceki

[Rafael Chirbes] Herkesi suçlayan edebiyat

Sonraki

[Pierre Henry] Gayrıkişisel ve zahiri