Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Dil: Tek İnsan

Tek bayrak, tek vatan ve tek dil söylemi, aslında ne demek istiyor? Milliyetçiler çeşitliliği neden tehdit olarak algılıyorlar?

İnsan ilişkilerinde, hepimize tecrübenin ve hayatın öğrettiği belli başlı yazılı olmayan kurallar vardır. Bunlardan biri, bizim bir ilişkinin seviyesini aldığımız karşılıklara dayandırdığımızdır. Yani, sürekli “sen beni sevmiyorsun” diyen biri ile beraber olmak çok zordur ve öyle bir ilişki çok da uzun süremez.

Bunun dışında önemli bir ders, iletişimin ve iletişim yollarının açıklığının bir ilişkiyi kurtarabileceği veya uçurumun kenarına itebileceği gerçeğidir. Eğer sevdiğimiz insanla iyi bir iletişimimiz varsa sorun yaşamaktan, anlaşamamaktan çekinmeyiz. Çünkü zaten sorunları konuşabiliyoruzdur. O zaman sorunlar köstek olmaktan çok o ilişkideki prüzleri ortaya çıkaran yararlı bir araç halini alırlar.

Fakat iletişim yolları tıkalıysa, sevenler karşılıklı olarak hislerini ifade etmekte sıkıntı yaşıyorlarsa, o zaman en küçük sorun bile dert halini alır; konuşulmayan şeyler taraflar arasında giderek derinleşen bir uçurum oluşturur. Çünkü öyle ya da böyle, herkes dinlenildiğini, anlaşıldığını görmek ister.

Konuşarak iletişim kuramayan insanlar, o zaman farklı iletişim yolları arar. Karılarını döven kocalar aslında söyleyemedikleri sorunlarını ve mutsuzluklarını, iletişim kurmayı bilmedikleri veya hislerini anlatmanın kadınsal bir davranış olduğunu zannettikleri için, böyle herkese zarar verecek bir şekilde ifade ederler.

Erkek arkadaşları üzerinden numaralar çeviren, her türlü manipülasyondan karşıdakini esirgemeyen kızlar, aslında o yaptıkları ile içten sevilmeye ne kadar muhtaç olduklarını anlatırlar bize. Bu örnekler çoğaltılır ama sonuç aynı: davranışlar, aslında bir iletişim kurma yoludur ve biz davranışın ötesine bakıp ne denmek istendiğini görebilirsek, o zaman karşıdakini anlamak için ilk adımı atmış oluruz.

Bu insan ilişkilerinde böyle olduğu gibi, toplumsal ilişkilerde de farklı değildir. Bir toplumdaki gruplar, birbirlerine olan davranışları ve söylemleri ile kendilerine ve karşılarındakine kim olduklarını, karşıdakini nasıl ve aralarındaki ilişkiyi nasıl gördüklerini anlatmaya çalışırlar.

9 Aralık 1917 sabah 8, Osmanlı adına Hüseyin Efendi Kudüs'te İngilizlere beyaz bayrakla teslim olduklarını açıklıyor

Bu gözle Türkiye’ye bakınca, karşımıza enteresan bir tablo çıkıyor. Ülkedeki partilerin ve kurumların ne kadar sıklıkla ve ne kadar şiddetli anlaşmazlığa düştükleri bir sır değil, bunun örneklerini hergün görüyoruz. Farklı düşündükleri neredeyse her konuda birbirlerine çamur atmaktan hiç çekinmeyen siyasiler, gelin görün ki tek bir konuda görülmemiş bir şekilde anlaşıyorlar. Cumhurbaşkanından ana muhalefete, iktidar partisinden orduya herkes tek ses: tek bayrak, tek vatan, tek dil! Bunun aksini düşünmek bile bölücülük yaftasına iliştirilip, hain damgası yemekle eş anlama geliyor. Fakat ucuz ve derinliği olmayan söylemlerin ötesini incelemeye çalıştığımızda, bu tür argümanların ömrü kısa oluyor. Neden? diye sorunca bu tekliğin savunucuları erken biten ve çabucak tükenen bir ezberden öteye gidemiyorlar.

Tek bayrak, tek vatan ve tek dil söylemi, aslında ne demek istiyor? Bunu savunan birine neden tek bayrak istiyorsun, neden tek dil ve tek vatan istiyorsun diye sürekli sorduğunuz zaman argüman bir yerden sonra kısır bir döngüye giriyor: “birden fazla bayrak dil veya vatan, bölünmek demek ve bölünürsek yok oluruz. Bölmeye çalışmak hainlerin, teröristlerin işidir. O yüzen bunu düşünmek bile hainliktir, teröristlerle aynı şeyi yapmaktır.” Bir de buna bazen eklenebilen uluslararası komplo senaryosu var: “aslında emperyalist batı bizi hep bölmeye çalıştı. Kendileri başarısız olunca taşeron gibi teröristleri kullanmaya başladılar. Bunlar hep emperyalist batının maşası.” Böylece başladığımız yere geri dönüyoruz: “Bu sebepten, en iyi çözüm tek vatan, bayrak ve dil demek, geri kalan herşeyi yasaklamak…” ve aynı şekilde devam ediyor.

Çoğu milliyetçide ve tek bayrak, vatan ve dili savunanlarda öyle ya da böyle bir versiyonunu görebileceğimiz bu argümanın basitliğini, tutarsızlığını ve isabetsizliğini tartışmak herkes için vakit kaybı. Fakat yukarıda bahsedilen gözle bu argümana bakarsak, aşırı bir gurur duyma takıntısından paranoyaya, çok derinlere işlemiş yersiz korkulardan ırkçılığa kadar bir sürü şeyi görmek mümkün.

Eskiye duyulan bir özlem belki de. Üç kıtada hakimiyet kurmuş olmanın eşsiz şanının getirdiği gurur ve imparatorluğun yıkılması ile hoş olmayan bir sona gelen o şanın, kırılan o gururun dalgaları belki bugün yaşadıklarımız. Neticede hep öğrendiğimiz şey bu değil mi: Orta Asya’daki Türk kavimleri dahil olmak üzere hep bölündük. Ayakta kalanlar hep aynı son ile karşılaştılar. Hainlik ve bölünme. En son yüce Osmanlı bile kurtulamadı bölünmenin azizliğinden.

Fakat bölünmenin sebebi hainlik, dış mihraklar veya kurulan türlü komplolar olmadı. Osmanlı tecrübesinden, her zamanki gibi, sadece işimize gelen, kendi paranoyamızı destekleyen şekilde ders çıkardık. Osmanlı tecrübesinden, veya herhangi başka bir imparatorlukan, öğrenebileceğimiz en önemli ders aslında şudur: İmparatorluklar, kendilerini yücelten zenginliğe sırtlarını çevirdikleri an, çeşitliliğe bir yabancılık gibi davranmaya başladıkları an çökmüşlerdir.

Bugün Türkiye’de durum farklı değil. Bizi biz yapan değerlere, Anadolu’nun bize sunduğu insan çeşitliliğine sırt çevirdiğimiz sürece kendi kanımızı dökmeye, toplumsal krizler ve çöküşler yaşamaya devam ederiz. Ne zaman kendimizi dinlemeye zaman ayırırız, karşımızdakinin de bizim gibi insan olduğunu, ihtiyaçları, korkuları ve umutları olduğunu anlarız, “ama” ile başlayan ve birbirimizi öldürmekten başka bize faydası olmayan bahanelerden vazgeçeriz, o gün daha güçlü bir Türkiye’ye uyanırız.

Tek vatan, tek dil, tek bayrak söylemini savunanların ne demek istediğini anlamaya çalıştığımız gibi, şayet vicdanımızın rahat etmesini istiyorsak, “karşı tarafın” da eylem ve söylemleri ile ne demek istediğini anlamak zorundayız. Neticede yaşananlar tek taraflı değil. O yüzden sadece tek bir tarafın düşünceleri ile yola çıkanlar, yaşananların en fazla yarısını görebilir ve ona göre değerlendirme yapabilirler. Yaşananlar tek taraflı olmadığı gibi, burada da bir ilişki söz konusu. Bu ilişkiden mutlu olmayan, bu ilişkinin değişmesini isteyen bir kısım insan var. Şayet son 30 yıldır yaptığımız ve yapmaya devam ettiğimiz gibi, insanları dinlemeden kendi kafamıza ve çıkarımıza göre çözüm ürettiğimiz zaman neden çözülemediğini anlayamadığımız bir kısır döngünün içinde buluyoruz kendimizi. Fakat iletişim yolları tıkalı bir ilişkiyi düşünün. Hislerini ifade etmek isteyen bir insana bunu yasakladığınızı ve sırf mutsuzluğunu dile getirmek istediği için onu cezalandırdığınızı gözlerinizin önüne getirin. Aslında bu şekilde mutsuzluğun  ifade edilmesinin yasaklanması, ikili ilişkilerde sıklıkla yaşanan bir durum. Çünkü karşıdaki mutsuz olunca, bu insanın kendisi için bir tehdit algısı oluyor, insan kendisini sorguluyor ister istemez, “ben nasıl yeterli olmuyorum?” diyor. Oysa sorun insanda değil, ilişkide. Aynı şekilde, biz belli bir gruba kendilerini ifade etme özgürlüklerini baskıcı bir şekilde yasaklarsak, onlar mutsuzluklarını anlatmak için–en basit tabiri ile–dağa çıkarlar. Bunun koşullarını yaratan aslında bizizdir.

Terörü haklı çıkarmak kimsenin yapmaya çalışması gereken birşey değil, zira yapmaya çalıştığım o değil. Fakat şurası bir gerçek. Terör son 25 yıldır silah ile yok etmeye çalışıldı. Bir başarı elde edilebildi mi? Hayır. Yok işsizliktir, yoksulluktur dendi. Belki diğer bölgelerin hiç bir zaman göremeyeceği kadar para akıtıldı. Bir sonuç alındı mı? Hayır. Haydi açılım yapalım denildi. Açılım yapıla yapıla, gücü elinde bulunduranlar kendi istediklerini empoze etmeye çalıştılar. Bir sonuç alındı mı? Hayır. Şu anda, tek vatan, bayrak ve dil fetişi ile bu çizgide devam etmeye çalışılıyor. Bu çizgi, ki terörü kendi ideolojilerinden de çok besleyen bir çizgi, hiç bir faydası olmamasına rağmen resmi siyaset halini aldı. Bunun ne kadar zararlı ve sağlıksız bir karar olduğu gün kadar aşikar.

Terörü bitirmenin tek bir yolu var: iyi bir dinleyici olmak. Eğer bu ilişkide mutusuz olan tarafı neyin mutlu edeceğini öğrenir ve bir orta yolda buluşabilirsek–ki bu kesinlikle saflık değildir, daha önce yapılmıştır ve sanılandan daha mümkündür–o zaman teröre var olması için zemin hazırlamaktan, ekmeklerine yağ sürmekten biz de vazgeçmiş oluruz.

Tek vatan, tek bayrak, tek dil. Bu anlayış farklılıklara saygı göstermeyen ve tek insan yaratmaya çalışan bir anlayıştır. Kendi korkularımızdan kaçarak, onu bunu yasaklayarak birşeyleri engellediğimizi zannetmek, tehdit olarak yanlış anladığımız şeylere verilebilecek en çocukça tepkidir belki. Teröre, ırkçılığa ve nefrete verilecek en güzel cevap, çeşitliliğin bir tehdit olmadığını göstermekten geçer. O zaman ne terör barınabilir bu topraklarda, ne paranoya. Tabi, başkalarını aşağılayarak, her an bölünme korkusunun gölgesinde ona buna suç atarak yaşamak bizi mutlu ediyorsa, o zaman lütfen, böyle devam edelim. Harika yapıyoruz. ✪

12 Comments Bir yanıt yazın

  1. Pragmatist düşüncenin bu gibi faydaları da var tabi ki. Msn kullanıyorsanız e-mail adresimi (cevap yazarken isteniyor, siz görebiliyosunuz galiba) ekleyebilirsiniz.

  2. daha doğrusu, e-mail adresinizi duyurmanıza gerek yok, aliersenerol@gmail.com adresine e-mail atarsanız, oradan iletişim kurmamız daha kolay olur her halde.. saygılarımla

  3. Methmet Bey, şimdi burada böyle konuşa konuşa bu daha çok sürer gider. Bir pragmatist olarak “bunu daha yararlı bir şeye nasıl döüştürebiliriz?” diye düşünürken aklıma güzel bir fikir geldi. :) Burada böyle mesajlaşmak dışında size ulaşabilmemin bir yolu var mı?

  4. Rorty’yi henüz ayrıntılı bir şekilde inceleme fırsatım olmadı ama klasik pragmatistlerden farklı olduğunu bilirim. Evet; Rorty, liberalizme ve pragmatizme daha sol bir görüşle yaklaşmış, pragmatizmi sığlıktan kurtarmış, ABD politikalarına karşı çıkmış da olabilir ancak Rorty’nin bu fikirleri 20.yy’ın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Pragmatizmi sadece Rorty ile değerlendiremeyiz sanırım. Ondan çok daha önceye uzanan ve önce İngiltere ardından ise ABD politikalarında etkisini göstermiş bir düşüncedir.  
     
    Tabi ki pragmatizm sadece basit bir Amerikan popüler kültürü ile değerlendirilemez. Aslında daha kapsamlı bir eleştiriyi amaçlamıştım. Mesele mevcut sistem ile ilgilidir. Günümüz küresel sistemi malumunuzdur ki ilk başta sömürgeci İngiltere İmparatorluğu’nun ardından da ABD’nin elinde şekillenmiştir (Herhalde bu sistemin bozukluğu konusunda da hemfikirizdir) ve bu bozuk sistem temelini pragmatizme dayamıştır. Bakınız Edward Said Oryantalizm kitabında pragmatizm ve Mill, Bentham gibi bu düşüncenin kurucuları olan ayrıca ülkelerinin siyasetleri üzerinde de doğrudan etkileri olan düşünürler hakkında neler yazmış: “…John Stuart Mill, Arnold, Carlyle, Newman, Macaulay, Ruskin, George Eliot hatta Dickens gibi liberal kültür kahramanlarının ırk ile emperyalizme ilişkin (yazılarında çok kolay bulunabilecek) keskin fikirlere sahip olduklarını kabul etmesi güç olmayacaktır. Dolayısıyla bir mütehassıs bile, söz gelişi Mill’in, On Liberty (Özgürlük Üzerine) ile Representative Government’taki (Temsili Yönetim) görüşlerinin Hindistan’da uygulanamayacağını, çünkü Hintlilerin -ırkça gerilikleri bir yana- uygarlıkça geri olduklarını (ne de olsa yaşamının çoğunu Hindistan Şubesindeki görevde geçirmişti) yine bu kitaplarda açıkça dile getirdiği gerçeğiyle hesaplaşmak zorundadır…”(Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Sf.23-24), “…Curzon’ın Şark araştırmalarına dair fikirleri, çok büyük ölçüde, İngilizlerin o altın çağlarındaki faydacı Doğu sömürgeleri yönetimlerinden ve bu sömürgelere ilişkin felsefelerinden mantıksal olarak türetilmiştir. Bentham ile (baba-oğul) James ve John Stuart Mill’in, Şark’taki (özellikle de Hindistan’daki) İngiliz yönetimi üzerinde büyük bir etkisi vardı, bu etki bir sürü “gereksiz” düzenlemenin ve icadın ortadan kaldırılmasını sağlamıştı; bunların yerine de, Eric Stokes’un inandırıcı açıklamasında gösterildiği gibi, Doğu’daki İngiliz yönetiminin felsefeleri olan liberalizm ve Protestan ahlakının mirasıyla birleşen faydacılık, çeşitli yasal, cezai nizamnamelerle donanmış güçlü bir idarenin, sınırlar ile toprak gelirleri gibi konulara ilişkin bir öğretiler sisteminin, her tarafta sarsılmaz, denetleyici bir imparatorluk yetkesi kurulmasının akli önemi üzerinde durmuştu…”(Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Sf.226-227).
     
    Şüphesiz pragmatizmin insan potansiyelini açığa çıkarmasının önemini yadsıyamayız ancak insanlık için ne kadar kapsayıcı olduğu şüphelidir ve bu düşüncenin gelişiminde Batı-dışı dünyanın yapısı ve toplam faydadan payına düşecek olan faydanın oranı ne kadar dert edilmiştir düşünmek gerekir. Herhalde pragmatizmin ve emperyalizmin oluşum süreçlerinin çakışması (tabi ki ikisini özdeşleştirmek anlamında olmamakla birlikte) manidardır. Bana kalırsa; en azından pragmatizm ile emperyalizm arasında üstünde düşünülmesi gereken kuşkulu bir ilişki vardır, diyebiliriz.
     
    Amerikalıları ve Amerika’da üretilen tüm fikirleri tek tipe indirgeyemeyiz tabi ki çok farklı düşünceler ve görüşler mevcuttur ama bunların Amerikan Devletine ve dünyaya hükmeden Anglosakson – Atlantik sistemine pek de etkisi olmadığı açıktır. 1898 ABD-İspanya Savaşı ile ABD kuracağı bu sistemi ilan etmiştir (27 Nisan 1898’de Senatör Albert J. Beverigde’nin Amerikan Senatosunda yaptığı konuşma), daha doğrusu İngiltere İmparatorluğunun yolundan gideceğini ilan etmiştir ve günümüze kadar da bu politikasında hiçbir değişiklik olmamıştır. Tek sorunları izlenecek yöntem konusunda olmuştur ki, 2. Dünya Savaşı ile nasıl bir yöntem izleneceği de kesinlik kazanmıştır. Yani Amerika menşeli tüm fikirler tek tip olmasa da bu fikirlerin ABD politikalarına ve küresel sisteme pek bir etkileri olmamaktadır. Çünkü sistem öyle bir gelişmişlik seviyesine gelmiştir ve öyle bir bağışıklık sistemi geliştirmiştir ki sisteme eleştiri getiren fikirler pek ala o sistemin içinde varlıklarını sürdürürken yaratabileceği tüm etkiler ve “zararlar” bir şekilde tolere edilmekte ve bu sayede her sistemin ihtiyacı olan muhalefet gereksinimi de zararsız ve şekli olarak karşılanmakta, muhalifler de tatmin edilmektedir. Amerikan “demokrasisi” de bu esas üstüne kuruludur. Sistem karşıtlarının oyuna bile dahil olamadıkları iki buçuk parti ile oynanan demokrasi oyunundan hangi sonuç çıkarsa çıksın herkes çok iyi bilir ki; ne Amerika’nın devlet politikasında ne de küresel sistemde herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Yukarıda da kastettiğim söz konusu fikirlerin tüm Amerikalılar ve tüm Amerikalı aydınlar tarafından benimsendiği değil Amerikan Devleti ve Amerikan sisteminin oluşumunda pay sahibi olan (politikacılarından, sermayesine kadar) her odak tarafından benimsendiğidir.
     
     Tüm farklı görüşlerin dillendirilmesi ve bunların ciddi bir şekilde tartışılmaları gerektiğini ve gelişimin ancak bu sayede mümkün olabileceğini düşündüğümü birçok kez dile getirmiştim. “Dayatma” kelimesini kullandığım bölümde sizin yazınızı değil genel bir yöntemi ifade etmeyi amaçlamıştım. Kavramlara yeni anlamlar yükleyerek bunun üstünden propaganda yapmak gibi genel bir yöntem için kullanmıştım. Doğrudan sizin yazınızı kastetmedim. Ayrıca orada “dayatma” kelimesini seçerken kötü bir anlamla da seçmedim. Asıl vurgu dayatma olmasında değil, yanlış bir yöntem olmasındaydı yani. Galiba aynı yazıda emperyalizmin taleplerini de “dayatma” kelimesi ile nitelememden dolayı böyle bir anlaşılmaya sebep olmuş olabilirim, “dayatma” yerine “benimsetmeye çalışmak” veya “propagandasını yapmak” diyebilirdim ki zaten kastım da buydu. Ayrıca; evet, günlük koşuşturmaların derdindeki sıradan insanı ilgilendiren konuların ve üslubun dışındayız ama sizin amaçladığınız “Pratik bir uygulama olarak, yıkıcı anlamı bir kelime ile ilişkilendirip, yapıcı anlamı başka bir kelime ile ilişkilendirip, daha sonra bunun bir nevi–propagandasını yapmak” herhalde sıradan insana hitap edilirken tercih edilecek bir yöntemdir, yoksa zaten belli bir kültür seviyesinin ve bilgi birikiminin üstüne çıkmış, kavramların ne anlamlar taşıdıklarını bilen insanlara hitap ederken bu şekilde kelimelere yeni anlamlar yüklemeye gerek olmayacaktır.
     
    Farklı kesimlerin kavramlara farklı anlamlar yüklemesi konusundan yukarıda yeterince bahsetmemden dolayı tekrar aynı şeyleri söylemeye gerek yok. Ama şu var ki Türkiye’de (hatta Dünyada da böyle artık) hangi kavramlar gerçekten taşıdığı anlamlarla anılıyor. Bu ülkede; milliyetçi olduğunu iddia edenlerin ne kadarı milliyetçiliği gerçekten anlamıştır tartışılır tabi ki. Peki Sosyalist olduğunu iddia edenler gerçekten sosyalizmi bilirler mi ki? Liberal olduğunu iddia edenler gerçekte ne kadar özgürlükçüler peki? Hele ki günümüzde, nefretle iç içe geçme, kavramların içini boşaltıp kinle, düşmanlıkla doldurma konusunda hiçbir kesim, her gün TV ekranlarından, gazete köşelerinden farklı düşüncedekiler için “tez elden kellelerini isterük” diye fermanlar yayınlayan, her farklı fikri “faşist”, “darbeci”, “ergenekoncu” diye yaftalayan, henüz hakkında bir hüküm bulunmayan hatta hakkında açılmış bir dava bile olmayan insanları suçlu ilan edip hedef gösteren liberal ismi altındaki gestapo çavuşlarının eline su dökemez. Yani yukarıda da bolca bahsettiğim gibi insanların nefret ve düşmanlık taşımaları için illa ki belli bir ideolojiye inanmaları gerekmez veya kendilerini belli kelimelerle nitelemeleri gerekmez.
     
    Sanırım tüm meselenin kaynağı son paragrafınızda bahsettiğiniz konu. En liberal anayasa hukukçularının bile kabul ettiği bir şey vardır ki; günümüzde demokrasi, halkın gerçek (yani çok derinden hissettikleri) iradelerini yansıtmakta kusursuz değildir. Bunun nedeni de günümüzde toplumların iradelerini şekillendirmenin çok kolay olmasıdır. Medyanın, kara propaganda yöntemlerinin, popüler kültürün bu kadar geliştiği günümüzde insanların düşünceleri, talepleri çok kolay şekillendirilebilmektedir. Her şeyi bir kenara bırakıp sadece medyayı düşünün, medya sayesinde insanlara benimsetemeyeceğiniz düşünce yoktur. Böyle bir güç ile insanların en köklü geleneklerini, en bağlı oldukları değerleri, en sağlam inançlarını bile değiştirebilirsiniz, hem de kimse farkına bile varamaz. Ve kendilerine aşılanan bu fikirleri insanlar öyle bir benimser ki onun için o fikirler kendi varlığı kadar doğaldır. Yani insanlar gerçekten kendi özünden kaynaklanan talepleri, seçimleri mi yapıyorlar yoksa kendilerine dayatılanları mı ayırt etmek mümkün olmuyor. Bu yöntemin en meşhur uzmanı Nazilerin Propaganda Bakanı Goebbels’tir. Onun propagandaları neticesinde Alman halkı Nazilerin politikalarına ve faşizm ideolojisine öyle yürekten inanmıştır ki, bir çoğu tüm o yapılanları son derece meşru görmüştür. Halkın Hitler’e yazdığı mektuplardan bu durum görülmektedir. Hadi Nazi katliamları çok uç bir örnek oldu diyelim, bir kenara bırakalım. Tüm o katliamları gerçekleştirmeden önce faşizm vadeden Naziler ezici bir oy oranıyla iktidara gelmişlerdir. Yani faşizm ile yönetilmek Alman Halkının büyük bir çoğunluğunun isteğiydi, peki öyle ufak bir kesimin değil halkın büyük çoğunluğunun olan bu istek meşru görülebilir mi? Halk isterse faşizmi veya monarşiyi geri getirebilir mi? Veya “karafatma” nitelemesinin Hutular tarafından ne kadar doğal ve gerçek görüldüğünden siz bahsetmiştiniz. İnsanları öldürebilecek, soykırımlar yaptıracak fikirler bile insanlara bu kadar doğal gelecek şekilde benimsetilebiliyorsa her fikir insanlara kendi içlerinden geldiğine şüphe etmeyecekleri şekilde benimsetilebilir. Bugün emperyalistler de Nazilerden pek farklı yöntemler kullanmıyor. Hatta emperyalistlerin yöntemleri daha naif olmakla birlikte daha tehlikeli ve daha sinsice. Medya ve popüler kültür ile insanlar öyle bir baskı altına alınıp, öyle bir bilgi kirliliği yaratılıyor ki insanların gerçek iradeleri bu kirlilik içerisinde kayboluyor. Bir ülkede  aydınlar işte böyle durumlar için gereklidir, bu kirlilik içerisinden halkı çekip çıkarsın, ona yol göstersin diye ancak ülkemizde hiçbir kesimin sağlam aydınlar yetiştiremediği de aşikardır. “Aydın” olarak adlandırılanların da dertleri halkın iradesini baskılardan, dayatmalardan kurtarıp özgür kılmak değil de kendi fikirlerini dayatmak olunca durum hepten umutsuz bir hal almaktadır. Milliyetçiliğin de, halkçılığın da, özgürlükçülüğün de, demokratlığın da halkın iradesini egemen kılmak ama öncelikle o iradeyi baskılardan ve dayatmalardan kurtarıp özgür kılmak olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında hangi istekler gerçekten insanların doğal istekleri, hangileri şekillendirilen istekler, veya çok derinden hissettikleri bir şeylerin talepleri olsa da bu taleplerin yaraları nedir, zararları nedir değerlendirmesi o istekler tek tek ele alınarak yapılmalıdır. Ve toplum karşısında sorumluluklarının farkında olan gerçek aydınların bu konularda halka yol göstermeleri gereklidir.
     

  5. Özellikle bu yazıya vakit ayırdığınız ve konuyu kesinlikle zenginleştirmiş olduğunuz için çok teşekkür ederim. Fakat pragmatizme olan eleştirilerinizi okuyunca “sen de mi Brütüs?” demekten kendimi alamadım. Bu eleştirileri felsefe hakkında bilgi sahibi olmayan birinden beklerdim de, konuşmanın bu seviyede seyrettiği bir sırada beklemezdim açıkçası. Amerikan Pragmatizminin sığlığa arkasını döndüğünü, son büyük isim Rorty’nin sol görüşlü olduğunu ve A.B.D. iç ve dış politikasına karşı ciddi eleştirileri olduğunu farkında değilsiniz sanıyorum. Yoksa pragmatizmi ucuz bir A.B.D. popüler kültürü ve dış siyaseti eleştirisine uygun görmek herhalde sizin seviyenizde konuşan birinin yapacağı birşey olmasa gerek. Gerçi dediklerinize uzun uzun cevap vermeyi isterdim, çünkü A.B.D.’yi tek tipe indirgeyip herkesi Bush sanmak bizim toplumun çok arkasına saklandığı bir refleks–zira konu bu değil ve bu çok geniş başka bir tartışma konusu.
    Bununla beraber yazı hakkında “dayatma” kelimesini biraz fazla bulduğumu ifade etmeliyim. Pek tabii sizin taraftan öyle gözükmüş olabilir. Lakin var olan görüşlere alternatifler sunarak insanları ikna etmeye “dayatma” demek ne kadar doğru, emin değilim. Neticede kimseye birşey zorladığım yok. Kenneth Burke’e göre en masum konuşmalar bile ikna içerikli, sade betimlemeler bile siyasi. O gözlükle bakınca herşey mi dayatma oluyor? Ayrıca daha önce mütabakata vardığımız gibi, burada çoğu insanın günlük konuşmalarının dışında bir diyalog içerisindeyiz ve büyük ihtimalle bahsettiğiniz Anadolu köylülerinin futuristika.org’a gireceğini de pek sanmıyorum. Şayet girerlerse ne mutlu, okurlarsa ne güzel.
    Sizin son paragrafta dediğinize katılıyorum, neticede eğitim sırasında kelimenin kendisi yerine, onun bağlı olduğu anlamlar bütünlüğünü anlatmaya çalışıyoruz. Fakat milliyetçilik ve ulus-devlet kavramları ülkücü/ulusalcı çevrelerde sizin bahsettiğiniz anlamlar bütünlüğünden uzaklaştığı ve “kendini sevmek = ötekilerden nefret etmek” etrafında yeni bir anlamlar bütünü oluşturuğu kanısındayım. Özellikle ülkücülerin sıklıkla kullandığı “ermeni gibi,” “gavur gibi,” deyimlerine bakıp, son yıllarda yaşanan linç girişimlerine baktığımız zaman sevginin nefretle ne kadar iç içe anıldığı ne yazık ki doğrulanıyor.
    Tekrar etmekte fayda var diye düşünüyorum: Keşke bütün ülkücüler/ulusalcılar ve milliyetçiler sizin inandığınız derinlikte ve görüşte olsalardı, o zaman yaşadığımız sorunların çoğunu yaşamıyor olurduk. Şuna da karşı değilim: Vatanperverliğin mi, milliyetçiliğin sizin bahsettiğiniz anlamının mı toplumda daha kolay yayılabileceğine dair bir saha araştırması yapılabilir. Sonraki araştırmalar, yazılar bu araştırmanın sonucuna göre şekillenir, şahane olur. Şayet sizin bahsettiğiniz derinlikte bir milliyetçiliğin toplumda daha kolay yayılacağı ortaya konursa hiç çekinmeden onu da savunurum. Fakat o güne kadar, iki kavram arasındaki farkın gerilimi ile var olmak da bana kalıyor.
    Bununla beraber dış siyasi baskıların ülkemiz üzerinde bir dayatma olduğuna katılıyorum. Lakin, bazı istekler kendi vatandaşlarınızdan geliyorsa ne olacak? Aslında vatandaşların onu gerçekten istemediğine, onların “dış” istekler olduğuna mı ikna edilecekler, çok derinden hissettikleri şeylerin bir “kışkırtma” olduğuna mı inandırılıcaklar?
     

  6. Normalde internette rastladığım yazılara yorum yapmak gibi bir alışkanlığım yoktur (zaten pek zamanım da olmuyor) ancak basit etkilerin bile büyük tepkiler doğurabileceği bu sebeple üstünde bin düşünüp bir konuşulması gereken bu konuların medyamızda haftalardır bu kadar düşüncesiz ve patavatsızca tartışılmasından ve her gazete köşesini, her TV programını işgal etmiş liboşların papağan gibi tekrarladıkları bilgi yoksunu, içi boş “demokratikleşme! ve açılım” zırvalarıyla beynimizi sulandırma çabalarından bunalarak kendimi attığım enteresan mevzular dergisinde de aynı konuyla karşılaşınca tutamadım kendimi. Bari konuyu biraz enteresan hale getiriyim dedim.

    Evet, görüş farklılıklarımızın altında meselenin felsefi temelindeki farklılıklarımız yatıyor. Bu durumda da anlaşabilmek epey zorlaşıyor tabi ki. Benim savunduğum süreç ne kadar “doğa” olarak adlandırılabilir emin değilim. Çünkü savunduğum gelişim sürecinin o şeyin kendi içinden, yaratılışından veya yapısından kaynaklandığını düşünmüyorum. Bunu dış etkenlere bağlıyorum. Yani insan veya toplumda sabitlik yoktur her şey değişebilir ancak bu değişim için birçok dış etkenin (iktisat, coğrafya, din, felsefe, kültür, estetik ve sanat anlayışındaki değişimler, vb.) gerekli zemini hazırlamasına ve bunun içinde uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Ama evet, o veya bu sebepten olsun bence insanlık bir yöne doğru ilerliyor. Biz ise günlük sorunlarımızın ve yaşadığımız zamanın içine hapsolmuş, resmin tamamını algılamakta zorlanan aklımız ve de kısacık hayatlarımız ile ancak ileride istediğimiz büyük sonuçları doğurması temennisiyle bu ilerleyişte ufak etkiler yaratmanın mücadelesini veriyoruz. Ancak yaşanan tüm bu ilerleyiş ve değişim bu ufak etkilerimizin birikiminden kaynaklanıyor, bu ilerleyişe güç veren başka hiçbir kaynağın olduğunu düşünmüyorum. Bu sebeple “doğa” olarak adlandırmanın çok da doğru olmayacağı kanaatindeyim.

    Yazınızda yakındığınız sorunların kaynağını daha yakında aramaya başlasaymışsınız keşke, baksanıza pragmatizm hemen başucunuzdaymış. Zira duyarsız, vicdanı işlemeyen, kendi ufak mutlulukları peşinde koştururken yaşanan büyük acıları umursamayan, sadece tüketme derdinde olup, tükettikçe mutlu olan günümüz insanının ortaya çıkmasında epey pay sahibidir pragmatizm. Malumunuz Amerika epey benimsemiştir bu pragmatizmi ve o Amerikan Pragmatizmi sayesinde insanlık bugün açlıktan ölen çocuklara, tepesine bombalar yağan milyonlara karşı ses çıkaramayacak hale gelmiştir. Çünkü onlar tüketebilmektedirler ve bununla mutludurlar. İşin garibi tüketimden en çok pay alabilenden en az pay alabilene kadar herkes mutludur. Bu durumda gerçek mutluluk nedir? Acaba tüm bu acılar karşısında sessiz kalan insanlar gerçekten mutlu mudurlar? Küresel sermaye 3. dünyayı acımasızca sömürürken, onların kanı ve terini emerek beslenirken tüm bu zulme maruz kalan insanların buna aldırmadan, şehirlerine yeni açılan McDonald’s şubesinde huşu içerisinde hamburgerlerini yerken hissettikleri gerçekten mutluluk mudur? Yani açıkça görmekteyiz ki bugün emperyalizm ve kapitalizm, popüler kültür vasıtasıyla insanlara istediği her şeyi hatta sömürünün kendisini bile mutluluk olarak kabullendirebiliyor. Bu durumda zaten mutluluk kriterinin ne olduğu konusunda tarihi boyunca sıkıntıları olan pragmatizm daha da bir sıkıntıya düşüyor. Ayrıca her ne kadar aksini iddia etse de pragmatizm insanı anlayamamıştır. İnsan çok garip bir canlıdır. Genelde kendi çıkarı, kendi mutluluğu için yapmayacağı şey yoktur ancak öyle bir an gelir ki aynı insan, belki de günlük yaşamında kendisine hiçbir yararı dokunmayacak bir ideoloji için, bir fikir için, bir duygu için canını feda etmek de dahil her türlü fedakarlığı gösterebilir, her türlü mutluluktan vazgeçebilir. Tarih dediğimiz şey de bu insanların hikayeleriyle doludur.

    Sizin de dediğiniz gibi her ne olursa olsun eğer bir zorlama varsa buna itirazımız olmalı değil mi? Peki sizce neo-liberalizmin ulus devletlere dayattığı çok kimliklilik – çok kültürlülük o ülke toplumlarının yararına mıdır? Bugün Irak’a yapılan zorlama oluyor da, Abd, Ab ve küresel sermayenin her fırsatta Türkiye’ye ulus devletten vazgeçmek, çok kimlikli olmak, çok resmi dilli olmak gibi dayatmalarda bulunması zorlama olmuyor mu? Etnik çatışmalar sadece askeri işgaller neticesinde mi başlar? Bu taleplerini Irak’a askeri bir güç ile dayatırken, Türkiye’ye siyasi, kültürel ve ekonomik bir güç ile dayatıyorlar tek fark bu. Her halde kara kaşımızın, kara gözümüzün hatırına bu taleplerde bulunmuyorlar. Bizim burada değerlendirmemiz gereken acaba bu dayatmalar bu ülkedeki insanlara gerçekten mutluluk getirecek midir, getirmeyecek midir? Özellikle Ortadoğu, Balkan ve Kafkas coğrafyalarını biraz inceleyince bunun mutluluk getirmediğini görmek çok kolaydır.

    Yapaydan kastım, en baştan beri bahsettiğim o uzun süreçten geçmeden günübirlik sorunlara günübirlik çözümler için üretilen kavramlardır ki bunlar bazen çözüm oluşturabileceği gibi bazen felakete de yol açabilir. Bu kavramlar tüm o saydığım etkenlerin tesiri olmaksızın üretilmiştir. Günübirlik ihtiyaçlara cevap verebilirler ancak doğal ve gerçekçi bir temele sahip olmadıklarından etkileri de sınırlı kalacaktır. Daha iyi anlatabilmek için örneklendirmem gerekirse; Osmanlıcılık fikirleri çerçevesinde gerçekleştirilen 1908 Devriminin ardından, yine Osmanlıcılık fikirleri çerçevesinde yazılmış olan anayasa ilan edilmiş, açılan meclis yine aynı yapıyı yansıtacak şekilde oluşturulmuş, Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi dönemin en etkili düşünürleri eserleriyle Osmanlıcılık fikrini aşılamaya çalışmışlar, aynı amaçlarla (ve Batılıların baskısıyla) gayrimüslimlere Müslümanlardan bile daha büyük ayrıcalıklar tanınmış ve tüm bu çabalar ilk başta işe de yaramıştı, her köşesi isyanlarla kavrulan Osmanlıda ilk birkaç yıl için tüm isyanlar kesilmiş ve Osmanlıcılık söylemleri halkta bir heyecan yaratmaya başlamıştı. Ancak tarihsel süreç içerisinde, birçok etkenin tesiriyle (iktisat, coğrafya, din, felsefe, kültür, estetik ve sanat anlayışındaki değişimler, vb.) oluşan gerekli temele sahip olmayan bir kavram sadece günü kurtarabilmişti. Yoksa, benim kastettiğim anlamda doğal olarak gelişen ve tüm dünyayı tesiri altına alan ulusçuluk akımını ne durdurabilmiş ne de yavaşlatabilmişti.  Çağın gereklerine ve gerçekliğe uygun olmadığından gerçek ve kalıcı bir çözüm getirememişti. Sadece oluşturduğu heyecan insanları bir süre peşinden sürükleyebilmişti ancak ilk birkaç yılın ardından daha fazla çatışma ve acı getirmişti. “Karafatma” örneğini de bu şekilde değerlendirmek gerekir. İnsanları heyecanlandırmak kolaydır ve bu heyecanı kullanmak ise daha kolaydır. Basit kelimelerle, ve iyi bir propaganda ile heyecan yaratıp insanları ardından sürükleyebilirsin ve bu sayede 1908 de Makedonya dağlarında olduğu gibi devrim de yaptırabilirsin, Ruanda da olduğu gibi katliam da. Ama bu kelimelerin (yani benim yapay kavramlar diyerek kastettiklerimin) etkileri hiçbir zaman kısıtlı bir alanı ve kısıtlı bir zamanı aşamamıştır ve toplumların gelişim sürecinde kalıcı ve yapıcı roller oynayamamışlardır. Eğer yeterli birikimi ve tecrübesi olmayan bu yapay kavramları, insanlığın gelişim süreci boyunca el emeği göz nuruyla, sabırla, uzun bir süreç sonucunda oluşturduğu kavramların yerine koymaya çalışırsak toplumların nezdinde temeli ve geçmişi olmayan bu kavramlar o yükün altında kalacaklardır ve tüm toplumları da felakete sürükleyeceklerdir. Kavramların, benim kastettiğim anlamıyla yapaylık veya doğallıkları ancak o kavramların gelişim süreçleri ve o kavramları doğuran etkenler incelenerek ortaya çıkacaktır. Yani verdiğiniz “karafatma” örneği de, Hutular tarafından ne kadar gerçek ve doğal kabul edilse de benim yapay olarak nitelediğim kavramların dışında değildir.

    Bizim toplumumuzun Batılılar tarafından Türk olarak adlandırılması öyle güç veya strateji ihtiyaçlarına dayanmıyor. Bu adlandırmadan Avrupalıların edindiği bir yarar yoktu tabi ki. Ayrıca bizi öyle adlandırdıkları için de biz Türk olmadık, onlar bu adlandırmayı yaparken sadece gördüklerini söylüyordu. Birçok farklı etnik kökenin bir arada yaşadığı topraklarda bir etnik köken gerekli etkileşim ve gelişimi gösterdiğinden etnik yapısından çıkmış ve kapsayıcı bir hale gelmişti ve diğer etnik kimliklerde o kapsayıcı kültürün içinde yer edinmişti. Bu kültür ise Türk kültürüydü ve dünya bunu gördüğünden dolayı o kapsayıcı kültürün altında yer edinen tüm etnik kimlikleriyle beraber bu toplumu Türk olarak adlandırmıştı. Hangi kültürün kapsayıcı hale geleceği ise iktisadi şartlardan, coğrafi şartlara, kültürün işlenmiş olmasından askeri güce, din ve dini yorumlayış şeklinden o toplumun devlet teorisine kadar daha birçok farklı etken neticesiyle uzun bir süreç içinde belli olur (bir nevi doğal seleksiyon yani). Eğer bu süreci daha iyi anlamak istiyorsak, bu etkenlerin her birini ve sizin yönelttiğiniz soruları da kendi içinde ayrı ayrı değerlendirmek gerekir ki bu kapsamı nedeniyle burada yapılabilecek bir şey değildir. Şayet dünya bizi bu şekilde adlandırmasaydı da veya başka bir isimle adlandırsaydı yine de değişen pek bir şey olmayacaktı zira bu toplum için ancak Türk kimliği uluslaşma sürecinde kapsayıcı olabilecek kültürel kapsayıcılığa, farklı etnik kültürleri hazmedebilecek kabiliyete, gerekli siyasi ve teorik gelişime, gerekli edebi ve düşünsel zenginliğe sahipti.

    Uygulamaya çalıştığınız, bir kelimeyi yıkıcı bir anlam ile ilişkilendirip ve bir kelimeyi de yapıcı bir anlam ile ilişkilendirip bunun üzerinden propaganda yapmak yöntemi sizin için pratik olsa da pek de sağlıklı bir yöntem değildir. Kavramlara aslında taşımadıkları anlamları yükleyip insanlara bunu dayatmanın pekiyi bir sonuç vereceğini sanmıyorum. Hele ki yıkıcı anlam yüklemeye çalıştığınız “milliyetçilik” kavramının sıradan Anadolu insanı için ne ifade ettiğini farkındayken. Eğer Anadolu’yu gezmişseniz birçok bölgede “Hızır çok milliyetçi uşaktır hiç yalan söylemez.” veya “Hasan düzenli namaz kılar; o kadar milliyetçidir” gibi sözlere rast gelmişsinizdir. Yani sizin yıkıcı anlam yüklemeye çalıştığınız “milliyetçi” kavramı halk nezdinde oldukça olumlu bir anlam taşımaktadır. Öyle ki milliyetçilikle bir bağı olmayan erdemleri dahi o kavrama yüklemişlerdir. Bu nedenle; bence bir kavrama yeni bir anlam yükleme çabasından vazgeçip insanlara sadece nefretin ve düşmanlığın kötü şeyler olduğunu anlatmaya çalışmak daha kolay olacaktır. Zira yıkıcı anlam yüklemek için seçtiğiniz kavram bir ideoloji olması dolayısıyla teknik bir kavramdır, bu kavramların çağımızın ve toplumumuzun gereklerine cevap verip veremediğini bilimsel ve felsefi olarak tartışmak gerekir ki doğru sonuca ulaşabilelim. Oysa ki sizin bu kavrama yıkıcı bir anlam yüklemeye çalışmanız bu kavramların bilimsel ve akli şekilde değerlendirilmesine engel olmaktadır ve o kavramın getirdiği ulus devlet gibi teknik meselelerin de akli bir şekilde değerlendirilmeden duygusal sebeplerle kötü ilan edilmesine sebep olmaktadır.

    Tabi ki toplumlara yeni kavramlar kazandırılabilir zaten sadece bu şekilde çağa ayak uydurulabilir ve değişen düzen karşısında ayakta durulabilir. Ancak bu dediğiniz gibi çok daha uzun ve kapsamlı bir mücadeledir. Bugünden yarına sonuç verecek bir şey değildir. Veya afişler, filmler, kitaplar ile bu kavramları moda haline getirseniz bile günümüz sisteminde ancak ulus devletlerin ayakta kalabildiği ve ancak uluslaşabilen toplumların bir arada varlıklarını koruyabildikleri gerçeğini değiştirmeyecektir. Tabi yaptığınız bu ufak etkiler yeterli birikime kavuştuğunda gerekli koşullarda mevcutsa başarılı sonuçlar doğurabilecektir ama bunun mücadelesini verirken günümüzün gerçeklerini görüp ona göre davranmazsanız toplumunuz o günleri hiç göremeyecektir.

    Demokrasi kavramının kötü çağrışımlara sebep olduğu birine demokrasi kavramının aslında ne ifade ettiğini anlatmamak tercih edilebilir ancak bu, demokrasi kelimesinin ifade ettiklerini de anlatmamak anlamına gelmez değil mi? Sadece bunu yaparken ona hitap edebilecek kavramlar tercih edilir. Dediğiniz gibi bu bazen Mevlana olur, bazen başka bir kelime. Ama biz yine de onlara demokrasi kelimesinin ifade ettiği hoşgörüyü, çoğulculuğu ve ancak bunlar sayesinde huzur içinde bir arada yaşayabileceğimizi anlatmak zorundayız eğer daha iyi bir gelecek istiyorsak. Aynı şekilde milliyetçilik veya ulus devlet kelimesi kimin nezdinde ne ifade ederse etsin belki bu kelimeleri kullanmayabiliriz ama bu kelimelerin düşünsel temellerini ve gereklilik nedenlerini, günümüz dünyasında ve günümüz sisteminde ancak bu sayede ayakta ve bir arada kalabileceğimizi, sömürüye ve mikro farklılıklar üzerinden yapılan kışkırtmalara ancak bu sayede karşı koyabileceğimizi anlatmak zorundayız.

  7. Böyle güzel bir bilgi alış verişine önayak olduğunuz için asıl ben teşekkür ederim. Sizin sayenizde ben de yazdığıma bir karşılık, bir geri bildirim ve bir sürü bilgi almış oluyrum. Aslında verdiğiniz karşılığa hem sevindim hem de şaşırdım. Sevindim, çünkü doğal olarak insan yaptığı bir şeye ilgi gösterilince seviniyor. Şaşırmamın sebebi ise, benim hedeflediğim seviye bu değildi. Akademi dışında ve de konumla ilgili konularda Türkçe yazmaya göreceli olarak yeni başladım. O yüzden istediğim dengeyi tutturduğum az oluyor. Ya gereksiz detaya giriyorum, ya basit olmak amacı ile çok sığ kalıyorum vs. Bu yazıyı yazarken aklımdaki ara bir yol tutturmaktı açıkçası, ne kadar başardım bilmiyorum. Yani amacım, toplumsal konularda az buçuk düşünen bir okuru kendi görüşlerim doğrultusunda ikna etmekti. Başktaki metaforun sebebi de budur yani. Derin ve felsefi bir anlatım yapmak istemedim ve kendi görüşlerimin hepsini, felsefi temelleri ile beraber açıklayamadım. O yüzden, daha derin ve felsefi olarak bu yazı incelendiğinde sığ kalıyor olabilir. Yani, yazının amacı yukarıda dediğim gibi daha pratikti. Tabi, ne kadar ulaşmıştır o gayeye, bilemem. O yüzden bu muhabbetin bu detayda gelişiyor olmasına da gayet sevindim, kendimi açıklama alanı bulmuş gibi hissediyorum.

    Yazdıklarınızdan anladığım kadarı ile, şayet doğru anlayabilmişsem, felsefi belli görüş farklılıkları var aramızda ve herhalde anlaşamamak konusunda anlaşabiliriz. Bunlardan birincisi tarihin bir seyri olduğu konusunda. Burada benim temel sorunum bir “doğaya” inanmak. İnsan doğası, evrenin doğası veya tarihin doğası. Herhangi bir şeyin bir “doğası” veya “kendi içinde” bir kuralı olduğunu bir “mutlak gerçek” olarak kabul etmiyorum. Tarihin bir yere doğru gidiyor olması, tarihin kendi içinde bir doğası olduğunu söylemini çağrıştırıyor. O noktada bir yol ayrımı yaşıyorum.

    Felsefe konusunda donanımlı olduğunuz gayet açık. Yani, Hardt ve Negri okuyacak kadar ilgiliyseniz en azından, benim de kendi görüşüm konusunda utangaç olmama gerek yok. Zaten söylemimden de pragmatist/utilitarian olduğumu tahmin etmişsinizdir diye zannediyorum. Benim tarafımdan bakınca, toplumların kendilerini bahsettiğimiz mikro-farklara göre yeniden düzenlemesinde ve insanlığın sağladığı gelişmeleri bir kenara itmelerinde sakınca yok–şayet bu onları daha mutlu edecekse. Fakat bu zorla yapılan birşeyse, bir toplumu farklılıklara göre ayırmak bir zorbalık aracı olarak kullanılıyorsa ve insanlar bunun sonucunda gereksiz acılar çekiyorsa, orada büyük itirazlarım olur. Sizin de dediğiniz gibi, Irak bu konuda hemen dibimizde ve gayet açık bir örnek.

    Benim gibi yapısalcı geleneğe bağlılık duyan ve dil/iletişim ile uğraşan bir insan için bir temel farklılık daha var: tüm kavramların aslında yapay/toplum tarafından inşaa edilmiş ve ideolojilerin de duyugsal olduğu görüşü. Yani, kelimelerin anlamlarının, söylemlerin ve anlatıların insan davranışını belirlediğine/yönlendirdiğine inanırım. Tabi, aslında bunu hakkıyla konuşmaya başlamak için sizin yapay demekle ne demek istediğinizi daha iyi anlamam gerekiyor ve sizden yapayın tanımını nasıl yaptığınızı almam gerekiyor. Ben bir iki varsayım ile hareket edeyim, isabetli olmadığım yer olmuşsa bahsederseniz sevinirim.

    Mesela, çalıştığım bir örnekten gideyim. Ruanda soykırımındaki “karafatma” lafı. Ruanda soykırımı konusunda bilgili olduğunuza eminim. Fakat, olur ya, bunları okuyanlardan bazılarına tanıdık gelmez ise “karafatma”nın ne demek olduğunu kısaca açıklıyım. 1994 yılında, tahmini 800,000 insanın çok kısa bir süre içinde öldürülmesi ile sonuçlanan bir soykırım. Arka plan, malum, çok uzun. Ona girmeden konu ile ilgili şunu söyliyim. “İnyenzi” yani “karafatma” kelimesi, soykırımı işleyen Hutular tarafından Tutsiler için kullanılan bir ifade. Hatta çoğu zaman insanları öldürmekten, “karafatmaları yok etmek” diye bahsedilmiştir. Şimdi, “karafatma” yapay, çok kısa bir süre içerisinde ortaya çıkmış bir tanımlama. Fakat propaganda sayesinde, çok kısa bir süre içerisinde–ki bahsettiğimiz kısa süre 5 yıl bile değil–bazı aşırı Hutular için o kadar organik, o kadar gerçek ve mutlak doğru bir hal aldı ki, bu kelimenin çok büyük bir katkısı ile kendi komuşularını, aile dostlarını, uzak akrabalarını, yakın akrabalarının eşlerini öldürebilecek hale geldiler. Bu gibi durumlarda, yapay ve (bunun karşıtı ne olabilir diye düşünüyorum) belki gerçek anlamlar arasındaki fark tamamen bulanıklaşıyor. Karafatmanın gerçek anlamının “öldürülmesi gereken komuşu” olmadığını siz, biz biliyoruz. Fakat o sembol ile o anlamı çok gerçek olarak iliştirmiş, onu içinde hissetmiş ve o kelimenin gereğini yapmış insanlar vardı Ruanda’da.

    Bunun gibi; benim açımdan bakınca yapay olmayan veya stratejik olarak/çıkar ve güç amaçı yaratılmayan kelime anlamı sayısı çok az–özellikle toplum ve siyaset konularında. Bu tüzden, Türk kelimesi etimolojik olarak çok gerilere gitse de, anlamının insanların ve toplumların o günkü güç/strateji ihtiyaçlarına göre şekillendiğine inanıyorum. Avrupalılar’ın “Türk” kelimesini kullanmalarında, Türk kelimesini bin yıllarca boyunca şekillendiren “gerçek” anlamından ziyade, şu soruların cevaplarını aramak daha ilginç olur benim için: o sırada bu coğrafyada yaşayan herkesi bir kefeye koyup “Türk” demek Avrupalı için ne demekti? Avrupalı’nın bir işine yarıyor muydu (ki yaramıyor da olabilirdi), şayet bir çıkarı yoktuysa, o zaman Türk kelimesi hangi imaj ile ilişkilendirilmişti, Avrupa’nın kollektif bilincinde–yani deyimlerinde, kitaplarında, hikayelerinde–Türk ne anlama geliyordu?… vs…

    Bununla beraber, bir ideoloji, herhagi başka bir sembol gibi, gayet duygusal olabilir. İnsanlar gayet duygusal sebeplerden dolayı bir ideolojiye kendilerini bağlı hissedebilirler. Fakirlere acıyan birinin Marxist olabilmesi gibi. Vatanseverlik de, milliyetçilik de (en azından benim kullandığım anlamları içerisinde) farklı hislere işaret eder. Biri daha yapıcı bir sevgi iken, diğeri daha yıkıcı olabilir. Tabi, milliyetçiliğin felsefesi ayrı birşey ve orada dediğinize en azından kısmen katılıyorum. Bir ideolojiye duygusal olarak bağlanan da olabilir, dediğiniz gibi rasyonel olarak bağlanan da. Fakat benim bahsetmeye çalıştığım farklı sevgi türlerine verilen farklı isimler. Pratik bir uygulama olarak, yıkıcı anlamı bir kelime ile iişkilendirip, yapıcı anlamı başka bir kelime ile ilişkilendirip, daha sonra bunun–bir nevi–propagandasını yapmaktan bahsediyordum. Anadoluluk konusunda da keza böyle. Yani, 1 kelime çok şeyi değiştirir demekle kastettiğim kelimenin meclisten geçip anayasaya konması değildi. Bir kelimenin topluma kazandırılması, toplumda kabul görmesi daha uzun soluklu ve daha çok kaynak isteyen bir proje. Anadoluluğun felsefi temelleri pek tabi oluşturulabilir ve bence zaten mevcuttur. Yapılması gereken bu altın madenine kazma atmaktır–kitaplar, filmler, afişler, söyleşiler. Memlekette istenince bir konu gündemden düşmüyor. Birşey “moda” veya “göz önünde” olduğu zaman ister istemez konuşulur, tartışılır. Sizin de dediğiniz gibi, önemli olan felsefi temellerini sağlam atabilmek. Dediğim gibi, Anadolu bu bakımdan zengin, naziçane fikrime göre, ve bir kültürün eskiden atılmamış felsefi temellerini atmak ve bilgisini toparlamak yapılmamış birşey değil. Fakat bu başlı başına farklı bir konu–ve çok uzun bir konu.

    Bunun gibi, şayet biri başkasının mutluluğunu önemsemeye açıksa, ve o insanın demokrasi kavramı ile kötü anıları, kötü çağrışımları varsa demokrasinin ne olduğunu anlatmaya çalışmam bile. O insanın kendi kültürü için ne önemli ise, hangi kavramlar o anlamı taşıyor ve o insanda yankı buluyorsa o kavramları kullanırım. Kelimelerin kullanılan anlamları ve kültürel içerikleri ile beraber, istenilen anlama göre yeniden çerçevelenmesi, bunun günlük konuşmalar, insanların günlük hayatşarı içinde dolaştırılması aslında sıklıkla uygulanan bir yöntem. Yukarıda bahsi geçen “karafatma” bunun daha karanlık bir örneği. Fakat, mesela, demokrasiye sempatisi olmayan bir Müslümanın toleransını geliştirmek için demokrasiden bahsetmek zaten hata olur. Anlatmayın demokrasiyi, Mevlanayı anlatın, aynı kapıya çıkıyor–hatta Mevlana kadar toleranslı olmaya çalışan biri çoğu demokrat geçinenin de ötesinde bir kavrayışa sahip olur diye düşünüyorum. Ama dediğiniz gibi: demokrasiyi sevmeyen birine demokrasi anlatmaya gerek yok.

  8. Aslında Marks ile milliyetçiliği savunmadım, savunduğum sadece Marks’ın tarihsel materyalizmine göre burjuva toplumunun (yani milliyetçilik ve ulus devletin) toplumların gelişim sürecinde yaşamak zorunda olduğu ve bir önceki döneme göre ilerici bir dönem olduğudur. Gerçi Marks ve milliyetçilik ilişkisi de tartışması keyifli bir konudur ya (mesela neden Marks tasarladığı komünist sistemin öncü olarak, Almanya’ya göre daha gelişmiş ve güçlü bir proletaryaya sahip olan İngiltere’de veya bu konularda daha bilinçli bir topluma sahip olan Fransa’da değil de Almanya’da kurulacağını savunmuştur?) neyse bunlar farklı konular hiç bulaşmayalım. Bu arada ben de böyle keyifli bir tartışmaya eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.

    Aydınlanmaya inanan bir insanımdır. Yani evet bir yöne doğru bir ilerlemenin olduğuna inanırım. Ancak burada kastettiğim aydınlanma tam olarak 18.yy ve devamında Avrupa’da görülen fikir hareketinin özel ismi olan aydınlanma değil biraz daha kapsamlı bir şey. Bir gelişim yönü olduğunu savunsam da bunun tek bir yolu olduğu ve bu yolunda Avrupa’nın izlediği yol olduğu fikirlerine karşıyımdır. Yani pozitivist bir aydınlanma metodu değil savunduğum, zira pozitivizmin hali hazırda tartıştığımız konuların da dahil olduğu sosyal bilimlerde iflas ettiği artık aşikardır ancak bu yine de aydınlanma fikirlerinin iflası anlamına gelmez. Ayrıca bir tek Marks değil, pek ala Durkheim’in mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya doğru ilerleyen toplum kuramı da bir ilerleme fikrini barındırır. Farkları topluma birisi iktisat temelinden bakarken diğeri sosyoloji temelinden bakar ve bu sayede birisi çatışmacı kuramı geliştirirken diğeri tam tersine dayanışmacı kuramı geliştirir. Din temelinden bakarak buna göre bir ilerleme süreci kuran düşünürlerde vardır. Yani ilerlemeyi savunmak için illa Marks’ı savunmak da gerekmez. Orada bahsettiğim “yeni bir tür feodalizm” de tam olarak Marksizmin bahsettiği burjuvadan önce gelen feodal düzen değil tabi ki. Sizin de dediğiniz gibi gerçek anlamda bir feodalizm için gerekli koşullar yok, zaten toprağa bağlı ekonomi yok en başta. Burada “yeni bir tür feodalizm” demeyi tercih etmemin nedeni toplumun ulus kavramının daha altında bir kapsayıcılığa sahip olan etnik, dini, mezhepsel kavramlar çerçevesinde şekillendirilmeye çalışılması, yani belli bir süreci geçirmiş ve feodalizm döneminde bolca çatışma alanı oluşturan mikro farklılıkları tolere edebilecek kavramlara ulaşmış toplumları yine kapsayıcılığı daha düşük mikro kavramlara mahkum ederek bir anlamda toplumun yüzlerce yıllık gelişim, mücadele ve bilgi birikimini görmezden gelmesidir. Kastettiğim yeni bir tür feodalizm ile bildiğimiz feodalizm arasındaki tek benzerlik toplumu mikro farklılıklar üzerinden değerlendirmektir, o tanımı kullanmamın nedeni de budur. (Post-modern fikirlere özellikle de Hardt ve Negri’nin İmparatorluk’una getirilen en büyük eleştiri de budur ve “yeni bir tür feodalizm” de bu eleştirilerde kullanılan bir tanımdır.)

    Irak konusunda; Irak’ı zaten bugünkü durumuna düşüren bu mikro farklılıklar çerçevesindeki kamplaşmadır. Evet, dışarıdan gelen bir işgal kuvveti de var işin içinde ama o işgal kuvveti de içinde bulunduğumuz çağın ve sistemin bir gerçeği ve önlemimizi ona göre almak zorundayız. Dediğim gibi ne küresel sermaye zalimliğinden bir şey kaybetti ne de emperyalizm acımasızlığından ve biz de bunu bilerek sistemimizi geliştirmek zorundayız. Eğer Irak halkı uluslaşabilmiş olsaydı (Saddam gibi bir zalim yaptığı katliamlarla halkı birbirine yabancılaştırmamış ve düşman etmemiş olsaydı) bugün o işgal kuvvetine karşı tek yumruk olabilirdi ve belki bugün Irak’daki durum çok daha farklı olabilirdi. En azından birbirlerini gırtlaklamazlardı. Bu da bize gösteriyor ki içinde bulunduğumuz bu çağda uluslaşamayan toplumlar gerek kendi içlerindeki yabancılaşma nedeniylei gerek dış müdahaleler sonucunda, gerekse mikro farklılıklar üzerinden yaptıkları çıkar hesapları sebebiyle birbirlerini gırtlaklayabiliyorlar (Bkz:Irak’ta etnik çıkarlar sebebiyle işgalcilerle işbirliği yapan gruplar). Bu farklılaşmalar çatışmaya varmak zorunda değil tabi ki ama dünya ve çağımızın düzeni malesef buna neden oluyor ve bu düzeni de değiştirmek daha önce bahsettiğim gibi çok uzun ve zor bir süreç olduğundan isteyin veya istemeyin oyunda kalabilmek için oyunun kurallarını değiştirebilecek birikimi edinene kadar belli bir süre oyunun kurallarına uymak zorundasınızdır. Aksi takdirde çağına ayak uyduramamış ve tarihin sayfalarına gömülmüş toplumlar arasında yerinizi alırsınız, medeniyetlerin yok oluş sebebi de budur zaten. Anadoluluk önerinizi de bu açıdan değerlendirirsek; pek de gerçekçi olmadığı ortadadır. Osmanlılılık, Türkiyelilik, Anadoluluk gibi yapay kavramların birleştirici olmadığını gösteren örneklerden ve neden birleştirici olamadıklarının nedenlerinden yukarıda da bahsetmiştim. Toplumları birleştirecek kavramları ancak; bir insanın veya bir devletin etkileyemeyeceği kadar uzun ve kapsamlı olan toplumların gelişim süreci belirler. Ve bu belirlemede kültür, kültürün işlenmesi, iktisat, din, coğrafya, siyasi ilişkiler, gelenekler gibi bir sürü faktör etkilidir. Yoksa bu öyle birkaç insanın veya bir hükümetin kararlaştıracağı bir şey değildir. Anadoluluk kavramının halkın nezdinde hem de tüm farklılıklarıyla tamamının nezdinde pek de bir anlam taşımadığı açıktır. Zira insanlarımızın neredeyse tamamı için Anadolu, Osmanlıdan daha eskiye uzanan bir şeyi ifade eden bir kelime değildir, değil binlerce yıl öteye Selçukluya bile inebilen insan pek yok. Yani toplum nezdinde ve gerçekçilikte yeri olmayan bir kavram peşinde koşmak pek mantıklı olmayacaktır, hele ki o yapay kavram çağımızın ihtiyaçlarına karşılık veremiyorsa.

    Uluslar genellikle kendi isimlerini kendileri vermez, bizim için de böyledir. Biz kendimize Selçuklu veya Osmanlı derken dünya için bu topraklarda yaşayan toplumun adı Türk bu toprakların adı da Türkiye idi. Anadolu’ya girişimizden kısa bir süre sonra Avrupa bu topraklar ve bu halk için bu ismi kullanmaya başladı. Peki neden Türk? Buna neden olarak saydığımız kültür, kültürün işlenmiş olması, iktisat, coğrafya, nüfus, din, edebiyat, felsefe, askeri güç ve belki de şans gibi bir sürü etken vardır ve bu etkenler yüzlerce, binlerce yılda şekillendirir toplumu. Dünya’nın bizi Türk olarak görmesi ve bizi bu isimle anması bu sürecin sonucundadır. (Mladiç’in Srebrenitsa’da katliamı gerçekleştirmeden önce “Bugün Türklerden intikamımızı alacağız.” demesinin nedeni de budur. Dikkat ederseniz “Müslümanlardan” dememiştir, çünkü Boşnakları da Türk olarak görmektedir. Bunun nedeni de bahsettiğim bu süreç ve gelişimdir yoksa Türkiye Cumhuriyeti Mladiçe resmi yazı göndererek ondan bunu talep etmemiştir.) Yeryüzünde binin üstünde etnik köken varken, ulus sayısının 20-30 civarı olmasının nedeni de budur. Tüm bu etkenler ve süreç, toplumları kapsayıcı hale getirdiği bir kimlik altında birleştirir. Sadece bir ismi değiştirmek kolaydır, bir kanun teklifi yapılır birkaç milletvekili de parmak kaldırır indirir, bir günde koyarsınız Anadoluluk kelimesini anayasaya, istemediğiniz kelimeleri de çıkarırsınız ancak bunun gerçeklikte hiçbir karşılığı olmayacaktır. Zira o eklediğiniz kavramlar tarihin süzgecinden geçerek oluşan doğal kavramlar değildir bu nedenle de toplumun kendi içinde yabancılaşmasını engelleyebilecek ve toplumu bir arada tutabilecek kabiliyetleri yoktur, sadece bir kelimeden ibarettirler. Ve mesele Anayasada, kanunda, resmi kağıtta ne yazdığı meselesi de değildir, sıradan halkın umurunda bile değildir anayasada hangi kelimenin kullanıldığı, onun hayatında ne değişikliğe neden olacaktır ki anayasada yazan bir kelimenin değişmesi? Orada ne yazarsa yazsın o gündelik hayatında anadilini konuşabiliyorsa ve kendini, eşine dostuna istediği kimliği ile tanıtabiliyorsa emin olun ki bu meseleler umurunda bile değildir. Mesele özgürlük ortamını yaratabilmektir ama aynı zamanda da doğal bir süreç sonucu gelişen kavramları ve dengeleri yapay ve günibirlik argümanlarla kurcalamamak gerekir. Aksi takdirde herkes için çok daha acı sonuçlar gerçekleşebilir.

    İki resmi dil temenniniz konusunda; Tek bir resmi dil gerekliliğinin nedenlerinden daha önce bahsettiğimden tekrar etmeyeceğim. Ancak şunu diyeyim; iki resmi dil toplumun kendi içindeki iletişimi zaman içinde azaltacağı ve yabancılaşmayı doğuracağı nedeniyle zararlı sonuçlar doğuracaktır. Ayrıca dünyada bunu düzgün bir şekilde yürütebilen bir devlette yoktur. Bu bahsettiğim sonuçlar hepsinde görülmektedir bu nedenle pek tercih edilen bir şey değildir. Sizin iyi bir örneğiniz varsa söyleyiniz.)

    Milliyetçilik/Vatanseverlik karşılaştırmanız pek tutarlı değil. Zira bu ikisi birbirlerinin yerine konulabilecek kavramlar değildir. Vatanseverlik bir duygudur, hamasete dayanır ve insanlık tarihi boyunca (aslında mülkiyetin doğumundan itibaren demek daha doğru olabilir) mevcuttur. Milliyetçilik ise bir ideolojidir, akla dayanır ve Fransız İhtilalin’den beri mevcuttur. Bir duygu olması ve hamasete dayanması nedeniyle vatanseverlik bu çerçevede ilerleyen bir tartışmanın konusu olamaz.  Milliyetçi olan birisinin pek tabi vatansever olması gerekirken, milliyetçiliğe karşı çok farklı ideolojilerden olanlar da vatansever olabilirler, ki olmalıdırlar da. Hali hazırdaki bu tartıma ve bunun gibi tartışmalar devam ederken insanlara başka bir alanın konusu olan vatanseverliği aşılamaya devam edebilirsiniz bu tabi ki ülkemiz ve toplumumuz için yararlı olacaktır.

    Tabi ki bu konuların felsefi temellerini günlük yaşamının derdine düşmüş sokaktaki adama anlatmak kolay değildir. Ancak takdir edersiniz ki burada sokaktaki adamla yapabileceğimiz muhabbetten biraz daha yukarı bir seviyede muhabbet ediyoruz. Ve hangi ideoloji, hangi düşünce olursa olsun felsefi bir temele oturtulamadıktan sonra dünyaya ve insanlara etki edebilecek bir sonuç doğuramaz, yani öncelikle bu tartıştığımız konuların çok daha üst seviyelerde tartışılarak bir acilen zemine oturtulması gereklidir. Farklılığı bir tehdit olarak algılama ne ulus devletlerin ne de milliyetçiliğin bir sonucudur, zira milliyetçilik ve ulus devletler var olmadan önce de farklılıkları tehdit olarak görenler olmuş ve bu nedenle çok acılar yaşanmıştır. Milliyetçilik sadece bu insanlar nezdinde farklılık kriterlerini değiştirmiştir. Milliyetçiliği ve ulus devleti kaldırsanız bile bu insanlar başka bir kritere göre başka bir farklılık bulup aynı şekilde devam edeceklerdir. Günümüz dünyasında özelliklede ABD ve AB dışı dünya da demokrasi ve özgürlük kavramlarının da pek pozitif bir anlam taşımadığı ortada? Bu insanların anaları, kardeşleri demokrasi adına katledildi yani onlar için artık demokrasinin anlamı bu ve bu kolay kolay da değişmez. Ne yapalım şimdi? İnsanlara bu kavramların aslında ne olduğunu anlatmaktan vaz mı geçelim. İnsanlardaki bu yanlış ve düşmanlık dolu düşünceleri değiştirmek için onlara işin felsefesinden bahsetmeye gerek yoktur, bu tartıştığımız konuların hiçbirinden bahsetmeye gerek yoktur. İnsanları düşmanlık fikirlerinden kurtarmak başka bir mücadele alanıdır.

  9. Sayenizde repertuarıma Marx ile savunulan milliyetçiliği de eklemiş oldum, sunduğunuz zenginlik için teşekkür ederim =)

    Çoğu konuda sizinle aynı düşüncelere sahip olsak da, hala katılamadığım bir iki nokta var. Yazdıklarınızda tepkimi ilk çeken nokta mikro farklılıklara göre şekillenen bir toplumun feodaliteye doğru “geri” gidecek olması. Burada tepkimi çeken geri gitmenin aslında–koşulların her an değişiyor olmasından dolayı–imkansız olması değil. Fakat mikro farklılıklara göre şekillenen bir toplumun “geri” olarak algılanması için, Marx’ın (Hegel’den ödünç aldığı kadarı ile) temel argümanı olan “tarihin bir yöne doğru düz bir şekilde gidiyor olduğunu” savunuyor olmanız lazım gibime geliyor. Eğer bunu savunmuyorsanız, bir toplumun mikro farklılıklara göre yeniden şekillenmesinin neden “geri” olması gerektiğini anlatabilirseniz çok memnun olurum–zira feodaliteyi mümkün kılan koşulların çoğu artık aramızda yok.

    Bir diğer nokta, bu ayrışmaların çatışmayı körüklemesi gerektiği. Verdiğiniz Irak örneği kanımca çok uç. Savaş halinde bir toplumun kamplaşmasından bahsediyoruz. Savaş halinde bir toplum, ne olursa olsun birbirini gırtlaklayacak, ne yazık ki. Bir toplum etnik/dini/mezhep çizgilerinde kamplaşabilir. Buna ekonomi de sebep olabilir, bir grubun tehdit algısı da. Fakat bu ayrışma ve kamplaşma çatışmaya varmak zornda değil. Herşey yaşananların nasıl idare edildiğine bağlı. Kamplaşmadan fırsat çıkarıp prüzleri düzeltmeye çalışmak da var, insanları birbirlerini öldürmeleri için kullanmak da var.

    Felsefi akımların, daha sonra o akımlar kullanılarak yapılan saçmalıklarla bir alakası olmadığı gayet açık. Lakin, çoğu insanın felsefeyi ve derin düşünceyi günlük hayatının bir parçası yapmadığını siz de farkındasınızdır. Bu yüzden, milliyetçiliğin etimolojik ve felsefi saflığını ve temizliğini kanıtlamak, insanları gündelik nefretlerinden arındırmaya, çeşitliliği bir tehdit olarak algılamaktan uzaklaştırmaya dair ne kadar yol alır, bu konuda şüphelerim var. Milliyetçiliğin bugün ülkemizde taşıdığı anlam, maalesef, çok pozitif değil. Milliyetçi akım kendisini başkalarından nefret etme ve çeştililiğe, çokluğa karşı bir toleranssızlıkla ilişkilendirmiş durumda. Millyetçi düşünürlerin ötekileri yok etmek gibi bir amacı olmamış olsa da, ülkemizdeki linç girişimlerine ve nefret cinayetlerine vs. bakarsak arada epey bir yanlış anlaşılma sözkonusu. Keşke bizi teokrasinin ve monarşinin pençesinden kurtaran düşünceler bu noktaya gelmeseydi, evet, fakat sokağa çıkıp tek tek insanları çevirip “bakın, aslında milliyetçilik bu demek değil, alın bu kitapları, sosyoloji, felsefe okuyun, bakın sizin de fikirleriniz değişecek” dersek, pek yok alacağımızı sanmıyorum.

    Bunun yerine yapılabilecek çok daha pratik ve etkili şeyler var. Amaç tek bir üst kimlikte birleşmekse, “Türkiye Cumhuriyeti” denince, bazı vatandaşlarımız bunu etnik bir saldırı, etnik bir kimlik olarak algılayıp tehdit hissediyorsa ve buna karşılık milliyetçiliği yanlış anlayan insanlar Türk etnisitesine biat etmeyenleri ödürmek istiyorsa, o zaman buyrun, Anadolu kimliği var. Hiç bir etnisiteye işaret etmeyen, tamamen paylaşılan bir alanı tanımlayan bir kimlik. Anadoluluk kimliğini ön plana çıkarmak, bunun reklamını yapmak, milliyetçiliğin aslında asimile etmek olmadığını anlatmaya çalışmaktan çok daha pratik bence. Anadolu olmak, sadece belli bir coğrafyada–ki çok derin ve gurur duyabileceğimiz bir tarihi olan bir coğrafyada–bir sürü farklı insanla bir arada yaşamaktan başka birşey değil. Bu böyle tanımlandığı sürece, herkes kendini rahat hissettiği etnisitesi ile bu kimliğin altında neden buluşmasın? O zaman başka ülkelerin başardığı gibi birden fazla resmi dilimizin olması da mümkün olur.

    Hadi diyelim ki Anadolulu olmak çok idealist geldi size–ki ara sıra bana da çok uçuyormuşum gibi geliyor. O zaman başka bir çözüm milliyetçilik ve vatanperverlik/vatanseverlik farkını yaymak. Bu fark (şimdi makalenin yazarı dilimin ucunda ama aklıma gelmiyor, kusra kalmayın) şuna işaret ediyor: bugünkü kullanımı ve anlamı ile milliyetçilik “biz” olanı sevmek ve “öteki” olandan nefret etmeye işaret ederken, vatanseverlik “biz” olanı sevmek ve öteki olana hoşgörü ile yaklaşmayı anlatıyor. Bu ayrımın anlamı, nelere işaret ettiği topluma yayılabilir. Milliyetçiliğin değil de, vatanseverliğin neden bir toplumun sağlığı açısından çok daha iyi olduğu anlatılabilir. İnsanlara milliyetçi olarak değil de, vatansever olarak, kendilerinden nasıl daha çok gurur duyabilecekleri gösterilir.  Böylece insanlara bir kelime kazandırılmış olur. Böylece kendisini sevmek için başkasından nefret etmek zorunda olduğuna inanan insanlar, başka türlü sevgilerin de var olabildiğini görmüş olur ve bunu ifade edebilecekleri bir kelime olur. Bir kelime çok şey değiştirebilir.

    Yani, keşke bizim devlet de sizin gibi düşünseydi, bizim toplumumuzun çoğu da sizin gibi düşünseydi de, başka dillerin konuşulmasını kendi varlığına tehdit olarak görmeseydi. Ama görüyor. O zaman bize ne yapmak düşüyor? Dediğim gibi, insanların inançlarının felsefi temellerindeki yanlış anlaşılmaları düzeltmeye çalışmak, (yanlış hatırlamıyorsam) Nietzsche’nin tabiri ile “okuma yazma bilmeyen birine en sevdiği kitabı sormaya” benzer diye düşünüyorum–keşke yanılıyor olaydım diye de içimden geçiriyorum. Fakat “bana felsefe yapma ülen” veya “düşün düşün boktur işin” gibi deyimlerin sıklıkla kullanıldığı ve hala hayatta, hala dolaşımda tutulduğu bir toplumda insanlara “inançlarının felsefi temellerini yanlış anlamışsın” demek, heralde çok da iyi niyetle karşılanmayacak. O yüzden insanların ötekilerden nefret etmeye meğilli zihniyetini bir nevi değiştirmeye çalışan bilgileri toplumda yaymanın daha yararlı olduğunu düşünüyorum.

  10. Demek ki iddia ettiğiniz gibi söz konusu fikirler hep kendini tekrar eden ve kısıtlı argümanlarla savunulmuyormuş. Gerçi bu fikirleri savunmak artık TV programlarında 3-4 tane iri kıyım liboşun karşısına yem olarak atılmış yetersiz insanlara (ki genelde asker kökenli olur bunlar), internet ortamında da bilgisayar başından ülke kurtarmaya çalışan klavye delikanlılarına kaldığından bu şekilde düşünmenizin nedenini anlayabiliyorum. Marksist argümanları kullanmamın nedeni de açıkçası bunu göstermekti. Yoksa Marks’a olan inancım Durkheim’e olan inancımdan fazla değil. Aynı şekilde sizin de dediğiniz gibi her ne kadar Marksistler öyle olduğuna inansa da, şahsen diyalektik materyalizmin mutlak doğruluğunu savunmuyorum ve savunmadım da.  Zira post-modern fikirlere de dayanak teşkil eden kuantum fiziğinin gelişimi, bilinçaltının keşfi gibi gelişmeler karşısında modernizmin tüm ideolojileri gibi diyalektik materyalizmin de yediği tokatları keyifle izliyorum. Bunun yanında; şüphesiz iktisat bahsettiğimiz gelişim sürecinde çok önemli bir faktör olsa da tek faktör değildir. Ancak iktisadın etkisini görmezden de gelemeyiz özellikle de konu ulus devletler ise. Çünkü daha önce de bahsettiğim gibi ulus devletler ile burjuva sınıfının gelişimi arasında tartışılamayacak (ki zaten tartışılmayan) bir bağ vardır. Tabi ki sadece bu bağ ulus devletlerin oluşumunu ve gelişimini açıklamak için yetmez zaten bu nedenle ulus devletlere ilişkin olarak iktisattan ziyade sosyolojiyi ilgilendiren dil birliği, bir arada yaşamda ortak değerler, toplumları bir arada tutabilecek kavramlar üstünde değerlendirmelerde bulundum.

    Dediğiniz gibi insanlık tarihi tek bir insanın aklının alacağından çok daha uzun ve kapsamlıdır. İşte her şeyi idare eden de bu uzunluk ve kapsamdır. Yüzbinlerce yıllık insanlık gelişimini bayır aşağı yuvarlanan devasa bir kaya farz edersek, o devasa kayanın yanında biz ortalama 60-70 yıllık hayatlarımız ve bundan biraz daha uzun süre varlığını sürdüren devletlerimizle ancak ufak çakıl taşlarıyızdır ve yuvarlanan o kayanın önüne çıkarak ona yön vermeye çalışıyoruz. Bizim bu ufak etkilerimizin sonuçları da ancak yüzbinlerce, milyonlarca çakıl taşı sayesinde yüzlerce, binlerce yılda gerçekleşiyor. Yani dünya ve insanlık bizim basit günübirlik politikalarımızla hızlıca şekillenmiyor, bu süreç yüzlerce, binlerce yıl sürüyor. Ulus devletlerin ve milliyetçilik akımlarının tarihi şunun şurasında kaç yıllık ama bunların ortaya çıkması gerekliliğini doğuran işte o uzun ve kapsamlı olan tarihin birikimidir. Yoksa ulus devletler ve milliyetçilik fikri sadece 14 Temmuz 1979 günü Paris’te yaşananların eseri değildir, aynı şekilde bizim ülkemizin de bu kavramlar etrafında şekillenmesi sadece 29 Ekim 1923 günü Ankara’da yaşananların eseri değildir, bu günlerin arkasında yüzlerce yıllık sosyal, iktisadi, kültürel, tarihsel bir birikim vardır.

    Devletler ve hatta insanlar her zaman birbirleriyle savaşmak, birbirlerini öldürmek için neden bulmuşlardır; din için, mezhep için, milliyet için, etnisite için, ideoloji için, yaşam şekli için, zenginlik için, toprak için, monarkların şanı için, bir takım üretilmiş kavramlar için vesaire vesaire (Malum günümüzde de en popüler ve en “meşru” katliam sebebi “demokrasi”, “insan hakları” ve “özgürlük”). Yani ulus devletlerden de önce savaşlar oluyordu, katliamlar oluyordu, insanlar ölüyordu, zulüm de vardı, sömürü de vardı, acı da vardı ve ulus devletlerden sonra da olacak gibi. Ancak bu durumun suçlusu ulus devletler değildir. Yaşanmış ve yaşanan acıların sebebi olarak ulus devletleri göstermek, Belçika’nın Ruanda ve Kongo da yaptığı katliamlar karşısında “bak işte Belçika bir ulus devlet olmadığı için katliamlar yaptı” demek kadar tutarsızdır veya Irak’ta yaşanan katliamlara gerekçe olarak gösterilmeleri yüzünden demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kavramları suçlu ilan etmek kadar tutarsızdır. Hele ki geçmişte yani ulus devletlerin değil cismi, fikri bile ortada yokken insanların herhangi bir neden bularak yaptığı zulümleri ve savaşları bilirken ve de günümüzde ulus devletler üstü küresel sermayenin çıkarları için milyonları öldürdüğünü, milyonların açlıktan ölmesine göz yumduğunu, milyonları köleleştirdiğini görüyorken bu yaşananlarla ulus devletleri ilişkilendirmeye çalışmak hepten tutarsızlaşıyor. Fikirler insan öldürmez bunu insanlar yapar. Pek ala Rousseau, Durkheim, Weber gibi düşünürler baş başa verip “hadi öyle bir düşünce geliştirelim ki tüm insanlığı zulme ve acıya boğalım” diyerek ulusçuluğun ve ulus devletlerin temelini atmadılar değil mi? Tıpkı Hobbes, Locke, Smith gibi düşünürlerin bir masaya oturup da “hadi insanları sömürmek, açlıktan öldürmek için bir sistem geliştirelim” diyerek liberalizmi geliştirmedikleri gibi. Veya sizce Marks ve Engels komünist kuramı geliştirirken 1936-38’de Sovyetlerde yapılan  “büyük temizliği” de planlamışlar mıydı? Ulus devletler ve milliyetçilik insanları öldürüyor, acılar yaşatıyor demek basit ve kolaya kaçan bir söylemdir.

    “Ulus devletler insanlık için yararlı olmuş mudur, olmamış mıdır?” sorusuna gelirsek; benim dilim pek ala evet olmuşlardır demeye varıyor. Zira sadece feodalizmi, monarşizmi ve teokrasiyi tarihin sayfalarına gömmüş olması dahi bu soruya evet cevabı verebilmek için yeterlidir. Herhalde insanların feodal dönemde, din kuralları çerçevesinde, monarşi ile yönetilirken daha mutlu olduklarını kimse iddia edemez değil mi? Bundan başka ulus devletlerin küresel sermayeye karşı direnişte kale görevi görmüş olması ve 20.yy’da emperyalizm karşısında insanlığa birçok ulusal kurtuluş hareketinin zaferini yaşatmış olması da basite alınacak bir şey değildir. Herhalde küresel sermaye hiçbir engele takılmadan dünyada at koştursaydı ve o toplumları da sömürgeciler yönetseydi insanların daha mutlu olacağını da kimse iddia edemez değil mi? Bugünkü en önemli yararına gelirsek; emperyalizmin ve neo-liberalizmin etnik, dini, mezhepsel ve bulabildiği diğer bilumum mikro farklılıklarla toplumları birbirine düşürmesi karşısında mikro farklılıkların üstünde birleştirici bir işlev taşıması nedeniyle de insanlık mücadelesinde yararlı olmaktadır. Herhalde Irak’ta etnik, dini ve mezhepsel nedenlerle birbirlerini gırtlaklayan insanların çok mutlu olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi? Ayrıca milliyetçilik fikirleri ve ulus devletlerle birlikte ve birbirlerine bağlı olarak gelişen cumhuriyetçilik ve laiklik fikirleri de şüphesiz insanlığı daha iyi bir yere taşımıştır, egemenliğin kaynağını tanrıdan, kullanım yetkisini monarktan alarak ikisini de ulusa vermesini de tabi ki olumlu bir gelişme olarak adlandırmalıyız. Görünüşe bakılırsa insanlık için gerekli ve yararlı olmaya bir süre daha da devam edeceklerdir.  Zira ne küresel sermaye zalimliğinden bir şey kaybetti, ne de emperyalist devletler acımasızlığından. Hele hele “Yeni dünya düzeni” kapsamında şekil verilen ülkelere baktığımızda da bu gerekliliği çok iyi görüyoruz. Eğer gidişat ulus kavramından daha üst bir kavramın birleştirici rol oynayabileceğini gösterseydi bugün en fazla “ulus devletler ilerici rolünü oynadı ve artık onun da çağı geçti” diyebilirdik ancak gidişata bakarsak; Avrupa devletleri kendi ulus devletlerinin gücünün daha üst bir kuruma devrini kabul etmeyerek ortak anayasayı reddediyor, bilmem nerelilik gibi yapay kavramlar ile bir araya getirilen (Belçika gibi) toplumlar bölünerek ulus devletlerini kuruyorlar, küresel kriz karşısında iktisadi alanda ulus devlet politikaları güçleniyor, dünyada daha üst bir kavram altında toplanmak yerine mikro farklılıklar adına yürütülen çatışmalar, savaşlar artıyor. Hatta ideolojiler bile toplumları bir arada tutamayarak sahneyi çoktan ulus devletlere bıraktı (Bkz: Yugoslavya, Sovyetler vb.) (Gerçi bu tartışmayı elli yıl önce yapıyor olsaydık elli yıl sonra insanlığı ulusların değil ideolojilerin şekillendireceğini iddia edebilir ve çok kötü yanılabilirdim ya neyse). Bu durumda ulus devletlerin değil yarar sağlamadığını iddia etmek, zamanının geçtiğini düşünmek bile saflığa kaçan bir iyi niyetlilik olacaktır. Nitekim hali hazırdaki tartışmada benim savunduğum fikirlerin karşında yer alan fikirleri savunsa da milliyetçilik ve ulus devletler konusuna epey kafa yormuş olan Gellner dahi ulus devletler çağının henüz geçmediğini ve yakın bir gelecekte de geçmeyeceğini söylemektedir.

    Hangi fikirleri savunuyor olursa olsun insanların, çekilen acılardan, yaşanan zulümlerden rahatsızlık duyuyor olması ümit verici olsa da sorunun kaynağı ve çözüm yeri olarak yanlış yerlere bakmak gerçeklikle bağdaşmayan ve istenilen amaca ulaşmayı sağlayamayacak önerileri doğurur. Burada yapılan temel hata ulus devletleri ve milliyetçilik fikirlerini tarihsel süreciyle, temelini oluşturan fikirlerle, altında yatan felsefeyle değil de o fikirler adına hareket edenlerin veya o fikirlerin savunucusu olduğunu iddia edenlerin eylemleriyle değerlendirmek. Ulus devletlerin farklı dilleri, farklı dinleri veya herhangi bir farklılığı yok etmek gibi bir amacı yoktur. Bunun aksini iddia ediyorsanız lütfen ulus-devlet ve ulusçuluk fikirlerinin temellerini oluşturan hangi filozofun, hangi düşünürün böyle bir talebi olduğunu söyleyiniz. Rousseau mu böyle bir şey talep etti yoksa Durkheim mi? Türk milliyetçiliği ölçeğinde ise Gökalp’in mi yoksa Gaspıralı’nın mı böyle bir talebi oldu?

    Ulus devletler din, mezhep, etnisite gibi farklılıkları tolere ederek insanları daha üst bir kavram altında bir araya getirmeyi amaçlamışlardır. Bu kavram ulustur. Ulus kavramının seçilmesine de öyle keyfince karar verilmemiştir, bu hani bahsettiğimiz insanlık tarihinin ve birikiminin çok uzun ve kapsamlı olması sonucunda ulaşılan bir neticedir (yoksa papa veya başka bir kişi öyle buyurdu diye değil). Malum ki ulus devletler ümmet yapısına ve teokratik devletlere karşı bir isyandır. Bu nedenle zaten düzgün işleyen ulus devletlerin din gibi mezhep gibi bir derdi olamaz ve olmamalıdır çünkü amacı artık toplumların bu kriterlere göre şekillendirilmesine son vermektir (laiklik ve milliyetçilik fikirlerinin birlikte gelişmesi şans değildir yani). Bu noktada üstünde tartışmaya değebilecek bir tek dil mevzusu kalıyor ki orada da ulus devletler sizin iddia ettiğiniz gibi kimsenin istediği dili konuşmasına karışmaz, tek derdi aynı ülke içindeki bireylerin ortak bir iletişim diline sahip olmaları böylece birbirlerine yabancılaşmalarının engellenerek Durkheim’ın bahsettiği organik dayanışmanın gelişmesi ve devletle birey arasındaki ilişkilerin de bu kapsayıcı dil ile yürütülmesidir. Bu amaç da farklı dilleri yok etmeyi veya günlük yaşamda yasaklamayı gerekli kılmaz. Aslında, bugün dünya ile bağ kurabilmek için İngilizce öğrenmek zorunda olmamız gibi bir gerekliliğe benziyor çünkü iletişim kurulacak ortak bir dil mevcut değilse ortak değerler geliştirmek de mümkün olmuyor.

    Yaşanan acılar, yapılan haksızlıklar, koyulan yasaklar bunların hepsi iktidarların ve devletlûların icraatlarıdır ki bunları da toptan suçlu ilan etmeden önce hepsini kendi içinde tek tek değerlendirerek hüküm vermek gerekir. Şüphesiz ki bu yasakları koymak, bu haksızlıkları yapmak için ulus devlet olmaya da gerek yoktur.
    Samir Amin’in de, Lenin’in de gericilik olduğunu iddia ettiği çok kültürcülük sizin anladığınız gibi bir toplum içinde farklılıkların olması durumu değildir. Toplumların mikro farklılıkları bir nebze aşarak daha üst bir kavram altında (ulus, sınıf, ideoloji veya onları bir araya getirebilecek herhangi bir üst kavram altında) birleşmiş olmalarına rağmen o toplumu mikro farklılıklara göre yeniden şekillendirme çabasıdır ki bu yeni bir tür feodalizm inşası anlamına geldiğinden dolayı gericidir.

  11. Marxist argümanlarla milliyetçiliği savunan bir söylemi ilk defa görüyorum, şaşkınlığımı mazur görün.

    Herşeyden önce söylediklerinizde katılamadığım bir noktayı belirtiyim. Tarihin ilerlemesindeki Marxist argümanın doğruluğu, her ne kadar Marxistler öyle olduğuna inanmak istese de, tarihsel bir gerçek değildir. Dünyadaki herşey iktisadi temellere dayanmadığı gibi, ruhsal, kimliksel veya başka tek bir tane ve herşeyden üstün temele de dayanmaz. Dünyadaki herşeyin iktisadi temele dayandığını savunmak, tarihsel açılımları evrensel bir aklın idare ettiğini savunmaktan farklı değildir. Birinin ekonomiye dayalı olması, onu daha az dogmatik veya daha çok bilimsel yapmaz.

    Bunun karşılığında böyle bir gerçeklik olduğuna inanmadığımı söylemekle yetineyim. İnsanlığın tarihi herhangi tek bir tane insanın aklının alacağından daha uzundur ve daha kapsamlıdır. Her türlü insan tecrübesini tek bir aşgın gerçekliğe–sanki varmış gibi–sığdırmak çok da akıl karı olmasa gerek. İktisadi değişimlerle ve yöntemlerle ilerleyen toplumlar olduğu gibi, bir kimliğin değişmesi ile veya yeni şeylerin konuşulması ile değişen tarihi süreçler de olmuştur.

    Aslında Marx’a dair inancınıza bakınca milliyetçiliğe neden çok iyi niyetli yaklaştığınızı daha iyi anlıyor gibiyim. Eminim dünyada biryerlerde, bir zaman içinde, sınırları içerisinde yaşayan herkese çok iyi, adaletli, eşit ve saygılı davranan bir güç olmuştur. Fakat günümüzdeki ve yakın tarihimizdeki ulus-devlet modeli ve siyasetleri bu iyi niyetimizi sanki, “biraz” köreltiyor gibi. İnsanları tek bir dil altında birleştirmenin yolu canilikten, zorbalıktan mı geçiyor? Bu “gerekli bir kötülük” mü? Çoğunluğun mutluluğu için azınlığın acı çekmesi mi gerekir? Bunlara sizin cevabınız da hayırsa şayet, o zaman ulus-devletin gereksizliğini konuşmaya başlayabiliriz. Çünkü ulus-devlet zulmedebildiğine zulmetmekten çekiniyormuş gibi durmuyor.

    Soru şurada, ulus-devlet yapısı toplam insan mutluluğunu arttırmak için yararlı olmuş mudur, olmamış mıdır? Buna olmuştur demeye benim dilim varmıyor. Ulus-devlet bugüne kadar çok ama çok günahtan sorumludur, çok gereksiz, yersiz ve anlamsız acıların yaşanmasına sebep olmuştur. Sırf bazı insanları belli bir sınırın içinde birleştirmek uğruna bu kadar acının yaşanmasına ve bunların haklı çıkarılmaya çalışmasına ben katılmıyorum.

    Bazı insanlar bir beraberlikten mutlu olmayabilirler. Bir toplumun içinde kendi dillerini konuşmak isteyebilirler, kendi dinlerinin gereklerini uygulamak isteyebilirler. Bunda yanlış veya kötü hiçbir şey yoktur. Hiç bir istek “kendi-içinde” kötü değildir. Çünkü her istek sırf o istek var olduğu için en az diğerleri kadar değerlidir. Bazı istekler, bir seri katilin yaşlı bir kadını öldürmeyi istemesi mesela, diğer insanların mutluluğunu azaltacağı için tolere edilebilen bir istek olmayabilir–ama bu onu “kötü” yapmaz. William James’den bir alıntı iyi gider bu noktada:

    “Her ne kadar zayıf, ne kadar önemsiz olursa olsun, herhangi birinin yaptığı bir isteği alın. Sırf kendi hatrı için tatmin edilmeye değmez mi? Eğer değmezse, neden değmeyeceğini kanıtlayın. Getirebilme olasılığınızın olduğu tek kanıt, başka birinin diğer yönde giden bir isteği.”

    O yüzden, çok kültürlülüğün gerici olarak tanımlanarak bizden olmayan insanların ezilmesini belli bir bilimsel veya tarihsel gerçeklik kisvesi altına koymaya gerek yok. Böyle bir söylemin “tüm dünya Katolik olsun, çünkü Papa öyle söyledi”den bir farkı da yok.
     

  12. Belli konularda Cumhurbaşkanından ana muhalefete, iktidar partisinden orduya herkesin tek ses olması durumu pek de garip bir şey değildir. Bunun adı devlet politikasıdır veya rejimdir. Yeryüzündeki sosyalistinden kapitalistine demokratiğinden diktatörlüğüne her devletin tek ses olduğu konular vardır. Ama tabi ki bu konularda çıkan farklı seslerin acımasız bir şekilde yaftalanması ve düşman ilan edilmesi kötü bir şeydir. Zira insanlığı ileriye taşıyan tüm fikirler ilk ortaya çıktıklarında kendinden önceki düzeni sarsmışlardır ve bu nedenle zararlı ilan edilmişlerdir. Örneğin Osmanlı, Rusya, Avusturya-Macaristan gibi hayatta kalma mücadelesi veren çok uluslu imparatorluklarda milliyetçilik fikirleri zararlı ilan edilmiş, milliyetçi aydınlar zindanlara veya sürgünlere yollanmıştır ancak tarih ve insanlığın gelişim süreci bu imparatorlukların varislerini de milliyetçi olmak zorunda bırakmıştır. Evet zorunda kalmışlardır. Biz de dahil hiçbir çok uluslu imparatorluk yoluna güllük gülistanlık devam ederken “hadi milliyetçilik yapıp ülkeyi bir karıştıralım” dememiştir. Toprağa dayalı ekonomilerin yerini ticarete dayalı ekonomilere bırakması burjuva sınıfının güçlenmesini ve söz sahibi konuma gelmesini sağlamıştır ve gelişen burjuva sınıfı ise toplumlarda milli bilinci geliştirmiştir. Osmanlı’da da ticaretle uğraşan kesimin gayrimüslimlerden oluşması dolayısıyla Osmanlı ülkesindeki Burjuva sınıfı gayrimüslimlerden oluşmaktaydı. Bu nedenle de milliyetçilik akımları ve bağımsızlık isyanları bu kesimlerde baş gösterirken. Burjuva sınıfı gelişmemiş Türk, Arap ve hatta Ermeni gibi hala toprağa bağlı yaşayan veya tekstil, demircilik gibi birkaç alanda ufak atölyelerde el işi üretim yapan gariban toplumlarda milliyetçilik fikri daha geç gelişmiştir. Bu toplumlar arasında en son milliyetçiliğe kayan ise Türklerdir.

    Fransız Devriminin ardından artık klasik yapılı imparatorlukların ayakta duramayacağı anlaşılmıştı. Osmanlı da bu durumun farkındaydı ve “milletler sistemi” olarak adlandırdığı (buradaki milletin modern anlamdaki millet kavramıyla bir ilgisi yoktur, din ve sosyal yapı temel alınarak oluşturulan bir sistemdir) klasik sistemin değişmesi gereğinin farkındaydı. Nitekim 2.Mahmut “Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hıristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark ederim. Aralarında fark yoktur. Cümlesi hakkında muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi hakiki evlâdımdır” diyerek klasik sistemin değişimini müjdeliyor ve yapay bir kavram olan “Osmanlılık” etrafında tüm halkı birleştirmeye çalışıyordu (Türkiyelilik tartışmalarına dikkat). Aynı amaçla Abdülmecit de hiçbir konuşmasında ve fermanında dini referanslar göstermemiş ve dini terimolojiyi kullanmaktan kaçınmıştır. Tanzimat ve Islahat Fermanları, 1876 ve hatta 1908 Anayasaları hep bu amaca hizmet ediyordu. Ancak bir türlü olmuyordu tıpkı son demlerindeki diğer imparatorluklarda olduğu gibi imparatorluk içindeki ulusalcı akımlar engellenemiyordu. Yapay kavramlar insanlar ve toplumlar için bir şey ifade etmiyordu ve milliyetçiliğin, bağımsızlık isteklerinin önüne geçemiyordu. Bu durum karşısında bari İslam coğrafyasını kurtaralım düşüncesiyle Abdülhamit yine ümmetçilik fikrine sarılıyor karşısına ise Jöntürkler bu sefer Osmanlılık fikrini çağdaş argümanlarla (meşrutiyet, anayasa, meclis gibi fikirlerle) destekleyerek çıkıyorlardı. Sonuç olarak Düvel-i Muazzama’nın da etkisiyle Jöntürkler baskın geliyor, anayasa (Kanun-i Esasi) ilan ediliyor, meclis açılıyordu. Talimat-ı Muvakkate ile meclisteki toplam 130 mebusun 80’inin Müslüman, 50’sinin Gayrimüslim olacağı belirtiliyordu. Aynı şekilde 1908 devriminin ardından yeniden açılan meclis de ise Gayrimüslim oranı 1/3’ün üstündeydi. Osmanlı meclislerindeki bu kurucu unsur dışındakilerin temsil oranı o dönemlerdeki Avrupa ülkelerinin hepsinden büyük bir farkla yüksektir. Ancak bu dahi işe yaramıyordu. Rum kökenli milletvekili olan Boşo Efendi’nin mecliste dediği “Osmanlılık, Osmanlılık diyorsunuz ama benim Osmanlılığım, Osmanlı Bankasının Osmanlılığı kadardır.” sözü ile de Osmanlılık fikrinin çöktüğü ilan ediliyordu (Osmanlı Bankası bir İngiliz Bankasıdır). Daha anayasanın yeni ilan edilmesine, o yeni anayasada tüm yurttaşların din ve millet farkı olmaksızın Osmanlı diye adlandırılmasına ve açılan meclise Avrupa’da görülmeyen bir oranda farklı din ve milletten insanların doldurulmasına rağmen 93 harbinde tüm Balkan Milletleri Ruslarla birlik olarak Osmanlıya karşı ayaklanıyordu. 93 Harbindeki bu hazin durun sonucunda zaten Osmanlılık fikrine artık şüpheyle yaklaşmaya başlayan Jöntürkler Arap isyanları ve Balkan Harbinden sonra ise artık Osmanlıcılığın da, ümmetçiliğin de bir fayda sağlamayacağını anlayarak milliyetçilik fikrine sarılmak zorunda kalmışlardır.

    Bu tarihi süreci bu kadar uzun anlatmamın sebebi ise yazınızın genelinde tarihi gerçeklerle uyuşmayan yorumlarınızın bulunmasıdır. Herhangi bir imparatorluğun tarihi süreci incelendiğinde de görüleceği üzere sizin iddia ettiğiniz gibi; İmparatorluklar, kendilerini yücelten zenginliğe sırtlarını çevirdikleri an, çeşitliliğe bir yabancılık gibi davranmaya başladıkları an çökmemişlerdir. Bu yorum çok iyi niyetlidir. Ancak tarih bu kadar iyi niyetli değildir. İmparatorluklar dünyada değişen iktisadi ve sosyal yapılar nedeniyle çökmüşlerdir. Fransız Devrimi, sermayenin sınıflar arasında el değiştirmesi, burjuva sınıfının yükselişi, Amerikan Devrimi gibi sosyo-ekonomik sonuçlar doğuran olaylar imparatorlukların sonunu getirmiştir. Yoksa hiçbir klasik imparatorluk (sömürgeci imparatorluklar daha farklı) durup dururken milliyetçileşip kendi içindeki farklı kesimlere düşmanlık yapmaya başlamamıştır. Tabi ki bu yaşanan süreçler düşmanlıklar doğmuştur ama bu neden değil sonuçtur. Türkiye’yi ele alacak olursak da yukarıda bahsettiğim süreç sonunda ulus devlet kurmak, milliyetçi olmak zorunda kalmışızdır. Ulus devletlerin ve milliyetçiliğin pek bu toprakların düşünce yapısına, yaşam şekline ve uygarlık gelişimine uymadığının farkındayım ancak bu tercih bizim elimizde değildi dünyadaki sistem değişiyordu ve hayatta kalabilmek için ayak uydurmak zorundaydık. Marks’ın tarihsel materyalizmine göre de burjuva dönemi toplumların doğal gelişim sürecinde yaşanması gereken ve insanlığı sosyalizme taşıyacak bir dönemdir. Burjuva ve onun siyasi yapılanma şekli olan ulus devletler, insanlığın bir önceki yapısı olan feodalizme ve imparatorluklara son vermesi nedeniyle ilericidir.

    “Tek bayrak, tek vatan, tek dil” diyerek bahsettiğiniz aslında ulus devlettir (galiba “tek” kelimesinin tekrarının ve hitap edilecek kesim nezdinde vatan, millet gibi kavramların kötü çağrışımlara neden olduğu gerekçesiyle bu şekilde kullanmak tercih ediliyor). Bu nedenle uzun uzun tek bayrak, tek bilmem ne şeklinde yazmayıp ulus devlet demeyi tercih edeceğim. Ulus devletler sizin tek tek saydığınız istemlerle gelmiştir ancak ulus devletin doğumundaki en büyük neden küresel sermaye karşısında direnebilecek bir ekonomik sistem gereğidir. Nitekim 1914 yılında ülkedeki tüm sermaye, doğal kaynaklar ve fabrikaların %89’u yabancı şirketlerin elinde olan kurucu unsurun elindeki %11’i ise ufak tefek atölyelerin oluşturduğu ülkemizde de ulus devlet ihtiyacı pek de şaşılası değildir. Ayrıca 20.yy pek de Marks’ın iddia ettiği gibi sınıfsal mücadelelerin insanlığı kurtardığı bir dönem değil aksine ulusal mücadelelerle emperyalizme karşı zaferler kazanılan bir dönem olmuştur (isteyen bu cümlenin başına “maalesef” koyabilir). Zira 1945’te BM kurulduğunda yeryüzünde 51 ulus devlet varken bu sayı bugün 180’in üstündedir. Yani ezilen toplumlar, sosyalist olanları da dahil, milliyetçi fikirler ve ulus devletlerle emperyalizme karşı koymuşlardır.

    Peki ulus devletler neden sizi rahatsız eden bu tek dil, tek vatan, tek bayrak gibi taleplerde bulunmuştur? Bu sorunun cevabı da yukarıda anlattığım tarihsel süreçtedir. Yapay kavramlar toplumları bir arada tutamamaktadır ve bu sayısız tecrübe ile sabittir. Ne Osmanlılık, ne Avusturya-Macaristanlılık hatta ne sosyalistlik, ne de Avrupalılık (malum Avrupa ülkeleri ortak bir anayasayı reddederek ulus devletlerinin zayıflamasına karşı çıkmışlardır) gibi yapay kavramlar toplumları bir arada tutamamaktadır. Aslında bu tartışmalar da (Türkiyelilik gibi) sadece Belçika gibi yapay devletlerde ve bizim gibi emperyalizmin dümen suyundaki devletlerde görülmektedir. Siz hiç Fransalılık veya Almanyalılık diye bir kelime duydunuz mu veya oldukça kısa bir ortak geçmişleri bulunmasına rağmen Amerikalılar İngilizcede kendilerine Amerikalı mı diyor yoksa Amerikan mı diyor (“Amerikalı” bizim dilimizle ilgilidir Amerikalılar kendilerine Amerikan derler.) (Ayrıca Amerikan Devrimi’de uluslaşma sürecinin önemli dönüm noktalarındandır). Bir toplumun bir arada yaşayabilmesindeki en önemli etken ise ortak bir dilin mevcudiyetidir (bu diğer dillerin yok edilmesi anlamına da gelmez). Zira birçok ufak şehir devleti halinde varlığını sürdüren İtalyanlar ulusal birliklerini sağlamadan önce halkın ancak %2,5’u İtalyanca biliyordu, 1789’da Fransa’da halkın %12-13’ü Fransızca biliyordu. Tek dil amacının sağlanması birliklerini sağlamışlardır. Ve bu süreçte kilise’nin dili olan Latince ulus devletlerden kovulmuştur. Ayrıca “halkların kendi kaderini tayin hakkını” tanıyan ve sınıf temeline dayanan sosyalist bir cumhuriyetler birliği kuran Lenin de bu konu da şöyle düşünmektedir: “Eğer tek bir devletin sınırları içinde yaşayan değişik ulusal topluluklar, iktisadi bağlarla birbirine bağlıysalar, o ulusları ‘kültürel’ ve özellikle eğitsel alanda sürekli olarak bölüp ayırmak saçma ve gerici bir şey olur. Tam tersine ulusal toplulukları eğitsel alanda birleştirme çabası gösterilmelidir!… Kişi aynı zamanda hem demokrat, hem okulları ulusal topluluklara göre ayırma ilkesinin savunucusu olamaz!… İşin aslında, ‘kültürde ulusal özerklik’, yani eğitimin ulusal-topluluklara göre kesinlikle ve tümden ayrılması, kapitalistler tarafından değil (çünkü onlar henüz işçileri bölmek için daha kaba yöntemlere başvuruyorlar), Avusturya’nın oportünist dar kafalı aydınları tarafından bulunmuştur. Okulların, milli topluluklara göre ayrılmasına, işçi sınıfı savaşımı açısından çok daha şiddetle karşı koymalıyız!… İşte ‘kültürde ulusal özerklik’ denen budalaca düşünceyi yaratan psikoloji budur.” Sonuç olarak dünyada ki bir arada yaşama tecrübelerine bakarsak bunun ancak ortak bir tek dil üstünde birleşilmesi sayesinde gerçekleştiğini görürüz.

    Neo-liberalizmin ve emperyalizmin, sömürge ve yarı sömürgelere dayattıklarını da dikkate alırsak ulus devletlerin bu taleplerinin günümüzde hala hayati önemde olduklarının farkına varmak çok zor olmasa gerek. Yine bu anlamda sosyalist aydın Samir Amin de ulus devletlere dayatılan bu çok kültürlülüğe karşı çıkmakta ve bunu gericilik olarak tanımlamaktadır. İşte iki tarafında hataya düştüğü nokta burasıdır. Bir kesim neo-liberalizmin çok kültürlülük dayatmasına karşı çıkmanın, ulus devletin gereğini savunmanın tüm farklılıkları yok etmek ve görmezden gelmek olduğunu sanmakta, diğer taraf ise emperyalizmin, neo-liberalizmin işleyişinden bir haber düşler kurmaktadır. Lakin iki tarafında ortak sorunu bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya çalışmaktır azizim. Karşısında yer aldığınız bu fikirleri savunan herkesi hep aynı argümanları kullanan cahiller olarak nitelemek yerine “ülkede ki her kesimin en büyük sorunu bilgi eksikliği ve aynı argümanları kullanmak” deseydiniz size katılabilirdim. Öyle ya bu konu da hangi tarafta olursa olsun kaç kişi Fransız Devrimini, Amerikan Devrimini ve sonuçlarını incelemiştir, kaç kişi Türk modernleşmesine kafa yorup Ziya Gökalp’i, Yusuf Akçura’yı okumuştur, kaç kişi tarihsel materyalizmi ve halkların kendi kaderini tayin hakkını gerçekten anlamıştır, kaç kişi bu meselelerin öyle duygusal veya edebi değil iktisadi ve sosyal temeli olduğunun farkındadır, kaç kişi Lenin’in, Galiyev’in, Wallerstein’in ulusal düzlemdeki sömürü fikirlerinden haberdardır.

    Milliyetçilik ve ulus devlet farklılıkları yok etmeyi amaçlayan projeler değildir aksine en üstte yer alacak bir ortak kimlik belirleyerek tüm farklılıklarıyla herkesi o ortak kimlik etrafında eşitlemektir. Burada ortak nokta olarak millet kavramını seçmesinin nedeni de ümmet yapısına ve din temelli toplumlara tepki olarak gelişen bir ideoloji olmasıdır. Bunun aksine yapılan tüm uygulamalar bu kavramların değil, o politikaları uygulayan insanların faşist beyinlerinin eseridir.

    Saygılar, sevgiler, vs.

Comments are closed.

Önceki

Hayatın içinde bir saat

Sonraki

Avalanche Magazine