Yer: Kanada’nın Montreal kentindeki çok da işlek olmayan caddelerden biri. Hava açık, gökyüzü mavi ve yolun kenarı yeşil, uzun ağaçlarla dolu. O caddeden geçen biri için herşey güzel gözüküyor. Arabaları ile geçenlerden bazıları camlarını açmış, güzel havayı solumak istiyorlar. Fakat gözden kaçan bir detay var: Caddedeki kaldırımın çok da belirgin olmayan bir yerine ustaca yerleştirilmiş bir hız levhası. Bu hız levhası, olabileceğinden çok daha düşük bir hızı azami hız olarak belirlemiş. Hız levhasının az ilersinde ise aracına yaslanmış iki polis, acımasızca kurbanlarını bekliyor.
İlk geleni hemen durduruyorlar. Polislerden biri yavaş, kendinden emin ve havalı adımlarla ne olup bittiğini anlamayan şoföre doğru yürüyor. Arabanın aralık camından ve şoförün şaşkın bakışları arasında ona farkında olmadan geçtiği hız levhasını gösteriyor ve şoförün arabadan çıkmasını rica ediyor. Olan biteni büyük bir hayretle izleyen şoför arabasından çıkıyor ve polisin söylediği gibi sırtını arabaya dayıyor. Bu sırada şoförle konuşan polis, ortağını çağırıyor ve arabanın camından içeride alkol veya uyuşturucu olup olmadığını kontrol etmesini istiyor.
Asıl numara tam da burada başlıyor. Ortağı camdan içeri eğilmişken bizim polis sırıtarak cebinden tupturuncu ve büyükçe kağıttan bir balık çıkartıyor. Her saniye daha da şaşıran kurbanımız şoförün bakışları arasında ortağının sırtına vurarak “yeter, tamam” derken balığı da yapıştırıveriyor. Tabii, şoför de, bizim polis de kıkırdamaya başlıyorlar. O sırada arabanın camından kafasını çıkaran ortak ise gülüşmelere sinirleniyor ve bizim polise, polis arabasından ceza makbuzunu almasını söylüyor. Bizim polis tam polis arabasına giderken sırtına yüreklendirici bir şekilde vuruyor. Ama bizim kurban şoför ne görsün? Ortağı da polise aynı numarayı yapıyor ve bizim polis de şimdi arkasında kocaman tupturuncu kağıt bir balıkla dolaşıyor.
Doğal olarak bu noktada şoför kendini kaybetmiş bir biçimde gülüyor. Kendisini durduran iki polisin birbirlerini sinir ederek çocuk gibi şakalaşmalarının verdiği ani şok, onu sadece kahkahalar içinde bırakabiliyor. Ama esas şaka sona saklanıyor. Çünkü polislerimiz tam şoförü uğurlarlarken, onun da uygun bir yerine turuncu bir balık yapıştırıveriyorlar. Polislerin bu tavrına anlam veremeyen şoförümüzün imdadına yine polislerimiz yetişiyor, ona sarılarak gizli kameraların yerlerini gösterirken el sallıyorlar ve ekliyorlar: “Gülümseyin, bu bir kamera şakası!”
Biz de, hepimiz, buna benzer numaraların bire bir kurbanları olduk. Biz, bu topraklarda yaşayanlar, demokrasiyi savunan siyasi liderlerin kendi doğrularına inanmayanların terörist, çeteci ve mafyacı ilan edildiğini duyduk. Biz, bize örnek olmalarını beklediğimiz insanların birbirlerine halkın karşısında küfürler ettiklerini, insan yerine koymadıklarını gördük. Biz, demokrasi adına dini, milli ve ideolojik inançların suiistimal edildiğine şahit olduk. Ve buna rağmen söylenilenlere kulak kabartıyoruz.
Biz, adalet sistemine işimize geldiği kadar güvendik. Kendi çıkarımıza uymadığı zaman, kendi düşüncelerimizle bağdaşmadığı zaman adalet sistemini aşağıladık, güvenilmez ilan ettik. Ama bizim görüşlerimize uygun kararlarda “adalet yerini buldu” dedik.
Biz, demokrasi, haklar ve özgürlükler adına yasaklar getirilirken izledik. Hakkımızı gerektiği gibi aramadık. Haklılığımızı şüphesiz gösterecek şekilde direnmedik. Gücü ellerinde bulunduranlar ahlaki değerlerimizi kullanarak bize anlamsız sınırlamalar getirdikleri zaman, onların karşısında durmadık. Tepkilerimiz, etksizdi ve sadece güçlüleri daha da güçlendirdi. Güçlüler gücün kölesi oldular ve gereğini yaptılar. Biz, hepimiz, en az onlar kadar suçluyuz.
Bizim gözümüzün önünde onlarca düşünür, yazar, gazeteci hapislere atıldı. Direnmek isteyenler tutuklandı ve öldürüldü. Hiçbirinin hesabını sormadık. Ağzımıza çocuk maması gibi lokma lokma yedirilen bahanelere kandık. Ölenlerin polis gazından değil de, kalp krizinden, kendi zayıflıklarından öldüklerine inandık. Bizi ilgilendirmeyen haberlere kulaklarımızı tıkadık. Her gün, medyadan uzak yaşanan trajedileri görmezden geldik. Bütün mazlumların ahı üzerimizde.
En basit ve en sembolik demokratik “hak” olan seçimlere binbir hile karışmasına izin verdik. Kasetlerle, oyunlarla insanların istifaya zorlanmalarını izledik. Ortaya çıkmayan kasetlerde neler olduğunu liderlerden duyduk. Geleceği ile oynanan, iftira yiyen, hayatı kararan herkesin vebali bizde.
Konuşulması gereken önemli konuları bir kenara ittik. Sadece bizim gözümüze sokulan konuları konuştuk. Paylaştığımız topraklarda farklılıklarımızı zenginlik olarak görenleri, güçlülerin talimatları ile linç ettik. Gündemi, önemli olan konuları ve bizim neyi düşünmemiz gerektiğini güçlü olanların tanımlamasına izin verdik. Sahip çıkmadığımız her acımızdan, her damla göz yaşımızdan biz sorumluyuz.
Biz bu zulmü kendimize ettik. Güç sarhoşluğu içerisindekilerin karşılıklı atışır gibi gözükerek, asıl oyunu bize oynamalarına izin verdik. Başımızı kaldırıp ne olup, ne bittiğini göremedik. Şaşkın bakışlarımız içerisinde birbirimizi öldürdük. Hayretler içerisinde birbirimizi hapislerde çürüttük. Ne olup ne bittiğini anlamadan, kendi akıllarımızı, olanaklarımızı kısıtladık. Bütün bunların suçunu üzerimize almaktan çekindik. En çok bahanelerimizi hazır tuttuk. Korktuk, tembeldik, bizi ilgilendirmezdi, başımıza bir iş gelirdi. Ve tüm bunlar olurken, sevimli güçlü amcaların bize sarılıp kameraların yerlerini göstermelerini, bizimle beraber el sallamalarını ve gülmelerini bekledik. En çok da şu cümleyi duymayı istedik: “Gülümseyin, bu bir kamera şakası”… Hala da bekliyoruz… ✪