@CultureMulture
I. Tek taraflı hikayeler
Bir zamandır çeşitli okullarda verdiğim “reklamda hikaye anlatıcılığı” derslerimde, tek taraflı hikayelerin (one side story) kreatif üretimin bariyerlerinden biri olduğuna inandığım için sınıfta mini bir anket yapıyorum.
Önce sınıfa örneğin “aranızda Diyarbakır’a gitmiş olan var mı?” diye soruyorum. (Bu soruya “evet” cevabı aldığım tek bir ders ve tek bir kişi var.) Çoğunlukla hayır diyorlar. Önce bir kişiyi gözüme kestirip “Diyarbakır denince aklına ilk neler geliyor?” diye soruyorum. Hemen sıralıyor; terör, kürt… Başka birini gözüme kestirip bu kez ona soruyorum. O da “karpuz, dicle, mırra… “diyor. Verilen cevaplardan söz konusu kişinin nereli olduğunu aşağı yukarı tahmin edebiliyorum, bu hiçbir sınıfta sekmiyor. (Yukarıdaki cevapları verenlerden biri Aydınlı, diğeri Urfalı.)
“Görmediğiniz bir yerle ya da bizzat tanımadığınız bir insan, kitle vb. ile ilgili aklınıza ilk gelen, size ilk anlatılanlardır. Size ilk öğretilenler. Hakim medyanın ya da hakim kültürün size ilk dayattığıdır. Ailenizin, çevrenizin size aktardığıdır; kimi zaman maruz kaldığınız kimi zaman üzerinde düşünme gereği hissetmeden kabullendiğiniz bilgilerdir. Temeli ideolojik, politik, sosyal her ne olursa olsun, bu bilgiler dönüp dolaşıp kültürel önyargılarımız haline dönüşür. Kültürel önyargılar, daha açık zihinli üretimler yapmamızı engeller. Bireyin sosyal ve düşünsel hayatına getirebileceği bariyerler bir yana, yaratıcı endüstrilerde çalışan insanların daha açık zihinli üretimler yapmasını engeller. Yaratıcı bir fikri, sadece kendi bildiğimiz taraftan anlatmaya çalışırsak, sadece kendi gözlerimizden bakarak insanlarla iletişim kurmaya çalışırsak bir tarafı hep eksik kalır,” diye devam ediyorum.
Sonra onlara daha ilk derste onları tanımak için sorduğum sorulardan derlediğim bilgilerle bir karşı kültür egzersizi yaptırıyorum. Örneğin, Fenerbahçeli bir öğrenciye Galatasaray’ın şampiyonluk kutlamaları için yaratıcı bir fikir buldurmak gibi. CHP gençlik kollarında gönüllü çalıştığını söylemiş bir öğrenciye hayali bir başörtüsü markası için reklam filmi yazdırmak gibi. Kısacası; bir işe yarayıp yaramadığından emin olmamakla birlikte, sınıftakileri önyargıları olan ya da hakkında sabit fikirleri olan karşı kültürleri tanımak zorunda bırakıyorum. En azından farklı bir şeyler denemiş oluyorlar.
Gündelik hayatta, insanın kendi kültürel önyargılarını fark etmesi ve bunlarla mücadele etmesi kolay değil elbette. Bizzat kendimden biliyorum.
[sws_blockquote_endquote align=”left” cite=”…” quotestyle=”style02″]Fenerbahçeli bir öğrenciye Galatasaray’ın şampiyonluk kutlamaları için yaratıcı bir fikir buldurmak gibi. CHP gençlik kollarında gönüllü çalıştığını söylemiş bir öğrenciye hayali bir başörtüsü markası için reklam filmi yazdırmak. [/sws_blockquote_endquote]
II. Cami avlusunda resim yapmak
Cami duvarına değil belki ama cami avlusunda resim yapma hevesimizle bir ressam, resimlerini taşıyacak on çocuk ve kalabalık bir prodüksiyon ekibiyle Eyüp yollarına düşüyoruz. Culture Multure’ın ikinci projesi Yürüyen Sergisi’nde amacımız
hiç resim sergisine gitmemiş insanlar ve hiç atölye çalışmasına katılmamış çocuklar bulmak ve onlara küçük birer deneyim yaşatmak.
Eyüp Camii Sultan avlusuna resimlerimizi koyuyoruz, “herkes normal davransın” şapşallığı var sanki üstümüzde. Namaz çıkışı “tövbe estrağfurullah” diyen olur mu diye biraz tedirginiz ama zehir gibi prodüksiyon amirimiz var, akbaba gibi tepemizde dolanan zabıtayı bir kilo baklava ve tatlı diliyle pamuğa çeviriyor. İznimiz filan yok, zaten izin istediğimiz filan yok, zira belediyelerle işimiz yok, direkt semtte yaşayanlarla ilgileniyoruz.
Yürüyen Resim Sergisi’ne korktuğum kadar tepki gelmiyor, Eyüp sokaklarında rahat rahat dolaşıyoruz. Görüp kafasını çevirenler yok mu? Elbette var. Mesela, resimleri görünce suratı asılan bir adam, “pazara çıktık, niye durduk yere günaha giriyoruz?” refleksiyle karısını ve çocuklarını resimlerin önünden kaçırıyor.
Eyüp sokaklarında yürüdükten sonra cami avlusunda çocuklar resim yapsın diye hazırlıklara başlıyoruz. Cıvıl cıvıl bir meydan orası.
Biz suntaları ve boyaları koyar koymaz çocuklar ateşböcekleri gibi koşuyor etrafımıza. Hepsi muhitin çocukları. Bir tanesi annesinin elinden kurtulup geliyor, annesi arkasından bağırıyor “üstün başın kirlensin sorarım sana!” Omuzlarını silkerek elini boyaya daldırıyor ufaklık, içimin yağları eriyor.
Minik bir afacan sağlam bir tokat yiyor annesinden. Ona izin yok, boya lazım değilmiş ona. İcat çıkarmasınmış. “Duvarları boyayacağına gelsin kocaman suntayı boyasın abla, izin ver, benim hatrım için” diyorum. Kadında mevzu bahis bir hatrım yok, tanışmıyoruz. Çocuk gözleri dolu bakıyor, bıraksan ondan önce ben ağlarım, iyilik mi yapıyoruz kötülük mü belli değil. “E hadi bakalım, tamam” diyor. Sanki izni ben almışım, sarılıveriyorum tanımadığım kadına. O anda hatrımız oluyor.
Çocuklar ressam Safiye Abla’nın etrafını çeviriyor, tam arkamızda bir cenaze arabası var ve fakat ortada bir mevta yok. Kaşıntı tutuyor beni, alerji olmama 20 saniye var. Hem çocuklar güle oynaya resim yaparken kadrajda cenaze arabasının ne işi var? Ne yapıp edip çektiriyoruz arabayı. Herkese bir tatlı dil, bir kilo baklava, Eyüp’te adet bu galiba.
11-12 yaşlarında bir kız, kardeşinin elinden tutmuş ürkerek geliyor yanımıza.
– Abla, buna katılmak kaç para?
İçim sızlıyor ve tuhaf bir şekilde aynı anda sinirleniyorum. Garibim, kesin buna para vermek gerekir diye düşünüyor. Ona içim sızlıyor, böyle düşünmesine yol açan ne varsa o an ona da sinirleniyorum.
– Gel ablacım, ne parası? Beraber resim yapıyoruz, kap bir fırça.
– Allaaahhh beee!
Allllaah! tabi ya. Her şey parayla mı bu hayatta?
Çocuklar harikalar yaratıyor, bir hanım yanımıza yaklaşıp teşekkür ediyor, “çocuklar için böyle eğlenceli bir şeyi burada yapmanız ne güzel oldu” diyor. Başka birisi “hangi kanal ?”diye soruyor, bir başkası “hangi marka?” diyor, belki çikolata gofret dağıtılıyordur diye bir taraftan da etrafı kesiyor. Her birine tek tek “sağ olun, kültür-mültür işleri işte ablacım, kendi çapımızda uğraşıyoruz” diyorum. Bir amca, dört torununu da kapıp yanımıza getiriyor, sonra laflıyoruz biraz, “bunların babası boyacı, elleri daha yatkın boyaya” diyor.
Resimler bitiyor, ortalık biraz kirleniyor haliyle.
Ekipçe, ıslak mendil ve peçetelerle avludan sarı, kırmızı, mor, mavi lekeleri temizleyip ayrılıyoruz Eyüp’ten. Eyüplüler beni ters köşeye yatırıyor, “galiptir bu yolda mağlup” bizzat ben oluyorum. Kültürel önyargılar işte, bazen çok biliyor sanıyor insan kendini. En beklenmedik insanlar en beklenmedik tepkileri veriyor. Kimseyi tanımıyoruz bu hayatta o gün bir kez daha anlıyorum.
III. İrfan gönül almaktır seferin bitmeden **
Kültür-sanat aktiviteleri insan hayatı için elzem midir bilmiyorum. Ama sizi başka biri yapar onu biliyorum. Kitap okumadan, müzik dinlemeden yaşar elbet insan, kimse hayatında operaya gitmedi diye ölmez.
Ama bir tadına bakmak herkesin hakkı değil mi ya? Ne kadar az şeyimiz var şu memlekete, şu hayata tahammül edecek. Belki bir tanesini biri çok geç keşfedecek?
Sokağa çıkınız ve bugüne kadar girmediğiniz yollara sapınız. Şarkınızı, kaleminizi, renklerinizi alınız, insanlara karışınız. O görkemli salonlarda sizi alkışlayanlar hep aynı adamlar, biraz yeni yüzler tanıyınız.
Birinin ilk konseri olunuz mesela.
Birinin en güzel günü olunuz.
Bu bir kültür olayı Ercan.
Dev salonlara, burnu büyük galerilere sığmaz.
Madem ki üretiyorsunuz, sakınmayınız, herkesle paylaşınız.
Bu yazı vesilesiyle ilk günden beri Culture Multure’dan desteğini esirgemeyen Cihan’a, İsmet’e, Tolga’ya, Eser’e, Çağdaş’a, Suat’a ve isimlerini sayamadığım tüm Jaguar Projects ekibine sonsuz teşekkürlerimle.
* Tanju Çolak’ın Galatasaray – Paris St Germain maçı sırasında Ercan Taner’e söylediği ve taraftarlar arasıda klişeleşen “bu bir sevgi olayı Ercan” cümlesinden ilhamla.
** Mercan Dede’nin 800 adlı şarkısından
Yürüyen Resim Sergisi film:
Röportajlardan:
✪