– Tadzio Mueller
1. Prologue: Anarş-i/-ist/-izm
Yaşam pınarını uyuşmaya karşı gelmekten, olanın yanlış olduğuna dair ateşli bir inançtan, ve olanı olması gerekene dönüştürmeye yönelik etkin bir girişimden alan bir şey nasıl olur da tanımlanır?1 Tanımlar, birşeyi verili herhangi bir noktaya göre tanımlamaya çalışırlar ve Benim, tanımı yapanın, ‘anarşizm’in sınırlarını neyin meşru bir şekilde anarşist olduğunu saptama gücüne sahip olduğumu ima eder. O halde, anarşizmin ne olmadığını açıklığa kavuşturarak başlamak muhtemelen daha iyi olacak: bu kesinlikle antik Yunan etimolojisine ilişkin “‘an’ öneki ‘arşi’ sözcüğüne bağlandığında anarşizm şu anlama gelir…” gibi bir mesele değildir; ne ölüp gitmiş bir beyaz erkeğin ya da bir başkasının yazdıklarının analizi meselesidir, ne Kropotkin ya da Proudhon gibi anarşist ışık kaynakları tarafından yazılmış kitaplara bakacak, ve ardından anarşizmin özünün ya birinde ya da ikisinin kombinasyonunda bulunabileceğini ilan edecek bir yaklaşım tipi, ne de son olarak, Kronstad’ta2 öldürülen asiler ya da İspanya iç savaşında savaşmış anarşistlerin örgütsel sürekliliği meselesidir.
Bu, anarşizme tarihsel bir yaklaşımın münasebetsiz olduğunu söylemek değildir – yalnızca safi tarihsel bir anarşizm tanımı aramak bazı açılardan, bugün kendilerini anarşist, anarşist esinli ya da özgürlükçü sosyalist olarak düşünen insanların pek çoğuna karşı bir entelektüel şiddet eylemine kalkışmak anlamına gelir: bu insanların çoğu kendilerinin anarşist olduklarını düşünmeden evvel Kropotkin, Bakunin ya da Murray Bookchin gibi çok daha çağdaş bir anarşisti ya da eserlerinden birini okumamıştır. Barbara Epstein, bugünün anarşizminin ideolojik açıdan tam olarak anarşizm olmadığını, ancak daha ziyade kendisinin ‘anarşist duyarlılıklar’ dediği şeylerin bir toplamı olduğunu iddia ederek, “ideolojik saflığın” bu görece eksikliğini kabullenmeye çalışmıştır (Epstein 2001: 4). Bununla beraber: onlar kendilerinin böyle olduklarını düşünseler bile bugünün anarşistlerinin gerçekten anarşist olmadıklarını öne sürmekte, Epstein kesinlikle akademisyenlerin aktivistler hakkında konuşurken sıklıkla yaptıkları bir yanlışa düşüyor, yani, yapmanın/olmanın/düşünmenin “uygun” yolunu saptamak ve ardından entelektüel seçkinlerin tanımladığı doğru yoldan nasıl saptıklarını göstermek.3
O halde bu bir tür tanımsal şiddetten nasıl kaçınırız ve yine de hakkında konuşacak birşeyimiz, yani, ‘anarşist’ olduğu saptanabilecek birşeyimiz hâlâ elimizde kalır? Birincisi kendilerini gerçekten anarşist olarak düşünen bu insanlara müsaade ederek onların siyasal çalışmalarında, konuşmalarında ve eylemlerinde kendileri açısından belirli anarşist etkiler olduğunu kabul etmemizi öneriyorum. Çünkü eğer bugün anarşizm herhangi bir şeyse, o zaman bir dogmalar ve ilkeler kümesi değil, fakat belirli ilkelerin kendini ortaya koyduğu bir pratikler ve eylemler kümesidir.4 Anarşizm öncelikle ne yazıldığıyla değil ne yapıldığıyla ilgilidir: bu aynı zamanda hem şeyleri oldukları gibi reddetmek, hem dünyayı baskı ve adaletsizlikle dolu olarak görmekten kaynaklanan bir öfke, ve hem de eğer insan birşeyleri burada şimdi daha farklı yapmaya çabalamazsa bu öfkenin anlamsız, amaçsız olacağına duyulan inançtır. Tüm bunları bugünün anarşistinin nezdinde anarşist yapan şey elbette gruptan gruba, kişiden kişiye değişir. Bununla beraber, şimdilik anarşist pratikleri siyasal örgütlenme alanı içinde ve bilinçli bir şekilde hiyerarşileri en aza indirmeye çalışıp hayatın bütün yönlerinde baskıya karşı çıkan pratikler ile kendini komünler, federasyonlar, uyum grupları ve konsensüs arayan yapılar5 şeklinde ortaya koyan bir arzunun anlatımı olarak anlayacağım. Başka bir deyişle, anarşizm bir çığlıktır, bir olumsuzlama değil bir olumlamadır6: reddetmenin ötesine geçmekle ilgilidir, ilk aşamada çığlığı tetikleyen şeye şimdiki zamanda bir alternatif yaratmaya başlamakla ilgilidir (‘zihinde canlandırılan siyaset’).7 Bu anarşist pratiklerin her zaman başarılı olduğunu söylemek değildir –gerçekten de bu denemenin ana gövdesinin uğraşacağı şey bizzat anarşizmde kendi hedefine ulaşmasına hangi engellerin mani olduğu meselesidir. Bunun yerine, bu anarşizm tartışması için bize geniş bir referans çerçevesi, deneme ilerledikçe rafine olacak bir çerçeve sağlıyor.
Tartışmaya başlamadan önce bir şeyi teslim etmem gerekiyor: Anarşizmin gerçekte ne olduğunu ancak bugünün anarşistlerinin söz ve eylemlerine bakarak bulabileceğimizi öne sürdüğüm için, ‘veri’lerimi toparlamak üzere, karşılaştığım anarşistlerle ulaşabildiğim ve okuyabildiğim anarşist metinlere güvenmek zorundaydım. Bunlar, bir çok nedenden ötürü, çoğunlukla Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nden. Bu denemede tartıştığım anarşistlerin yüzyüze kaldığı sorunlar bu bağlamdan geliyor ve cevaplar da hiç değilse yalnızca bu bağlamın içinde geçerli.
2. Anarşistler, hegemonya ve iktidar
Anarşizmin ne olduğundan bahsedince bir sonraki soru da şu oluyor: anarşizm nerede bulunabilir? Bu küreselleşme, ya da onu eleştiren hareketle aynı şeyle (aşağıdan küreselleşme hareketi) başlamak, ya da hatta bu ikincisinin en büyük kısmı değildir. Bununla beraber, birçok anarşist bu harekete son derece bağlanmış olduğundan burada kullanılacak örneklerin çoğu bu seferberlikten alınacaktır. Buraya çektiğim seslerden bazıları bir büyük şapkanın altından çıkmalarına rağmen anarşizm de şimdiye kadar uluslararası meşhur ‘Kara Blok’8 ile aynı şey (onun içinde) değildir. O halde anarşistler, seferberliklere (örneğin IMF karşıtı) ve taktiklere (örneğin Kara Blok) katılmış grupların, insanların ve kimliklerin ‘suya batmış bir ağı’ (Melucci, 1989), bir karşı-cemaat (Gemie 1994) olarak görülebilir, fakat kendisini bunların içinde tüketmez: insanların farklı yaşama şekilleri inşa etmeye çalıştıkları alt-kültürler, kafeler ve işgal evleri etrafında toparlanan gruplar ve bireyler, Berlin’de ya da Londra’da, Malaga’da ya da Stockholm’de bulunabilir, ki burada anarşistler ve bundan dolayı da anarşizm bulunabilir.
Bugün anarşizm siyasal bir eldeğmemişlik içinde onlarca yıl sonra gündeme gelmiş olabilir, fakat ‘içeriden’, kendisini bir altkültür/hareket olarak sürdürme yetisi açısından olduğu kadar ‘dışarıdan’, egemen iktidar yapılarına bağlılıktan gelen meydan okumalarla anarşizmin varlığı sıkıntısız olmaktan çok uzaktır. Seattle’dan Cenova’ya ve şimdi de ‘teröre karşı savaş’a bu problemlerin ilki, anarşistlerin kendilerini süratle artan devlet baskısından zarar görürken bu şiddetli saldırıya karşı kendilerini savunmak için etkili mekanizmalardan yoksun bulmalarıdır. Bu baskı siyasetine bağlı olarak küreselleşme hareketi içindeki daha ılımlı grupların üyeliğe kabulüne karşı koymak, anarşistleri radikal çevrelerden yalıtılmış halde bırakıyor. Nihayet, sonuncu problem de anarşizmle ilgili 30 yaşının üzerinde birilerini bulmanın son derece zor olması gerçeğiyle izah edilebilir.9 Başka bir deyişle, katılımı sürdürme yetersizliği, sınırlı boyutu ve seferber olma kapasitesi, toplumsal yalıtılmışlığı, ve bunun ürettiği baskının karşısındaki kırılganlığı anarşist altkültürün başına beladır.
Bu siyasal meydan okumalar anarşist çevrelerde geniş bir şekilde tartışılıyor, ve bir çok çözüm önerisi ortaya çıkıyor, bunların bir çoğu iki başlık altında özetlenebilir: ilkin anarşizan/sol liberter altkültürün (yaygın örgütlenme) içinde bulunduğu yalıtılmışlığın üstesinden gelme gereksinimine, ikinci olarak bu altkültürlerin siyasal ve toplumsal yapılarını katılımı sağlama kapasitesini güçlendirecek şekilde derinleştirmeye odaklanıyor ya da basitçe: insanların diyelim 29 yaşının üstündekilerin anarşist bir hayat (yoğun örgütlenme) yaşamasına olanak tanımak.10
Bugünün anarşistleri kuşkusuz, zaman içinde ve saldırılar karşısında, gücünü nasıl artırıp mevcut gücünü nasıl aşacağı problemi ile ilk kez karşı karşıya kalan radikal kuvvet değildir. Yaklaşık seksen yıl önce, İtalyan Komünist Partisi’nin stratejisti Antonio Gramsci de kendisine aynı soruyu sormuş – ve ileri kapitalizmde iktidar yapısının bir analizini öne sürmüştü, inanıyorum ki bu analizi, onu bu koşullar altındaki her türlü direniş projesi için önemli bir mihenk taşı haline getirmişti: başlangıç noktası şuydu: neden devrim Rusya’da başarılı oldu, ve neden İtalya ya da klasik Marksizmin kapitalist gelişmenin daha ileride olmasından ötürü gerçekleşmesi daha muhtemel olabilir diye öngördüğü Batı Avrupa’nın başka herhangi bir yerinde değil? Bu başarısızlığın sebebinin modern kapitalizmde iktidarın işleyişine dair bir yanlış anlama olduğunu öne sürdü: Marksist devrimci pratik siyasal iktidarın devlet aygıtında yoğunlaştığını varsaymıştı, oysa Gramsci iktidarın aynı zamanda ‘sivil toplum’un kurumlarına (Gramsci 1971: 210-276), ya da gündelik hayatın yapılarına ve örgütlenmelerine yaslandığını öne sürdü. Bu yüzden devrim yalnızca devlet iktidarını fethetmekle kalmamalı, fakat çok daha önemlisi, “toplumun organik gelişiminde içerilen tüm etkinlikleri ve işlevleri” yerine getirebilme yetisi vaad edebilecek olan projenin doğru olduğuna insanların çoğunluğunu ikna ederek cezbedebilmesi gereken alternatif bir sivil toplum yaratmalıydı (Aynı yerde: 16). Bu alternatif toplum bir ‘karşı-hegemonya’ olarak anılagelmiştir, ben bu terimi ‘sürdürülebilir direniş toplulukları’ olarak tercüme ederdim. Bundan dolayı Gramsci’nin analizinin anahtarı, direniş örgütlenmesinin bir yolunu bularak iktidar yapısını yansıtması gerektiği varsayımıdır.
Bunun anarşist pratikle ne ilgisi var? Herşeyden önce, Gramsci’nin alternatif toplumu, yukarıda alıntıladığımız önermelerde varsayıldığı gibi hem yaygın hem de yoğun siyasal örgütlenmeyi gerektiriyor: anarşizm/komünizmin cazibesini başka gruplara ve bireylere açarak genişletmek ve anarşist/komünist altkültürün sürdürülebilirliğini toplumsal işlevini güçlendirerek artırmak. Bununla birlikte bu kavramı anarşist pratiğe aktarmakta büyük bir problem var: Gramsci bir Leninistti, ve bunun gibi hem içsel hem de dışsal hiyerarşiler gerektiren bir anti-kapitalist strateji ile gerçekten herhangi bir sorunu yoktu. Bu, özünde bir iktidarı diğeri üzerine kurmaktı. Eğer anarşizmi hiyerarşi ve iktidarın tüm biçimlerine karşı bir mücadele olarak anlıyorsak bunun anarşistler için sorun yaratacağı açıktır. a) Eğer bir karşı hegemonya stratejisi, sürdürülebilir direniş örgütlenmeleri stratejisi özünde bir iktidar stratejisi ise ve b) eğer anarşizm tüm iktidar biçimlerini reddetmek olarak anlaşılıyorsa, ve c) eğer en kaba ifadeyle (içsel ve dışsal genişleme) burada çerçevesi çizilen strateji anarşizmin radikal projesini sürdürmek için gerekli ise o zaman anarşizmin bir siyasal proje olarak sonuna ulaşmadık mı? Hiyararşilerin ve iktidarın reddedilmesi olarak anarşizm, hayatta kalmak için hiyerarşilere ve iktidara gereksinim duyduğundan dolayı öldü mü?
2. ANARŞİZM, 1. VE 2. BÖLÜMLER
2.1. Kim için olursa olsun iktidara hayır!
Bu yüzden soru şu hale geliyor: anarşizm gerçekten de tüm iktidar biçimlerinin reddi midir? Bu sorudaki bariz zorluk ‘gerçekten’ sözcüğünde yatıyor: çünkü eğer doğruysa anarşizm birleşik bir teori bütünü değil bir pratikler kümesidir, neyin ‘gerçekten’ anarşizm olduğunu çözmek oldukça zor olmalı. Anarşist bir grup tarafından yazılmış herhangi bir bildiriye bakmak genellikle farklı kavramsal konumlarım bir arada var olduğunu, hatta bunlardan bazılarının birbiriyle karşılıklı olarak çeliştiğini ortaya çıkaracaktır. Anarşist söylemde varolan çeşitli ‘hatları’ çürütmek için, o halde, hepsinin ötesinde anarşizmle tarihsel olarak yaratılmış bir dizi pratikler olarak meşgul olmak gereklidir, yani bugünün pratiklerini şekillendirmiş çeşitli düşünceleri ve söylemleri eleştirel bir biçimde analiz etmek.
Bir dereceye kadar anarşizm, hem marksizme paralel olarak hem de ona muhalefet olarak gelişti, anarşizmin bazı tayin edici ilkeleri en iyi şekilde Marksist teorinin eleştirisi olarak tasavvur edilebilir. Marksizm tüm baskının temelde tek bir kaynaktan, üretim araçları üzerindeki denetimden türediğini öne sürdü. Bu yüzden, proletaryanın önce (sırf kapitalist sınıf iktidarını destekleyen bir yapı olarak korunan) devletin dizginlerini ele geçirip sonra da bir darbede üretim araçlarını toplumsallaştıracağını, tüm baskı biçimlerinden kurtuluşu sağlayabileceğini iddia edebildi. Marksizme göre, yalnızca bir tek düşman, bir tek mücadele ve bir tek nihai olarak tamamına erecek zafer vardı. Buna yanıt olarak, anarşistler baskının yalnızca üretim araçlarından değil, aynı zamanda psişik baskı araçlarının denetiminden de kaynaklandığını öne sürdüler – başka bir deyişle, devlet, çıkarları tümüyle “sermaye”nin çıkarlarına indirgenemez olan bir iktidar merkeziydi (Miller 1984: 47-49). Bu, anarşizm için bir problem yarattı, onun tanımlamasına göre en az iki düşman, devlet ve sermaye (ve sık sık kilise de (Marshall 1992: 4-5), zorluklar yaratarak siyasal alanı parçalara ayırdı: a) devrimin ayrıcalıklı faili kimdi, ve b) eğer iktidarın bu kadar çok merkezi, bu kadar çok düşman, bu kadar çok mücadele varsa bu devrim nasıl bir hamlede olabilirdi. Birinci soru Marksizme ya da toplumsal çatışmanın tek bir ana/merkezi kaynağı olduğu nosyonuyla işleyen herhangi bir analize göre yanıtlanması kolaydı, çünkü bu ilişkideki ezilen taraf (somut olarak emek-sermaye ilişkisi içindeki proletarya) devrimin zorunlu failine dönüşür, fakat iktidar merkezlerinin yayılımına (diffusion) göre tanımlanan bir analize göre zordur. Benzer şekilde, bu tür bir konuma göre ikinci sorunun yanıtı görünüşe göre ‘hiç de değil’ olmalıydı.
Anarşizmin bir hattı, muhtemelen Bakunin, Kropotkin ve Proudhon gibi ölüp gitmiş beyaz erkeklerle en çok ilişkilendirileni, iktidarın/baskının birliğinin parçalanmasına ve ardından gelen mücadelenin yayılımına basitçe iktidarın ittifakını daha üst bir seviyede yeniden kurarak karşılık verdi. Önceden sermaye ve işgücü arasındaki çelişki en yüksek önemdeyken, yeni başlıca çelişki, iyi huylu insan/toplum doğası ile kendini yalnızca farklı iktidar yapıları olarak ortaya koyan baskının şüpheye yer bırakmayan şekilde kötü mantığı arasındadır (kapitalizm, devlet, din) (Marshall 1992: 4). Benim anarşizmin “klasik” hattı diyeceğim merkezdeki bu varsayım önemli siyasal-teorik içerimlere sahiptir: onu baskı altına almak isteyen güçlere karşı sürekli bir direniş içindeki saf bir insan özü, devrimin bir çeşidi korunduktan sonra iktidardan tümüyle özgürleşmeye öncülük eden anarşist pratiğin olanaklılığını varsaymak. Bu sonuç, organik olarak özgür olan insanlığa kendini dayatan kurumlardan gelen, insanın özüne dışarıdan gelen bir iktidar kavrayışına dayanır. (Newman 2001: 37)
Ve gerçekten, günümüz anarşistlerinin pek çoğu siyasi görüşlerini ortaya koyarken doğrudan doğruya bu geçmişteki iki parçalı toplumsal görüşü referans alırlar. Cenova gösterileri üzerine yazılmış bir denemede, Moore anarşistler için şunu ileri sürer, ‘problem (ister ekonomik ister idari olsun) iktidardır, ona kimin sahip olduğu ve ihtiyaç duyduğu değil, bundan dolayı tümü birden alt edilecektir’ (Moore 2001: 137). Ve bunu göstermek için bu soru kendini yalnızca anarşist yazılarda ifade etmez, pratikte de görülebilir: Temmuz 2002’de Strasbourg’da yapılan ve çok büyük bir ölçüde anarşist-esinlenmeye sahip ‘Sınırlara Hayır Kampı’ gösterisinde, kampın tuvaletlerinin kurulmasının nasıl organize edileceği ile ilgili bir tartışmaya tanık oldum, tartışmacılardan biri tuvaletleri kimin temizleyeceği sorusunun yalnızca ‘teknik’ bir soru olduğunu ileri sürüyordu. Bu kulağa saçma gelebilir, ancak eğer birisi tuvaletleri kimin temizleyeceğini tam da bir iktidar sorusu olarak dikkate alıyorsa, ve bundan dolayı teknik olmaktan ziyade siyasi ise (Hindistandaki dokunulmazlar, ya da hem işlerinde hem evlerinde düşük ücretli çalışan kadınlar da olsa, tuvaletleri temizleyenler hemen hemen daima baskı altındakilerdir.) o zaman bu argüman, iktidarın, sadece oranın dışına/üstüne ait, ancak, doğal olarak dayanışmacı insanın özüne bağlanan ayrıcalığı ile anarşizmin içinde olmadığı şeklinde anlaşıldığının ifade edilmesi olarak da görülmelidir.
II.2 Anarşizm, 2. kısım: çok yönlü iktidar ve anarşizm içinde iktidar
Bu ‘klasik’ hat, bununla birlikte, tek ve gerçek anarşizm olmaktan uzaktır. Yukarıda, anarşistler için çok önemli bir soruyu tanımladım: Marksizmin eleştirisinin öncülük etmek zorunda olduğu iktidar merkezlerinin yayınımına nasıl karşılık verilir? Bununla yüzleşince, klasik anarşistlerin verdiği sadece tek bir cevap alternatifi vardır, (baskıya karşı) mücadeleler birliği fikrinden vazgeçmek ve ani bir tufan gibi tek bir olay olarak devrim. Bununla birlikte, bu sonucu çıkarmaya oldukça az gönüllü vardır -bana göre hiçyoktur-, ve böylece açığa çıkmakta olan ikinci ‘açık’ hat, gücün/baskının ‘yeni’ ortaya konulan (daha ziyade: yeni kabul edilen) merkezleriyle meşgul oldu. Örnek olarak, Emma Goldman, (özellikle (burjuva) aile kurumu içindeki) kadınlar üzerindeki erkek-egemen baskıyı anarşist ölçütler arasına eklemiştir (Marshall 1992: 5); daha sonra, Murray Bookchin, anarşist dünya görüşüne, endüstriyel kapitalizmin çevresel sonuçları hakkında bir farkındalık getirdi. (Bookchin 1989).
Tüm bu etkinliğin sonucu, toplumu bir tavan ve bir taban olarak gören klasik görüşe, iktidarın çok daha fazla dağıldığı anlayışını ileri sürerek bir meydan okumaydı, bu, “tavanlar ve tabanlar dizisinden” oluşan bir resimle sonuçlandı. (May 1994: 49). Halbuki klasik görüş, iktidarın mevcut merkezlerinin çeşitliliğini ileri sürse de, genellikle, devrimci değişimin güvenilir temsilcisi olarak -Proudhon’un bazı noktalarda kabul ettiği gibi bu işçi sınıfı da olsa, ya da Bakunin’in ‘büyük halk yığını’ olarak kutladığı kent merkezleri- tek bir toplumsal grubun ayrıcalığıyla sonuçlanır (Gemie 1994: 355; Newman 2001: 30) -mücadelenin en azından potansiyel olarak eşit, önemli yönlerindeki çoğunluk imajı, tek bir grubun kendi savaşını diğerlerinden gereksinim olarak daha önemli olduğunu iddia edemeyeceğini ima eder. (Laclau ve Mouffe 2001).11 Bu nedenle, anarşizmin bu açık hattı, ‘kapitalizm, eşitsizlik (erkeklerin kadınlar üzerindeki baskısı da dahil), cinsel dışlama, militarizm, savaş, otorite ve devlet’ karşıtlığı olarak özetlenebilir (Goodway 7989:2). Bu görünüşteki soyut tartışma çok önemli bir siyasal içeriğe sahiptir: sol-özgürlükçü karşı-hegemonyanın eninde sonunda işçi sınıfına odaklanıp odaklanmayacağı sorusu –örneğin etkili broşür ‘Eylemciliği bırakın’a hızlı bir bakış- hangi grupların siyasal hareketlenmenin odağı haline geleceğini belirleyeceğinden dolayı siyasi olarak anlamlıdır.
Klasik hatla birlikte, çağdaş anarşistlerin anlatımlarında iktidarın çok yönlü olarak bu şekilde anlaşılmasının örneğini göstermek kolaydır: Seattle’daki hareketlenmeler sırasında ve hareketlerin ardından ‘otoriter sosyalist’ grupların eylemlerinin eleştirisinde, bir eylemci, anarşistlerin ‘bizim yerimize düşünmek, söylemek ve hareket etmek isteyen tüm örgütler dahil baskının ve tahakkümün her türlü biçiminden özgürleşmek istediklerini’ yazar (Anonim6 2000: 128). Benzer bir şekilde, yeni biçimlenmiş –ilk olarak elit-zümreye karşı küresel hareketin koordinatörü olarak ortaya çıkan ancak bugün odak noktasını genişleten- anarşist ağ Halkların Küresel Eylemi (HKE) kendi siyasal felsefesini ifade etmek, ek olarak da anti-kapitalist bir ağ olmak için kendi ‘damgasını’ ortaya koyar, ‘biz tahakkümün ve ayrımcılığın bütün biçimlerini ve sistemlerini, sınır gözetmeden, ataerkillik, ırkçılık ve tüm inançlardaki dinsel köktencilik de dahil reddediyoruz’ (HKE tarihsiz). Ve son olarak, anarşizmin güçlü bir geleneğini korurken, iktidarın eleştirisi burada kuşatmayı genişletti, yalnızca görünüşte direnişin ‘dışındaki’ iktidar yapılarını değil, fakat aynı zamanda baskıya-karşı mücadelenin içinde var olan iktidarı da. Bunu vurgulamak için, Strasbourg’taki eylemci kampında tuvaleti kimin temizleyeceği hakkındaki tartışmaya dönmeme izin verin. Çok yönlü iktidar kavrayışı ve aynı zamanda direniş içindeki boşluklarda var olma, ilk konuşmacıya verilen cevapla ifade edildi: ‘Hayır’, diğer tartışmacı dile getirdi, ‘bu siyasi bir sorudur’ –işte bu, bu iktidarı içerir.
3 ANARŞİZM NEREYE?
3.1. Baskıcı anarşistler
Anarşizmin bünyesi içinde an azından iki değişik iktidar görüşü vardır –ne olmuş yani? Genellikle, eylemcilerle, neyin iktidarın ‘doğru’ anlaşılmasına dair bir tartışma gibi görünebileceği üzerinde münakaşa etmem. Bununla birlikte, bu doğru teori hakkında değil, buna karşın hem içsel hem de dışsal siyasal çalışmalar içindeki farklı iktidar görüşlerinin oldukça görünür etkileri hakkındadır. Ben zaten devrimin asıl temsilcisi olarak bir toplumsal grubun muhtemel ayrıcalığını ifade etmiştim, ve bu bölümde eleştiriyi derinleştirmek istiyorum. Benim iddiam şudur: ‘insan doğasının’ bazı çeşitlerine yönelik dışsal/karşıt iktidar anlayışı, bir grup insanın/eylemcinin diğerleri üzerindeki tahakkümünü belirsizleştirmeye hizmet ederek doğrudan baskıcı etkilere sahiptir.
İddiamı çağdaş bir örnekle izah ederek başlayayım. ‘Protesto-bölgeleri’ olarak adlandırılan yerde cinsiyet ilişkileri hakkındaki bir yorumda (orman-bölgeleri, projelerini ‘geliştirmek’ için netliklerini korumak doğrultusunda eylemciler tarafından işgal edildi), kadın bir eylemci anarşizmin klasik hattını muhafaza ederek ‘[protesto] kampının tüm konsepti özgür bir toplumdur’ fikrini ileri sürerek başlar. Gerçekte, bununla birlikte, bu çeşit kampların ‘bir ataerkil-tahakküm çevresi’ haline geldiğini ifade eder. Özel olarak, bu, cinsiyetler arası ilişkiler alanında ortaya çıkar, ki burada (özgür bir toplum içinde var olduğu söylenen) özgür aşk söyleminin ‘özgür aşk idealine uyması için [kadınlara] ‘ve bu tip ilişkileri istemeyen kimselere’ belirli bir miktar baskı’ uygulanmasına son verildi, (Anonim7 1998: 10,12). Burada daha açık görülen şey şu, kadınların artık, kampın özgür sahasında ve sonuç olarak özgür aşk idealine uyarak özgürleşebileği beklentisiyle kendisini ifade eden insan doğasına dışsal olan bir iktidar fikri kendi içinde baskıcı hale gelmiştir: insanın özünün ne olduğuna dair bir ideale uymaları, asla kendilerinin inşa etmedikleri bir ideale göre yaşamaları yönünde kadınlar üzerinde baskı kurar.
3.2. Açık anarşizm – açık, evet, ama nereye gidiyor?
Öyleyse anarşist pratik kendi içinde baskıcı olabilir, ya da en azından güç ilişkileri gerektirir, özellikle de eğer bu güç, muhtemel iktidardan-özgürleşmiş pratikler düşüncesiyle maskelendiyse. Ancak, bir şey merak edilebilir, bu konuda iki ‘hat’ arasındaki fark nedir? Tüm bunlardan sonra, açık hat, iktidar merkezlerinin çeşitliliğinin daha ince bir görüşüne sahipse de, toplumsal kevvetlerin, Gemie’nin ‘karşı-topluluklar’ diye adlandırdığı, devlete karşı sıralanmış (Gemie 1994: 353) bazı gruplar içinde örgütlendiği bu iktidar merkezlerine hâlâ karşı çıkarlar ve bu topluluk içinde, iktidardan-özgürleşmiş bir pratik, muhtemelen gelişebilir. Görülüyor ki, gerçek bir fark yoktur: her iki hat da iktidardan ‘gerçekten’ kurtarabileceklerini iddia eder.
Bununla birlikte, çok önemli bir fark vardır, bu hatların her birinin ve ben inanıyorum ki, anarşizmin kendisinin ilerideki siyasal gelişiminin belirlenmesinde önemini kanıtlayacak bir fark. Yukarıda gösterildiği gibi, iktidardan-özgürleşmiş pratik olarak ya da en azından bunun ihtimalini içeren anarşizm görüşü klasik hattın içsel ve gerekli bir bileşenidir; ancak bununla birlikte, açık hat, kendi mantıksal sonucuna kadar giderek iktidardan-özgürleşmiş bir pratik inancını olanaksız hale getirir. Argümanlar tekrar Marksizmle ve ona karşı başlar: bu ikincisi, kendi tanımlayıcı kriteri olarak ‘güç ilişkileri içinde birliği’ öne sürer (Holloway 2001: 40). Mücadele edilen iki kuvvet olabilir, ancak fethedilmesi geeken yalnızca bir tane gerçek iktidar-merkezi vardır. Gördüğümüz gibi, anarşizm başlancıçta bu monizmi (bircilik) iki ya da üç iktidar merkezinin varlığını iddia etmek için tartışmaya açmıştır. Klasik hat bu merkezleri (iktidarın ya da baskının “mantığını”) yeniden bire indirgeyerek ilerledi, ikinci hat ise, aşağıda tarif edildiği gibi, iktidar merkezlerinin çoğalarak artmasının önünü açarak bu açıklığı destekledi: ikiden üçe, dörde, beşe, …. çokluğa. Hepsi iyi fakat buraya kadar. O halde ne olacak şimdi? Açık ki, bu monizmin ilk kırılmasından itibaren iktidar merkezlerinin yayılımının mantıksal bir sonnoktası yoktur, ve hatta kimi anarşistlerin bir hayli değer verdiği bireyin bütünlüğünda bile durmaz: (eşcinsellik, kadınlık gibi) bir kaç açıdan baskı altından olan bir kişi bile başkaları üzerinde baskıcı olabilir (üst sınıf, beyaz). Bu nedenle, ikinci hattın önermelerini, ve bu suretle içerdiği siyasal mantığını (hiçbir mücadele diğerinden daha kıymetli değildir) mantıksal olarak takip ederek, tüm toplumu kateden, özneler olarak benliklerimize bile nüfuz eden iktidar krizinin bir resmini elde ederiz.
İktidarın tam da kendi hayatlarımıza bu yayılımını göz önünde bulundurunca şu sonuçlara varıyoruz: a) devrimi bir defalık bir olay olarak düşünmeyi sürdüremeyiz, çünkü bu, bir ya da yalnızca bir kaç iktidar merkezi olduğunu ima eder. Eğer iktidar, patriyarka örneğinin yerinde gösterdiği gibi değer yapılarının içerisine gömülü ise, o zaman “devrim” bir süreç olarak görülmeli, çünkü değerleri ve tutumları bir günden bir güne “devrimcileştirmek” açıkça imkansızdır.16 ve b) iktidardan kaçamayız, çünkü her insan ilişkisi iktidar ilişkileri içerir (fakat yalnızca iktidar ilişkileri tarafından oluşturutulmaz), ve bundan dolayı da birisi “üzerinde” iktidar içerir. Bu nedenle, iktidar heryerdedir.
3. 3 Açık anarşizmden to post-yapısalcı anarşizme
İktidarın kaçılamaz olduğunu böylece gösterince, başka bir meseleyle yüz yüze geliyoruz, başlangıçtaki –tüm hiyerarşi ve iktidar biçimlerinden özgürleşme- projesi hem teorik hem de pratik olarak tamamen imkansız hale geldiği için anarşizm kendi kendisini tamamen imha edebilir. Bununla berbaer, burada post-yapısalcı analiz açık anarşizmin mantıksal ve siyasal zorunlu sonuçlarını düşünmek üzere olduğu gibi yardımcı olabilir. Anarşizm ile postyapısalcılığın birbirine uyumlu ve hatta muhtemel teorik müttefikler olduğunu kanıtlamaya çalışmayı çok fazla düşünmüyorum, bu daha önce yapılmıştır17 fakat daha ziyade anarşizm ile postyapısalcılığın pratikte nasıl müttefikler olabileceğini, postyapısalcı analizin anarşist pratiği ilerletmede nasıl kullanılabileceğini (ve tersini) anlamaya çalışıyorum.
Bu tartışmadaki kalkış noktası bir önceki bölümde en son söylediğimiz şeydir: iktidar heryerdedir. Fakat anarşistler açısından, bu sonuçla çelişir görünen baskı ve iktidar karşıtlığına dair bu ikilik hala mevcut. Foucauşt’nun çalışmaları bu ikilemin dışına çıkan bir yol sunabilir bize.18 Ama bi dakka, Foucault bir postmodernist değil miydi? Bu onun esas olarak bir küçük burjuva nihilisti olduğu, yani herşeyi elinde hiçbir şey kalmayana kadar herşeyi yapıbozuma uğrattığı anlamına gelmiyor mudu? Aşağıda göstereceğim gibi, hem akademisyenlerden hem de aktivistlerden sık sık duyduğumuz19 bu eleştiricilik, anarşistlerin hiçbir pozitif önerisi bulunmayan beyinsiz “kiralık serseriler” olduğu türünden benzer yaftalamaların teorik eşdeğerinden başka birşey değildir. Ben, bunun bir tür iftira olduğuna inanarak, postyapısalcı analizin böyle toptan reddedilmesine karşı ihtiyatlı olurdum.
Postyapısalcılık kimi şekillerde tarihsel bir dönemeçte gelişti, bu anarşizmin belirgin bir siyasal hareket olarak ortaya çıkması gibi değildir. Anarşizm, postansiyel bir baskıcı pratik olarak Marksizmin eleştirisine yanıt olarak ortaya çıkmıştı, ve bu Birinci Enternasyonal’deki ayrılmaya yol açmıştı, postyapısalcılığın geliştiği dönem de Fransa’da anarşist esinli 1968 öğrenci hareketininin ortaya çıkışını gördü, ve hem öğrenciler hem de üniversite hocaları kemikleşmiş, baskıcı Fransız Komünist Partisi’ne (FKP) karşı teoride ve pratikte mücadele ettiler: FKP’nin, kapitalizmin işleyişinin doğru anlaşılmasının ve bu sayede nihai olarak devirilmesinin anahtarını tek başına elinde tuttuğu iddiası üzerine kurduğu ilerici düşünce önündeki entelektüel ablukaya meydan okumak, Foucault’nun başta gelen ilgilerinden birisiydi. Bu, özelde Marksizmin analiz edilmemiş (ve analiz edilemez) baskı biçimleri içerdiğini akla getirerek, açıkça tartışılamamış Sovyetlerdeki Gulag Çalışma kamplarında gömme meselesiydi (Foucault 1980: 109-10) – Marksizmin ilk dönemdeki anarşist eleştirilerini, özellikle de Bakunin’in Marsizmin tabiatındaki bilimci seçkinciliği sert bir şekilde suçlamasını yakından yansıtan bir eleştiriydi bu: resmi bir hakikat beyan edilir edilmez […], tüm dünyaya Marksist Sina Dağının zirvesinden bir hakikat edilmiş ve dayatılmıştır, daha neyi tartışalım ki? (Miller 1984: 80)20
Foucault’nun başlıca Marksizm eleştirisi, Marksizmde içerilen bilgi iddialarının yapılanış biçimiyle ilgiliydi: orada, görünüşlerin altında saklı (işçinin maruz kaldığı baskı yabancılaşma ve meta fetişizmi görünümü altında saklıdır) bir gerçeklik var. O zaman tek bir “doğru” gerçeklik var, gerçekliğin bu bilgisini elde etmek mümkün olmalı, ancak elbette Maksizm-Leninizmin “uygun” öğretisini özümsedikten sonra. Foucault bu konumdan yapılan “hakiki iddialar”ı göz önüne getirdi, yani FKP koşulların gerçek doğasını biliyor, oysa teoriyi iyice sindirmemiş olanlar hakikati bilemezler – tüm dışsal hakikat iddiaları, gerçekte, temelden baskıcıdırlar, çünkü hemen hiyerarşiler yaratırlar: Ben biliyorum, ve sen bilmiyorsun. Bu yüzden, ben senden daha güçlüyüm. “Bilgi” yani neyin gerçek olduğunu bilme iddiası, o halde bir iktidar biçimidir (Foucault 1980: 132-3). Fakat yukarıda da öne sürüldüğü gibi, bu özellikle yeni birşey değildir, zira Bakunin zaten benzer iddialarda bulundu. Foucault’nun temel içgörüsü, dış dünyanın bilgisi (yani dışarıda siyasal bir mücadele olduğu, patriyarkanın bir gerçeklik olduğu gerçeği) aynı zamanda bizlerin siyasal olarak edimde bulunmamızı da sağlayan şeydir. Bu yüzden, iktidarn yazlnızca baskıcı değil, aynı zamanda üretici de olduğunu görmeye ve iktidarın yalnızca sınırlayıcı etkileirne değil aynı zamanda “üretici etkililiğine, statejik yararlılığına, olumluluğuna” da bakmaya başladı (Foucault 1990: 86) Foucault’nun analizinin odağı bu yüzden (bir ya da çok sayıda tavan olsa da, iktidar ilişkilerinin daima eşit biçimde yapılaştığını inkar etmemesine rağmen) tavan-tabana benzer tarzda yapılaşmış bir iktidar ilişkileri kümesi değildir, fakat iktidar bir ağdır, tavanı ve tabanı olmayan, ve sonu gelmez mücadelelerin ve yüzyüze gelmelerin, onları dönüştürdüğü, güçlendirdiği ya da tersne çevirdiği süreç” olarak bir “güç ilişkileri çokluğudur” (foucault 1990: 92-94)
Öyleyse, bu anarşizme nasıl bağlanır? Bu, örneğin yukarıda bahsedilen protesto kampındaki durumu anlamamıza yardımcı olur: Foucault, iktidarı esas itibariyle baskıcı, ve bundan ötürü de “hakikat” (ya da “anarşizm” ya da bir “özgür toplum”) denebilecek şeye karşıt olarak gören bakışın, gerçekte belirli iktidar ilişkilerini sürdürmenin başlıca yöntemlerinden birisi olduğunu öne sürer, zira bu onların kendi varlıklarını iktidar “karşıtı” maskesi altında gizlelemelerine imkan verir (Foucault 1990: 86) Örneğimizde, iktidar yokluğu olarak anarşi, belirli aktivist gruplarının (en deneyimliler; daha bilgililer; erkekler) kendi iktidarlarını ardına gizledikleri dış görünüştür. Foucaultcu bir analiz, o kadının yazması ve fikrini yayması için gerekli olan bilgiye erişebilmesi olarak iddiasını konumlandırmasına, protesto bölgelerinin anonim eleştirisinin yeterli olduğunu anlayabilirdi: eğer tüm hakikat iddiaları iktidar üretiyor ise ozaman feministler analizinki de aynı şekilde üretmelidir. O zaman, “patriyarka”, feministler onu bir kategori olarak inşa etmeden önce varolan bir şey değildi, fakat toplumsal cinsiyetler arası iktidar ilişkilerini alt etmek üzere, “kadın özgürlüğünün bulunmayışını” kadınlar tarafından hissedilen bir eksiklik olarak yaratılarak oluşturuldu, (“özgürlük” yine toplumsal olarak inşa edilmesinden önce var olmayan bir kategori oluyor), o zaman da özgürleşmeci etkinliğin kaynağına dönüşüyor.21 Netice: postyapısalcı bir analiz, iktidar ilişkilerini direnişin sahasına doğru genişletmek suretiyle, iktidar ilişkilerinin eleştrisi olarak anarşizmi radikalleştirir. Oysa anarşizm, daha evvelce, iktidar ilişkilerinin direniş mekanlarındaki varlığını bir sapkınlık olarak görmüştü, bu yüzden de anarşist pratiğin potansiyel açıdan ulaşabileceği ayrıcalıklı bir özgürlük mekanı ihtimalini açık tutuyordu; şimdi direniş pratiklerinin kendisinin iktidar ilişkilerinin tesis edilmesi olarak görülmesi gerektiğine dair br resme ulaştık. Her yerde olan iktidar varsayımından heryerde iktidarın olması zorunluluğuna.
NOTLAR
- Benim buradaki projem bir ölçüde, Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’nin, post-yapısalcı eleştirinin anahtar kavramlarından bazılarını açığa çıkardıktan sonra politik bir hareketi(sosyal demokrasi) bir stratejiye (hegemonya) adapte etmek için ikna etmeyi denedikleri Hegemonya ve Sosyalist Strateji’sinden ilham almıştır.Bununla birlikte, onların argümanlarına kesinlikle müteşekkir iken, başka bir harekete angaje oluyorum ve meydan okuyan“özcülük” başka bir türdür. Böylece onların çalışmasıyla ilgili benim tartışmam sınırlanacak.
- Anlayış dolu eleştirileri ve yorumları için –ihmal ettiğim bazı eleştiriler benim sorumluluğumdadır- Ben Day ve Jamie Cross’a olduğu kadar Anarşist Çalışmalar için üç isimsiz eleştirmene de teşekkür ederim.
- Gemie’nin ‘şimdi standart Godwin-Stirner-Proudhon-Bakunin-Kropotkin yaklaşımı’nı kınamasını karşılaştırın (Gemie 1994: 350).
- Ayrıca bkz: Cross 2002.
- Ben burada, John Mitchell’in 24/05/2002’de Sussex Universitesindeki bir seminerde dinin antropolojisi üzerine yaptığı bir konuşmada ileri sürdüğü “kutsal olan” ve “içerilmiş olan”(yani tecrübe edilmiş) bilgi arasındaki ayrımları ifade ediyorum.
- Anarşizmin “kutsal” okuması olarak neyin isimlendirilebileceği için bkz: Miller 1984 ve Joll 1969.
- Holloway ile karşılaştırın, 2002: 1-10.
- Graeber, küresel hareketin anarşist rüzgarının bu önceden canlandırma nosyonuyla doğrudan ilgilidir (Graeber 2002: 62). Bu, hali hazırdaki pratiği, “ütopik” toplulukların etkisini ya da olasılığını reddedebilecek, daha “sistemik” bir yaklaşım için yanyana getirilmiş bir politika nosyonu için mücadele eden gelecekteki toplumun “önceden canlandırması”nı araştırmak olan bir politikayla ilgilidir.
- Yüzyüze gösteride Alman otonomist/anarşistler tarafından orijinal olarak bir örgütsel form benimsendi, ki bu gösteride herkesin polis tarafından kolayca tanınmaktan kaçınmak için siyah giysiler giyeceği varsayıldı. Küresel-eleştiri protestolarının başlangıcından beri, “kara blok” terimi, büyük medya tarafından bütün militan protestocuları veya onların “anarşist” olarak düşündükleri kişileri ifade etmek için kullanılan bir terim oldu –hatta herhangi bir gerçek kara blok pek değişik sayıda siyasal yönelimler içerebilmesine rağmen.
- Uzun süredir çevrede olan bazı anarko-aktivistler bu konuda şaşırabilirler, benim burada bahsettiğim anarşist altkültür büyük ölçüde 30 lardan önce oluşmuştur.
- İnsanların Küresel Eylem Ağı (PGA)’nın pratikte sadece birini tebliğ ettiği Anonim1 2001, ve Anonim2 2000a yazıdaki pek çok örneğin sadece iki tanesidir.
- Örnekler için bkz: Gill 2000.
- Gramsci, hegemonyanın kilit bir pozisyonundaki bir kişinin liderliği altında farklı sosyal grupların (sınıflar/sınıf kesimleri) birlikteliğine inanırdı.
- Herhangi bir mücadelenin çok açık bir şekilde diğerlerinden daha önemli olup olmadığı, peşin olarak karşıtını da varsayarak, açık seçik analizlerden sonra yanıtlanabilecek bir sorudur.
- Gemie 1994 ve May 1994 içinde görülebilecek ilgili anarşism analizleri esas olarak biri daha birci (monistik) ve diğeri daha çoğulcu olan iki akımdan oluşur.
- Anarşistler tarafından hâlâ kullanılan “devrim” teriminde gerçekten bazı fikir ayrılıkları vardır: Anonim1 2001: 546 ile karşılaştırın.
- Bkz: Newman 2001, May 1994, Koch 1993, Schuerman 1986, Easterbrook 1997 ve Muemken 1998. Aynı zamanda, post-yapısalcı analizin anarşist potansiyelini tanıyan Habermas (Habermas 1987: 4-5).
- Pek çok diğer post-yapısalcı düşünürler de benzer noktaları örnek göstermişlerdir ve gösterebilirler, örneğin, Lyotard, Deleuze ve Guattari veya Derrida (bkz: özellikle May 1994 ve Newman 2001).
- Benim kişisel tecrübelerimin ötesinde, pek çok örnek özellikle Habermas 1987 içinde bulunabilir (Habermasın bir tanıtımı ve O’nun post-yapısalcı düşücenin eleştirisi ile ortaklıkları için bkz: Best ve Kellner 1991: 240-255) ve anarşist bir bakış açısından Zerzan tarihsizdir.
- Vurgu orijinali üzerinedir. Ayrıca bkz: Newman 2001: 30
- Kadınların özgürlüğü için bu örnekte Foucault arzunun varlığını tartışır, son söz olan “hem arzu hem de onun yokluğu doğrulanmıştır” ortaya çıktığından beri, bir güç ilişkisi önceden varsayılmıştır (Faucault 1990: 81).
– Tadzio Mueller
SİYAHİ SAYI 5, İstanbul ✪