Elveda Başkaldırı‘nın yeşil kapağını hiç unutmam. Atıl Ant yönetimindeki AFA Yayınları’ndan çıkmıştı. Bir çeşit Waldo Sen Neden Burada Değilsin? tarzı. Mehmet Barlas’tan da Hadi Uluengin’den de bu kabil bir kitap beklemekteyim. Acaba “bekliyorum” mu yazsaydım? Yoksa “bu kabil” yerine “böyle” mi kullansaydım? Cengiz Çandar’ı da mı ekleseydim? Üçünden de Elveda Başkaldırı gibisinden bir kitap beklediğimi falan…
’68 ruhunun üzerine bir sünger çeken Bay Ertuğrul Özkök’ün “dönüş” manifestosu olarak okunabilecek bu kitaptan yıllar sonra, BİR BEYAZ TÜRK’ÜN HAFIZA DEFTERİ‘nin ilanlarını Levent’teki metro istasyonunda görünce o “dönüş” yıllarına gidiverdim bir Benjamin Botton’da! Hani, kendimi tutup şu kelime maymunluklarına geçit vermeyecektim, n’oldu ha, n’oldu?
Seattle’da sokaklara dökülen Amerikalılar tarafından Dünya Ticaret Merkezi’nde simgeleşen “vahşi kapitalizm”in protesto manyağı yapıldığı 30 Kasım 1999 da unutuldu gitti. Bu balık hafızaya Iggy Pop mu dayanır Alla’sen! Amerikalı sosyal bilimci Francis Fukuyama, “Tarihin sonu mu?” başlıklı meşhur makalesinde mealen, “soğuk savaş” sonrasının dünyasında kapitalizmin karşısında babalanabilecek karşıt bir ideolojinin kalmadığını ve tarihin sonunun geldiğini yazmıştı. Bu ise ah bûse tarihin vardığı son mertebeydi; yani ekonomik ve siyasal liberalizmin bir “son” olduğunu iddia ediyordu. Bire kaç koymuştu acaba Bay Fukuyama? Fukuyama kapitalizmi hayatlarımıza yamamaya çalışırken, çellist Yo-Yo Ma ise 44’üne merdiven dayıyordu. Ve bu düzenin, insan doğasına en uygun yaşama biçimini ve toplumsal düzeni sağladığını ileri sürüyordu sürebildiği kadar Bay Fukuyama.
Bilhassa turizm mevsiminde “beden dili”ni kullanmak için Akdeniz sahillerine göç eden yurdum insanı, “dilbilimci” Noam Chomsky’nin “Seattle da olup bitenler, asla sona ermeyecek olan özgürlük ve adalet alanlarını genişletme çabasında ileriye doğru atılacak büyük bir adım için ciddi fırsatlar sunuyor.” diyerek çevreciler, çiftçiler, sendikacılar, insan hakları savunucuları, öğrenciler ve aydınlardan müteşekkil grubun Dünya Ticaret Örgütü’nün açılış toplantısı öncesindeki eylemini selamlamasını bir “dil” birliği bağlamında kim bilir ne zaman değerlendirecek!
Çok değil, Hürriyet’in 5 Şubat 2014’teki nüshasında şöyle yazmaktaydı Bay Ertuğrul Özkök: “Başbakan Erdoğan’ın kaldığı Ritz Otel’de günüme kardiyo ile başladım. (…) Otelin fitness salonuna indim ve görevliye ‘Başkan Obama’nın yürüdüğü bandı gösterin’ dedim. (…) Gösterdiler. Çıktım ve her zamanki gibi 40 dakika yürüdüm. Tekrar edeyim, Başkan Obama’nın yürüdüğü bantta yürüdüm.”
İşte bendeniz tam bu cümleden sonra utançtan kıpkırmızı kesildim. Üç tunç tas utanç! Yazıya devam: “Lobiye ilk giren Spor Bakanı Kılıç oluyor. (…) İkinci olarak salona Egemen Bağış girdi. Tanınma katsayısı Kılıç’tan yüksek.” Kendileri artık daha da çok tanınır oldu Bay Özkök, merak buyurmayın.
Ve konuşma anı: “Başbakan Erdoğan’la Dış Politika Enstitüsü’ndeki konuşmadan sonra sohbet ediyoruz. Sayın Başbakan çok iyi görünüyorsunuz.” Yumuşak bir üslupla konuşmasının “güzel ve etkili” olduğunu belirtiyor Başbakan’a vs.
Yazının finaline doğru ise Bay Özkök’ün Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’ye özenip Erdoğan’ı karşılayan kadınların başörtüsü bağlama biçimlerinden ulaştığı tahliller var: “Erdoğan’ı bekleyen başörtülü kadınların tek tek yüzlerini seyrediyorum. Şunu açıkça görüyorsunuz. Yüzlerindeki o eski ifade değişiyor. Çok daha hayata açıklar. (…) Bir de başlarını bağlama biçimi sanki giderek daha farklılaşıyor gibi geldi. Önlerindeki o siyah bant azalmış. (…) Ama dediğim gibi en önemlisi yüzlerindeki gülen, yumuşamış, kendinden emin ve sempatik ifade…”
Klasik “Beyaz Türk” romantizmi… Bazen Küba’da dipdiri baldırında puro yuvarlayan bir kadının teninde ergenliğini görüp iç çeker, bazen Valerie Trierweiler’in buğulu gözlerinde aşkın ontolojik köklerine balıklama dalar. Rock and Roll da birdir ona Orta Anadolu’nun bozlakları da… Yozgat Blues da gözdesidir bu kabil yaşı kemale ermiş, romantik, liberal gazetecilerin…
Ve kahvaltı faslı… “Kahvaltı salonunda Türkçe hiçbir gazete yoktu. Almanya’da Sabah dışında Erdoğan’ın hoşuna gidecek bir gazete olmadığı için bence yerinde bir karardı.” Kendine gazeteci diyen birinin utançtan yerin dibine girmesi gereken bu cümle tarihin arşivindedir. “Yerinde bir karar”!
Snobizm ile elitizmin sarkacında sinizm tespihi çeker Bay Özkök ve “Alman’ın”, “Fransız’ın”, “Danimarkalı’nın” yazılmayacağı gibi, “Türk’ün” de yazılmaması gerektiğini ya bilmez ya bilir de önemsemez. O önemsemez de yayınevinin editörleri neyi “edit” ederler? Yürüyelim arkadaşlar! Yürüme bandındadır artık Türkçe de… ✪