Joyce’ın Dublin’i, Borges’in Buenos Aires’i, Durrel’in İskenderiye’sine benzer, Cărtărescu’nun Bükreşi’i var mı.
Son on beş yıldır Bükreş’, keşfetmedim, şehri yarattım. Orbitor’daki Bükreş tamamen inşadır. Benim Bükreş’imdir, bugün yaşamak için uygun bir yer değil artık, üç milyon insanla birlikte bir büyükşehir, çok fazla otomobil ve ağır bir kirlilik ve gürültü var. Acımasız kapitalizmin sembolü olmuş durumda, sanayi sermayedarlarının ve dev şirketlerin, nüfusun kalanını sömürmek için birbirinin üzerine çıktığı bir yer. Yaşamak için tehlikeli. Benim yazdığım Bükreş çok farklıydı. Çocukluğumun ve gençliğimin Bükreş’i. Tarafsız konuşursak, şehir o zaman çok daha güzeldi ama benim için çok daha fazla bir şeydi, bir mucizeydi, nereye baksa harikalar gören bir oğlan için. Çocuk bir birarayagetiren, eline geçerse onunla kendi dünyasını kuruyor. Gördüğünüz gibi benim de Bükreş ile bir aşk/nefret ilişkim var: Orbitor’u yazmaya başladığımda aşk asıl güçtü. Son yıllarda şehirden git gide hoşlanmamaya başladım. Bugün Bükreş daha çok yıkıntılar için bir inşa alanı. Bükreş Bask dili gibi, ancak annenden öğrenebilirsin. Burayı anlamak ve hissetmek için burada doğman şart. Daha doğrusu onun tarafından doğurulman ve ona benzemen gerekir. Yoksa Bükreş çok fazla karışık gelecektir, örümcek ağı ya da labirent gibi. Tekinsiz ve tehlikeli olabilir. 19.yy Paris’i gibi Bükreş’in de bir yeraltı yaşamı vardır, gizemle doludur. Fakat Paris’ten farklı olarak, doğuludur, daha çok İstanbul ya da Kahire gibidir, Paris’in Brüksel ya da Viyana ile yakın olması gibi.
Yazmaya sıradan ve gerçekçi bir şey ile başlıyorum, iyi bildiğim bir şey ile, sonra adım adım metnin aklı dümeni ele alıyor. Sıradaki sayfada ne yazacağımı asla bilemiyorum, bir planım yok, nereye gittiğimi bilmiyorum. Oldukça yavaş yazmanın avantajını kullanıyorum: Çünkü el ile yazıyorum, aynı anda düşünmek için oldukça zamanım oluyor. En önemlisi, her ayrı sayfanın kendi yapısı, hikayenin ya karakterlerin ya da ya da daha geniş yapının üzerinde önceliği ele alıyor. Elle yazmak, beyaz sayfa ile aranda yakın bir ilişki doğuruyor, neredeyse bir ayna işlevi görüyor. Yazma işi iyi gittiğinde, önümde nihai metni görür gibi olurum, sadece onu saklayan beyaz sayfayı silmem gerekir.
“Geçmişi, eskilerden bahsederek tasvir edemezsiniz, kendinizle geçmiş arasında var olan o pustan bahsedebilirsiniz.” – Orbitor
Sahip olduğumuz en eski hatıralar, iki, üç ya da dört yaşındakiler, düşlerle benzerlik gösteriyor. Binaları, manzarayı ve insanları hatırlayabiliriz, her zaman gerçek olmaları gerektiğine dair bir his vardır içimizde – yoksa onları böylesine detaylı göremezdik. Aynısı düşlerimiz için de geçerli. belirli rüyalarıma dair güçlü hatıralarım var, öfkeli ve rahatsız edici düşler. Düşleri, hatıraları ve gerçekliği; Möbius Şeridi gibi, birini diğerinden ayırt edemeyecek şekilde düşlüyorum. Tarihsel gerçeklerden uzak durup, hafızamdaki boşlukları fantezilerimle dolduruyorum.
Kelebekler ve peygamberler
Atalarım hem anne hem baba tarafında çiftçilerdi. The Left Wing (Orbitor’un ilk cildi) çoğunlukla Bulgaristan’daki atalarımla ilgili. Bulgaristan’da bir köyün tüm nüfusunun yaşadığı maceraları hayal ettim, donmuş haldeki Tuna Nehri’ni geçmeye zorlanmışlar, Romanya’ya sığınmışlar – köyün mezarlığında meleklerin ve şeytanların birbirine girdiği kıyametbilimsel bir savaşın da yer aldığı garip olaylar sağolsun. Üçüncü cilt ise babamın atalarına odaklanıyor. Hiç var olmamış Polonyalı bir prens yarattım, diyelim ki Romanya’ya yerleşmiş bir Yahudi kadınla aristokrat ilişkisi hakkında. Bu şekilde kendi kafamda kendimi de Polonyalı aristokratlardan gelmiş şekilde kurabildim. Metnin ana motifinde gelecek, insanlar için hiçbir şey, fakat geçmiş her şey demek. İnsanlığı kısmen kör diye niteliyorum. Geçmişi görebiliriz, geleceği değil. Simetri bize geleceği de geçmişi gördüğümüz gibi göreceğimizi sunuyor, tabii ki böyle değil. Kelebekler gibiyiz, ama tek kanadımız var – bu halde hafızamız içinde uçmak durumundayız. Geleceği de hatırlayabilecek olsaydık, peygamberlere dönerdik. Bir şekilde, peygamberler insani özellikler taşırlar, bildiğimiz kadarıyla, İlahiler hepimizin birer peygamber olacağımız, meleklerin dilini konuşacağımız bir dönemin geleceğini söylüyor. Kelebek, çünkü kelebek insanın durumunun dokunaklı bir durumunu yansıtıyor. Antik Yunan, Aklı kelebek kanatları olan bir kadın gibi tasvir etmişti İnsanlara “kelebekler” demişlerdi. Neden? Çünkü kelebek neticede dönüşüme uğrayan bir varlıktır. Larva şeklinde başlar, kendini kozaya kapatır ve neticede kanatlı bir yaratık olarak dirilir. Aynısı bizim için de geçerli: Başlangıçta, gezegende yıldızlı gökyüzünün altında sürünen larvalardık, sonra kendimizi kitledik – birleşme ve gerçek hayatı ele geçirme umuduyla. Bedenimizde en az üç organımız kelebek şeklinde. Omurgayı kesip açarsanız, ufak, gri, güzel kelebekler görürsünüz. Kafatasımızın tam altında kelebek şeklinde bir kemik var, böyle gider. Simetrinin ve ölümsüzlüğün bu sembolü her yerde görülebilir. Kelebek, Orbitor’un kesin simgesidir, bütünüyle temeldir, sadece yapısal anlamda değil- her sayfada ufak, kelebek şekilleri görebilirsiniz.
Herhalde İsa ve Sokrates olmasaydı hiçbir şeyimiz olmazdı
İncil, önemli bir kaynak, romanın zemininde mevcut. Ateist ve sapına kadar komünist bir ailede yetiştim – büyürken kızkardeşimle birlikte kilisenin kapısından adımımızı atmadık. İncil’i okumaya başladığımda otuz yaşımdaydım. İncil’in bütün o genetik soyağaçları, aile meseleleri ve mistik hezeyanlarla olduğu fikri vardı. Kısacası hiçbir fikrim yoktu. Roman gibi okumaya başladım. Roman ile ilgisinin olmadığına sonradan aydım. Yedi yıl her gün okudum. Hiçbir kitabın içine bu kadar girmedim. İşin aslı, Dante, Şekspir ve Dostoyevski gibi yazarların aramızda olmasının nedeni İncil’e dayanıyor sanırım. Bir de Yunanlılara. Herhalde İsa ve Sokrates olmasaydı hiçbir şeyimiz olmazdı. Bir şekilde Kabalacılar da bizim okuyup dünyayı anlamlandırma çabamızın aynısını uyguluyor – temelde, tefsir meselesi, Kabala, işi biraz daha ileri götürüyor. Kafka, uzun ve yorucu bir yolculuğu anlattığı bir metin yazmıştı. Bir noktada, önünde beliren upuzun bir duvar nedeniyle duruyordu. Duvarın kendi alnı olduğunu farkında, kendi düşüncelerinin sınırına gelmiş. Benim sanatçı ve entelektüel arzum, önümdeki duvarı yıkıp geçmek, kafatasımın önünün parçalamak. Kendi karanyumum tarafından engellendiğim gerçeğinden utanıyorum.
Orbitor’daki yeraltı tünellerinin temelinde Ernesto Sabato’nun romanı Abaddón el Exterminado/Kahramanlar ve Mezarlar var. Yer altı ve tünellerle ilgili başka bir muhteşem kitap Thomas Pynchon’un V’si, zamanımızın en önemli romanlarından ve üstümdeki etkisi büyük. Yer altı dünyası neticede edebiyatta sık görülür, Dante’nin Inferno’suna kadar gideriz. Lovecraft’ın dünyasına, okumaya başladığım an yakınlık hissettim. Üzgün, yalnız bir adam neden olduğunu bilmediği halde, yeraltında devasa mağaraların içinde uyanıyor. Yeryüzünde çıkmak için yola koyuluyor ve sonunda dünyamıza bir giriş buluyor. Yakınlardaki bir kulübeden yardım isterken insanların ondan neden kaçtığını anlamıyor, neden sonra bir aynanın yanından geçerken farkına varıyor. Anlatıcının dehşeti. Hikaye beni oldukça etkilemişti.
Orbitor’un üçüncü cildini yazarken öfkeliydim. Romanya’da devrim olduğunda otuz üç yaşındaydım. hayatımın ilk yarısını bir hapishanede geçirmiştim, komünist rejimde yaşananlara dair içimdeki büyük öfkeyle yazdım. ama en büyük öfkem, Romanya’daki devrimin etrafında örülen yalanlara dairdi. TV’lerden yayımlanan ilk devrimdi, birçok açıdan Batı dünyası tarafından yönetilmişti. Ekranlarda gördüğümüz devrim ile sokakta gördüğümüz arasında büyük fark vardı. Popüler isyan kisvesiyle bir darbe sahnelenmişti ve partinin yeni bir versiyonu iktidarı ele almıştı. Büyük bir yalandı, dev bir yalan, tecrübe ettiğim en büyük yalan. Aya inişin sahte olduğunu söyleyenler vardır, Amerikalılar her şeyi TV stüdyosunda kurgulamış falan filan. Bunun gerçek olduğu ortaya çıksa ve aslında Neil Armstrong aya hiç ayak basmamış olsa bile, devrimin yoldan çıkarılmasında hissettiğim kadar ihanete uğramış hissetmem. 1956 yılında Stalin’in ölümünden üç yıl sonra doğmuşum, otuz dört yaşımdayken Çavuşesku öldü, yarısında hapsedildiğim hayatımın intikamını aldım. Benden çalınmış olanı geri aldım, bu nedenle gerçekçi olmayı, güzel bir şey yaratmayı reddediyorum Tersine, Honoré Daumier’in karikatürde yaptığı gibi, insanın şeytanı yanını gösteren sanatçıların geleneğini izliyorum. Üçüncü cildin diğer kitapların dışında durduğunu söyleyenler var. Fakat benim aklıma göre üçüncü cilt, Kötülüğün Çiçekleri, diğer iki kitaptan yetişmiş kötü çiçekler. Ben de, çocukken, komünizme inandım, babam sürekli ondan bahsederdi. Fakat bir yanılgıda yaşadık. Çavuşesku ütopik komünizmin saygıdeğer her öğesini birer birer yok ettikçe, babam dehşet verici biçimde kayboldu, an be an, inandığı her şeyin yalan olduğunu gördü O nedenle üçlemenin en dehşet kısmı da babamın parti kitabını ateşe verip ağlamaya başladığı sahnedir, o noktadan sonra bir insan olarak mahvoldu ve devrim sonrasında da asla düzelmedi. Dört buçuk milyon nüfuslu Romanya’da komünizme inanan Allahın kulu kalmamıştı, Bükreş’teki tüm evlerin aynı anda kızıl kitabı yaktıklarını ve dumanların tüm şehri kapladığını hayal ettim. Hiroşima ya da Sodom ve Gomorra yok edildiğindeki kadar duman vardı.
Möbius şeridi, geometrik olarak uzunca bir şeridin bir ucunu 180 derece bükerek diğer ucu ile birleştirilmesiyle elde edilen şerittir. İlk olarak 1861’de Johann Benedict Listing tarafından tanımlanmıştır. Dört yıl sonra August Ferdinand Möbius, yayınladığı bir çalışmasında tanımını vermiş, şeridin tek yüzlü olmasını yönlendirilememesiyle açıklamıştır. Normal bir şeridin iki yüzü varken Möbius şeridinin sadece bir yüzü vardır. Başka bir ifadeyle Möbius şeridinin üzerindeki bir noktadan hareket etmeye başlandığında bütün alan taranarak aynı noktaya geri dönülür. ✪