Bütün caz tarihi boyunca, Art Tatum ile karşılaştırılabilecek bir virtüöz piyanist hiçbir zaman olmadı. Kusursuz tekniği ve swing’deki yürüyüşü ile olağanüstü özgün buluşunun kombinasyonu rakipsizdir; giderek artan etkisi ise cazın her türünden birçok piyaniste stilistik yenilikler yapma konusunda ilham vermiştir. Çalışmalarının çoğunun temelinde Fats Waller’ın klavyedeki yürüyüş tarzından esinlenen güçlü bir sol el vardı. Tatum buna, Earl Hines’ın en sevdiği armoni türlerini de ekledi; ancak Hines’ın “deşici trompet” tarzı sağ-el oktavları yerine, arkadaşı Teddy Wilson’ınkilerle karşılaştırılabilir, çevik, anlık melodik kalıplar benimsedi.
Ailenin dört çocuğundan ikincisi olan Art Tatum’un 1909’da doğduğu Toledo-Ohio, caz tarihinde figüranlıktan öteye gidememiş şehirlerden biriydi. Detroit ve Cleveland’ın tam ortasında, Erie Gölü’nün güneybatı ucunda, bölgenin gruplarını, özellikle de Detroit’ten gelenleri izlemek için bir toplanma noktasıydı. Toledo, saksafoncu Milton Senior’ınki gibi birkaç grup barındırıyordu ama bunun nedeni trenle, karayoluyla ve su taşımacılığıyla birbirine iyi bağlanmış yollar arasında uygun bir mola yeri olması nedeniyle her türlü caz ortamının yetiştiği bir atmosfere sahip olmasından fazlası değildi.
Tamirci olarak çalışan babası ve annesi Mildred, yerel Presbiteryen kilisesinin kurucu üyeleriydi. Her ikisinin de müzisyen olduğu öne sürülmüş olsa da, Tatum’un biyografisini yazan James Lester bile bunun gerçekliğine dair hiçbir kanıta ulaşamamış ve Tatum’un müzik aşkının kilise aracılığıyla başladığına kanaat getirmiştir. Bunun yanında Tatum sporla da aşk yaşıyor, ancak bir gözündeki ağır ve diğerindeki kademeli görüş azlığı hem müzikal hem de sportif heveslerini engelliyordu. Zaten katarakt ile doğmuş olan Tatum, görme duyusuna daha da fazla zarar veren bir kızamık atağından da etkilendi.
Çocukluğu boyunca geçirdiği çok sayıda ameliyatın sağladığı sınırlı iyileşmeler, bir soyguncu tarafından gözlerinde açılan yaralarla ergenliğinin sonlarında elinden bütünüyle alındı. Görme problemlerine rağmen, Tatum hayatının erken dönemlerinde hevesli ve başarılı bir piyanist oldu ve kısa süren kemancılık kariyerini çabucak terk etti. Bazı dersler de almıştı ancak öğrendiklerinin çoğu, çevresinde duyduğu müziğin tam spektrumunu dinlemekten, klasiklerden müzikal tiyatroya, marşlardan ve gürültülerden piyano cazının erken dönemlerine kadar uzanan yelpazedeki kayıt ve radyo yayınlarından geliyordu. Çağdaşlarının çoğu gibi Tatum da, çalmayı bir otomatik piyanonun [piano rolls] kendi kendine basılan tuşlarının yürüyüşlerini taklit ederek öğrendi. Kısa süre içinde şehirde bir yerlerde, arkadaşlarının evlerinde ve YMCA’de [Young Men’s Christian Association / Genç Hristiyan Erkekler Birliği] çalmaya başlamıştı.
Bir düzine ya da daha fazla küçük kulüp ve performansını sunabileceği pek çok sosyal cemaat bulmakta güçlük çekmeyen Tatum için, müzisyen olarak geçimini sağlamaya başladığında iş boldu. Neredeyse kariyerinin en başından başlayarak, olağanüstü bir yetenek ortaya koymuştur. Ergenlik çağının sonlarındayken onun çalışını duyan misafir müzisyenler yeteneklerine hayran kaldılar. Rex Stewart’ın anılarından, Fletcher Henderson ve grubunun 1920’lerin ortalarında genç adamı dinlemeye gittiği biliniyor, ki anlatılana göre Tatum çalmayı bitirdikten sonra Henderson gibi tanınmış bir profesyonel bile tanık olmaya hazır olmadığı bir şeyle karşılaşmıştı. Tatum’un piyanodaki performansı, rekabet edilemeyecek kadar parlak ve orijinaldi. Yine de kendini, New York’a gitmesi ve tanınmış piyano ustalarına karşı “elini” göstermesi yolunda çağdaşlarının çoğundan gelen cesaretlendirmeleri kabul etmeye hazır hissetmiyordu. Duke Ellington’ın dokunaklı iltifatı bile bunu sağlamada başarılı olmadı.
Bununla birlikte, 20’li yaşlarına girdiğinde, Toledo’dan gelen bu olağanüstü yetenekli piyanistin, bir başka genç piyanist Teddy Wilson tarafından kendisinin Milton Senior’s Band’deki yerini alması için önerildiğine dair söylenti caz ortamlarında dolaşmaya başladı. Bu söylenti Tatum’ı yerel bir radyo istasyonu olan WSPD’de günlük bir yayında çalmaya, Blue Network aracılığıyla isminin halk arasında yaygınlaşmasına götürdü.
Radyo Tatum için ideal bir ortamdı. Bununla birlikte, radyoyu sanatını icra etmenin yanında espri yapmak ve şarkı söylemek için de çok boyutlu bir eğlendirici olarak kullanmasıyla ünlü Fats Waller’ın tersine, Tatum, kariyerinin geri kalanında bir gruba bağlı kalmış olmaktan ziyade yalnız bir solist olarak, yani her zaman en iyi olduğunu düşündüğü alanda, solo becerilerini giderek daha da geliştirmeye fırsat buldu.
Bu uzmanlığı sayesinde, solo piyano çalmanın sınırlarını Fats Waller ve James P. Johnson gibi grup liderliği yapan çağdaşlarından daha yetkin biçimde zorlamıştır. Yapmayı başardığı şey, çaldığı parçaların çoğunun her ölçüsüne akor geçişi olarak bilinen karmaşık ek armoniler getirmekti. Bunları, klasik gelenekten ödünç alınan süs ve zenginliklerle birleştirdi ve melodinin bozulmadan kaldığı bir bravura tarzına dönüştürdü.
Yine de, Tatum bir solist olarak değil, şarkıcı Adelaide Hall’un eşlikçisi olarak yola çıktı ve 1932’de onunla ilk kayıtlarını yapacağı New York’a gitti. Hall, dört elle düet yapan iki piyaniste eşlik etti ve bu da ona bir orkestra derinliği kazandırdı. Diğerlerinden biri, seçkin bir piyanist olan Joe Turner’dı. Turner daha sonraları hayranlıkla, Tatum’un onu George Gershwin’in Liza şarkısının piyano aranjmanını çalmaya nasıl ikna ettiğini ve Tatum’un neredeyse anlık olarak ve inanılmaz müzikal hafızasını sergileyerek notaları kusursuz bir şekilde akıttığını hatırlayacaktı.
Turner, Art Tatum’dan etkilenen tek New York piyanisti değildi. Çok geçmeden, Hall ile konser anlaşmalarına ek olarak, Tatum 1930’ların gece kulüplerinde, piyanistlerin birbirlerine meydan okumak için bir araya geldikleri partilerin demirbaşlarından biri haline geldi. Kısa süre içinde James P. Johnson, Willie “The Lion” Smith ve Fats Waller üzerinde derin bir etki bırakmıştı. Fats’te ruh eşini bulmuş gibiydi; muazzam boyuttaki alkol iştahının yanı sıra yaşam ve piyano zevklerini paylaşıyorlardı. 1930’ların ortalarında, Bessie Smith ve Mary Lou Williams kılığına girip Hollywood seyircisine fazlasıyla frapan drag act performansları sergileyen iki kilolu piyanistin isyankâr dışavurumları… Tarzları çok farklı olsa da, iki erkek arasında büyük bir karşılıklı saygı vardı. Tatum dinleyicilerine Fats’in müziğinin “kendisinin kökeni” olduğunu söylerken; Fats bir keresinde 52. Cadde’deki New York Yat Kulübü’nde çalarken Tatum’un seyircilerin arasında olduğunu fark etti ve ciddi bir şekilde şunları söyledi: “Ben sadece piyano çalıyorum, ama bu gece, Tanrı aramızda.”
Yine de ilişkilerinin olumsuz bir tarafı da vardı. Fats’in fiziksel çöküşünün tohumlarının high living yaşam tarzı tarafından ekilmekte olması gibi, Tatum da diyabetin erken uyarı semptomlarını gösterdi, ancak onları görmezden geldi, hatta içmeye ve tüm gece ayakta kalmaya devam etti… bu da sonunda etkisini gösterdi. Waller gibi Tatum’un da karmaşık bir özel hayatı vardı. Oğlu Orlando, 1932’de Toledo’lu bir kız arkadaşından dünyaya geldi, ancak baba ve oğul uzak kaldılar. 1930’ların ortalarında Tatum, daha sonra 1938’de ona kısa Londra turnesinde eşlik edecek Ruby Arnold ile evlendi.
Tatum, New York’a ve 52. Cadde’nin küçük kulüplerine geri döndü ve orada zamanın ünlü gruplarının çoğu için solo piyanistlik yaptı. Ayrıca 1933 ve 1940 yılları arasında 50’den fazla solo piyano plağı kaydetti ve Massenet’in Eiegie’si gibi hafif klasiklerin caz yorumlarıyla birlikte Tiger Rag gibi parçalardaki ustalığını ortaya koydu. 1937 ve 1941’de az sayıda grup kaydı yaptı, ancak genellikle 1943’te Nat King Cole’un tarzına benzer bir trio’da çalma fikrine kapıldı: piyano, gitar ve bas. İki telli çalgı, temel ritim ve akorların temelini oluşturdu ve Tatum’a çevrelerinde doğaçlama yapması için serbest bir dayanak verdi. 1944-1946 yılları arasında uzun süre 52. Cadde’deki Downbeat Club’da çalan trio, Coleman Hawkins ve Billie Holiday ile birlikte sokağın en büyük cazibe merkezlerinden biriydi. Truck Parham ve gitarist Al Casey (Waller ile çalışmıştı), Tatum’un akor ustalığını ve etkileyici derecede hızlı temposunu çok zor buldu; ancak, gitarda Tiny Grimes veya Everett Barksdale ve bas gitarda Slam Stewart ile trio, izleyen 10 yıl boyunca aralıklı ve düzenli olarak var olma imkânı buldu.
1940’ların ortalarında modern caz ortamının kızışmasıyla birlikte Tatum rutininde ince bir değişiklik yaptı. 1944’te New York’un 52. Caddesi’ndeki gece kulüplerinde veya diğer büyük şehirlerdeki muadillerinde çalmak yerine Metropolitan Opera Binası’nda konser verdi. Daha sonra 1946-47 yıllarında kendisini ABD’deki birçok büyük salona götüren bir dizi solo resital verdi. Swing veya daha eski caz tarzlarının diğer birçok aktörünün zor iş bulduğu bir dönemde, Tatum’un konser sahnesine taşınması onun virtüöz tekniğini izleyen yeni bir izleyici kitlesi yarattı. Daha sonra Norman Granz’in ilk Jazz at the Philarmonic turnesinde ve girişimci Norman Gene’in West Coast konserlerinde çaldı.
Ülkenin dört bir yanındaki konser salonlarında boy göstermesine rağmen Tatum, 1940’ların sonlarında dinleyici anketlerinde hiçbir zaman yüksek bir yer bulmadı. Büyük popülaritesi daha erken dönemde kalmıştı ve swing repertuarına büyük ölçüde sadık kalıyordu. Bud Powell gibi beboppçıları küçümsüyor olsa da, özellikle Powell’ın, mümkün olduğunu Tatum’a kanıtlamak için bütün parçayı sadece sol eliyle çok hızlı bir şekilde çaldığını gördükten sonra “yeni cazcıların” teknik hünerlerine saygı duydu. Bütün cesaretine rağmen Powell, Tatum’a hayranlık duyuyordu ve kendi hızlı akışları ve reflektif baladlarında Tatum’un tarzının çoğunu benimsedi.
Tatum, özellikle 1955’in sonlarından itibaren artan miktarda zaman geçirdiği ve ikinci karısı Geraldine Williamson ile yaşadığı Los Angeles’ta gelecek vaat eden piyanistleri duyabileceği ve onlarla rekabet edebileceği gece kulüplerine gitmekten vazgeçmedi. Yine de, bir sanatçı olarak kendi zirvesine ulaşmıştı ve tarzı 1950’lere geçerken de ciddi olarak değişmedi. Neyse ki Norman Granz, Tatum’un olgun tarzını kayıt altına alıp korumaya karar verdi. 1953’ün sonlarından başlayarak, Pablo markası altında 120’den fazla solo ve onun doğal tarzını nadiren engelleyen gayrı resmi gruplarla da benzer şekilde kapsamlı bir Tatum dizisi kaydetti. Dizi, Tatum’un hem solo hem de triosuyla birlikte daha fazla konser verme planı olduğu için 1956’da sona erdi.
Ne yazık ki, muhteşem bir Hollywood Bowl konserinin ardından bu iyi gidiş, tersine döndü. Çok az uyku ve çok fazla alkole dayanan yaşam tarzı, vücuduna onarılamaz bir şekilde zarar vermişti; kronik böbrek hastalığı yüzünden kan zehirlenmesine yakalandı. 47. yaş gününü izleyen ay içinde öldü. Bu kadar yetenekli biri için trajik derecede erken bir ölüm.
Kısa hayatında solo caz piyano sanatını önemli ölçüde ilerletmişti. Mirası Oscar Peterson tarafından ana akım caz tarzına ve Bud Powell tarafından modern caza taşındı. Bazı eleştirmenler Tatum’un tarzının aşırı dekoratif ve kuvvetten yoksun olduğunu düşünüyorlardı. Daha sonra Oscar Peterson’a da yöneltilen eleştiriler… Ama müzisyenlerin kendilerinin hiç şüphesi yoktu: Norman Granz muazzam kayıt serisini “The Genius of Art Tatum” [Art Tatum Dehası] olarak adlandırdığında, haklıydı.
[Jazz Makers – Vanguards of Sound; Alyn Shipton; Oxford University Press, 2002; çev. Ozan K. Dil]
✪