Portekiz Yazarlar Birliği Kurmaca Büyük Ödülü’nü kazanmış Lanetlilerin Oyunu1 romandan öte, Antunes’in Komünist korkusundan feleğini şaşırmış ailenin suratına tükürmesi.
Ölmek üzere olan patriği Diogo’nun mirasına el koymaya çalışan ve tehlikeli bir komünist işgal olacağına inandıkları “şey”den önce ülkeden kaçmaya çalışan burjuva bir ailenin üyeleri 1970 ‘lerin ortalarında geçen Portekiz portresinin alaya alınması. Hikaye, Diogo’nun onu bunu çarptığı yatırımlarla dolu kariyerinden sonra kalan parayı elde etmeyi planlayan Diogo’nun açgözlü damadı Rodrigo’ya odaklanıyor gözükse de, birçok anlatıcı sırayı alıyor, Antunes’te sıklıkla görüldüğü üzere bir dehşet korosu oluşturuyor.
Diogo’nun üç çocuğu – Leonor, Rodrigo’nun yıllarca kendisiyle evli kalan küskün karısı, Francisco ve Ana’nın isimsiz annesiyle evli olan kendi halinde bir adam Goncalo ve kızı (Rodrigo tarafından) “kuzen” olarak anılan zihinsel engelli bir kadın da para için didişiyorlar.
Hikaye hemen her karakterin perspektifinden anlatılıyor ve Antunes’in anlatıcıları göz kamaştıran detayların saldırdığı karmaşada sağ kalmaya, çöküşten kaçmaya kurtulmaya ve umursamamaya çalışıyor. Bir doktor ve bir noter, Rodrigo’nun ensest ilişkileriyle öfke uyandıran ailenin yozlaşmış halinden dehşete düşmüş iki yabancıdır. Kitaptaki 10 anlatıcıdan Ana’nın insanı yoran kocası Nunu’nun sesi, kitabın üçte birlik ana gövdesini oluşturduğundan öyle ilerleyecek sanılırken, diğer sesler arka arkaya sahne almaya başlıyor.
Şenlikteki beş gün boyunca ilerleyen hikaye, anlatıcıları hatıraları, hayalleri, kabusları ve gerçekliği arasında kapkara bir ironiye bulanmış bir şekilde fantazmagorik itiraflara dönüşüyor. Portekiz’deki diktatörlüğün ve ailenin diktatörünün ölümündeki açık sembolizm, bu “mükemmel” Portekiz irfanı ailenin suçları ve çöküşünün hikayesi ülkenin siyasi bağlamını ona hiç değinmeden yansıtmayı başarıyor.
Antonio Lobo Antunes: Bilinçaltının karanlığına doğru
Ne zaman biri benim kitabımı okuduğunu söylese bu hatalı söylem beni hayal kırıklığına uğratıyor. Sorun şu ki kitaplarım okumaktan anladığımız şekilde okunmamalı: bana göre yazdığım romanlara yaklaşmanın tek yolu, onlara yakalanmak, bir hastalığa yakalanmak gibi.
Şiir, imge ya da başka bir şey olarak ele alınırsa anlaşılır. Kişi kendi becerisinden, hepimizin sahip olduğu, hayatı, bizimkileri ve diğerlerini açmak için sahip olduğu anahtardan vazgeçmeli ve sadece metnin sağladığı aracı kullanmalıdır. Aksi takdirde, sözcüklerin yalnızca samimi duyguların işaretleri gibi kalır ve karakterler, durumlar ve olay örgüsü, metnin ruhunun derin arka planına bir yol açmak için kullandığım yüzeysel bahaneler olacağından, asla anlaşılmaz bir hale gelecektir.
Yola çıktığımız macera, anlatıcının ve okurun birlikte üstleneceği, bilinçaltının karanlığına, insan doğasının köklerine doğru ilerleyecek. Bunun farkına varmayanlar kitapların sadece bir kısmının ve daha az önemli unsurlarının farkında olacak: ülke, kadın – erkek ilişkisi, kimlik meselesi ve bunun arayışı, Afrika ve sömürgecinin vahşiliği vesaire vesaire …, siyasi, sosyal veya antropolojik açıdan belki de çok önemli olan, ancak çalışmamla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan temalar.
Amacım romanın sanatını dönüştürmek, olay örgüsü en önemsiz detay bana göre, kullandığım bir araç sadece, önemli olan bu sanatı dönüştürmek ve bunu yapmanın binlerce yolu var, ancak herkes kendi yolunu bulmak zorunda.
Ses ve Öfke [Faulkner], büyük bir şiir gibi, yeniden keşfetme duygusuyla yeniden okunabilen bir roman olma özelliğine sahip: her adımda, fark edilmeyen ayrıntılara saplanırız, her sayfadan etkilendiğimizi hissederiz. Bu kitaba otuzdan fazla kez döndüm ve kesinlikle aynı heyecan ve şevkle bunu yapmaya devam edeceğim sanırım. ✪