İşçi sınıfının gürültüsü

Heavy metal ve emek kültürünün keskin kesişimi.

Heavy metal, bir tür müzik formu olmasının yanı sıra öfkenin, kaybın, aidiyet arayışının sesi. Özellikle 1970’lerde İngiltere’nin sanayi kentlerinde doğan tür, işçi sınıfı gençliğinin bastırılmış duygularını yankılarken; zamanla bir altkültürden fazlası haline geldi. Jacobin dergisinde 2025 Temmuz’unda yayımlanan makale, Ozzy Osbourne’un ölümü vesilesiyle, metalin bu sınıfsal köklerine ışık tutuyordu. Bu yazıda, hem İngiltere’de hem de Türkiye’de heavy metalin işçi sınıfı ile olan bağını, tarihsel dönemeçlerini ve günümüzdeki yansımalarını basitçe ele alacağız. Bu yazı, akademik değil—biz burada metalciyiz; endüstriyel nostalji kasmayacağız, bildiğimiz yerden konuşacağız

Black Sabbath, Judas Priest? Bir tesadüf değil. O zamanki Birmingham, sanayinin döktüğü pasla akarı değişen bir şehir; Ozzy’nin babası metal işçisi, Tony Iommi parmaklarını fabrika makinesine kurban veriyor—ve sonra “bu parmaklar başka solo çalar” diyor, tonunu dönüştürüyor, bütün türün rengini koyuyor. Heavy metal, metal işçisinin sesiydi; sesi fabrika humbarası, öfkesi arızalı pres gibi. Müzik, fabrikaların çıkardığı sesleri yankılıyor; endüstriyel hırçınlığı sanatsal bir dil haline getiriyordu.

Söz konusu dönemdeki yüksek işsizlik, gençliğin umutsuzluğu ve sosyal devletin mezara gömüldüğü İngiltere, metalin hem sesini hem sözlerini şekillendirdi. O hissiyat “War Pigs” dinlerken kemiklere işliyor ya da “Children of the Grave”i patlatırken duyuluyor; savaş karşıtlığından öte, asıl işçi öfkesi bu—metal, eğlenceden çok kaçak elektrikten çekilmiş ruhsal bir sığınaktı.

Heavy metal, genellikle dışlanan, ötekileştirilen gençlerin sesi oldu. Estetiğiyle, yüksek volümüyle, isyan temalarıyla ana akıma karşı bir “direniş altkültürü” olarak konumlandı. Daha doğrusu estetik? Yoktu. Metal konserleri gizli taarruz, kasetler fanzin arası değiş-tokuştu. Bu, sadece müziğin içeriğinde değil, konser alanlarının örgütlenmesinde, underground plak şirketlerinin varlığında da görünür hale geldi.

Sadece İngiltere değil; Brezilya’dan Amerika’ya, Almanya’dan Türkiye’ye metalin işçi sınıfı damarı hissedildi. Metal’in gerçek alameti: sadece tüketen değil, üreten işçi gençliği—kendi kültürünü yontan yegane az sayıdaki sahnelerden. Yalnızca çalmak değil, bütün kolektifin sesi olmak.

Türkiye’de kısaca heavy metal: Darbeyle sessileştirilenlerin gürültüsü

Türkiye’de modern anlamda heavy metal, 1980’lerin ortalarında belirmeye başladı. Askeri darbenin ardından gençlik kültürleri bastırılmış, siyasi örgütlenmeler dağılmıştı. Bu ortamda, anarşizan ve bireysel isyanları dillendiren metal müziği, İstanbul gibi büyük şehirlerin kenar mahallelerinde yankı buldu.

Pentagram (nam-ı diğer yurt dışında Mezarkabul), Türkiye’deki metal sahnesinin en bilinen grubu oldu. Grubun 1987’de kurulduğu dönem, işsizlik, enflasyon ve sosyal parçalanmanın yaşandığı yıllardı. Doğu motifleriyle harman, yerli ama evrensel bir isyan sesi; şarkılarda savaş, çürüme, tarih, mahalle gerginliği.

Türkiye’de bi’ dönem metal müzik denildi mi, sadece “beyaz yakalı” bıçkınlar, bıkkınlar veya liseden yeni çıkmış, üniversiteye azıcık bulaşmış çocuklar akla gelirdi. Ama öyle kalmadı. 90’ların ortasıyla, Bakırköy’den Kadıköy’e, Akmar’ın alt katından Ankara’ya dek “alternatif” gençler sahneyi sardı. Akmar Pasajı—Hammer’dan Bakırköy’e, Zihni’ye, Gtianes’dan Atlas Pasajı’na, Abdullah Sokak’tan Mis Sokak’a fanzin & kaset alışverişinin, yamaların, kolyelerin kabesi oldu. Her biri kendi altkültürü, kendi isyancısını yetiştirdi. Ancak 1990’ların ortasından itibaren Bakırköy, Kadıköy ve Ankara gibi bölgelerde alt sınıf gençliğin de katıldığı bir sahne oluştu. Özellikle Kadıköy’de Akmar Pasajın kültürün kolektifleşmesine olanak tanıdı.

Doksanlarda, Radical Noise (hardcore-punk), Soul Sacrifice (death metal), Murder KingBlack ToothCatafalqueAsafatedUÇK Grind gibi onlarca grup diğer şehirlerde (“Ankara la!” diyenler) yükseldi. Fanzinler Konya, Eskişehir, Bursa, Antalya, İzmir gibi şehirlerde punk ve metalin, “taşrada da varız ulan” dedirten sesi oldu.

2010’larda Kadıköy, gençlerin ana istasyonu. Barlar bir yandan ticarileşip zincirleşti (Dorock X v.b.), orijinal punk/metal ruhunu arayanlar ise hâlâ Kadıköy sokaklarından çıkıyor. 2010 sonrası, deprem, ekonomik kriz, sansür: hepsinin karşısında yine metal ve rock türevleri var, Deprem Dayanışma Konserleri ve Bağımsız Festivaller (ör: Bandista ve Boikot konseri, omuz omuza mosh-pit, Ankara’da IF Performance anları). Dijital çağda da yeraltı gruplar Bandcamp’ten yayın yapıp global yeraltı network’üyle iletişim kuruyor. Geçmişin o Kemancı, Caravan, Gitanes ve Woodstock bar geceleri, bugünkü Dorock XL, Karga, IF Performance Hall, Noxus’da devam ediyor belki. Herkes bir dönem clubber olduysa da, metalci (fanzin okuyan, kaset değişen, yama diken, öfkesini scam’a değil, müziğe akıtan) sahneden hiç çekilmedi. Yani o eski “sınıfsal-kültürel” enerji, Karga yolunda pusetini sallayan metalci baba-abla kuşağında da, Youtube’dan eski “Deathroom” konserini VHS rip izleyen yeni nesilde de var denebilir.

Neoliberalizm ve metalin kırılması

Ancak Türkiye’de kültürel alanlar üzerindeki baskı ve sansür, bu sahnenin genişlemesini engelledi. Metal konserleri zaman zaman iptal edildi, zaman zaman konser kapılarında faşistlerle sokak kavgaları yaşandı (Sodom Bostancı konseri), müzisyenler veya dinleyiciler gözaltına alındı. 1990’larda İstanbul’daki konser salonları ve barlar, metalciler için bir tür sığınaktı — bir bakıma Türkiye’nin “Birmingham”ı Beyoğlu-Bakırköy-Kadıköy-Ortaköy hattı olmuştu.

1979 sonrası Thatcher İngiltere’sinde olduğu gibi, Türkiye’de de 2000’li yıllarda uygulanan neoliberal politikalar, sınıfsal kültürü bastırdı. Sanayi kentlerinde fabrikalar kapandı, alternatif kültür mekanları azalmaya başladı, kolektif emek hafızası geriledi. Metal sahnesi de bu gerilemeden payını aldı. 2000’lerde taze neoliberalizm: fher yer her sokak AVM’ye dönmüş. Kolektif emek hafızası nostalji. Bi’ zamanlar işten-okuldan çıkıp çalınan gitar şimdi ev stüdyosunun ucuzluğunda, “bedensiz” bir üretim klostrofobisinde. Spotify’a gömülü projeler, konser salonlarının kapanması ve “kentsel dönüşüm” gibi süreçlerle görünürde rock bar olan yerlerin çoğalıp tarihsel Caravan, DoRock, Rasputin gibi mekanların slinmesi metal kültürünü geriletti. Konserler, festivallerin lüks bir etkinliğe dönüştüğü bir bağlamda gençler için ulaşılması güç hale geldi.

Bugün metal, hâlâ protest bir damar taşıyor ancak sınıfsal temsil açısından farklılaşmış durumda. Yeni kuşaktan sanatçılar, pop-rock ile metal arasında bir köprü kurarken, 2010’larda Siyanür, Sülfür Ensemble, Black Tooth, Gaddar gibi gruplar hâlâ yeraltı sahnesinde sınıfsal temaları işliyor. Dünyada da sanatsal üretim olanakları, özel okul ve sınıfsal sermaye ile ilişkilendiği için, “fakir ama yaratıcı” formül giderek silikleşiyor gibi. Jacobin’de belirtilen üzere, “Bugün müzik sahnesine hâkim olanlar, bir zamanlar Ozzy’nin asla giremeyeceği yerlerde yetişmiş insanlar.” Yine de dünyanın birçok yerinde, özellikle Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkelerinde metal, hâlâ işçi sınıfının sesi olmayı sürdürüyor. Türkiye’de de deprem sonrası bölgelerde yapılan dayanışma konserlerinde metal gruplarının sahne alması, bu dayanışmacı ruhun süregeldiğini gösteriyor.

Heavy metal, bir dönem fabrika bacalarından yükselen dumanla aynı renkteydi. İşçi sınıfı gençliği, dünyaya anlatacak hikâyesini yüksek volümle, bozuk akorlarla ve karanlık sahnelerle anlattı. Bugün bu hikâye bastırılıyor olabilir, ama yok olmuyor. Çünkü sınıfsal adaletsizlikler hâlâ sürüyor, ekonomik krizler, savaşlar, yoksulluklar müziği beslemeye devam ediyor.

Hem dünyada hem Türkiye’de metal kültürünün özgün sesi, bastırılmış öfkenin sanatsal formu bize kalırsa. Fabrikaların yerini alışveriş merkezleri almış olabilir, ama birilerinin içindeki çığlık hâlâ aynı: boğuk, isyankar ve haykırmaya/böğürmeye hazır. ✪