Yabancılık ve yazmanın canavarca doğası: Hernan Diaz ile Uzakta üzerine

Hernan Diaz’ın In the Distance adlı romanının Harun Can tarafından yapılan Türkçe çevirisi Uzakta, İthaki Yayınları tarafından 2019 yılında basılmıştı. Håkan Söderström’ün abisinden ayrıldıktan sonra bilinmezlik dolu Amerikan Batısı boyunca hayatta kalma ve kardeşini bulma arayışını anlatıyor. Söz kendisinde.

"Yazmak gerçekten canavarca bir şey; metni, bir tür canavara, bir yaratığa dönüştürüyorsunuz."

Western’in edebiyattaki marjinalliği

In the Distance/Uzakta bir Western; türün ana temalarını—Manifest Destiny’den başlayarak—alıp tersine çeviriyor. Olayların büyük bölümü İç Savaş’tan öncesine dayanıyor, oysa çoğu Western iç savaştan sonradır. Ancak kitabın sonunda kahraman çitleri görüyor. Çit yoksa, inek de yok; o zaman kovboy da yok. Bir anlamda, Batı’nın öncesi diyebileceğimiz bir dünyada geçiyor. Sonunda tarih yetişiyor: Demiryolunu, telgraf hattını, Amerikan yerlilerinin katliamını ve bazı İç Savaş askerlerini görüyor.

Yazmaya başlamadan önce onlarca Western izledim, hoşuma giden ifadeler topladım ama hiçbiri kitaba girmedi. İlk bölümün ilk taslağında fark ettim ki bunlar kulağa sahte geliyor. Ve hala düzeltme aşamasında birçok şeyi siliyordum. Etnografiden kaçınmak için elimden geleni yaptım. Batı patois’ini kullanmanın tek yolu David Markson’ın The Ballad of Dingus Magee’de yaptığı hiperbolik, parodik, absürt yol. Ama ben genel olarak sözlü aktarım işlerini sevmiyorum, Adam Bede ve Sons and Lovers gibi kitaplara yenildim diyebilirim. Mark Twain bunun az sayıdaki istisnasından biri oldu.

Fikir yirmi yaşında. Ama yazma süreci yaklaşık altı yıl sürdü. Çekirdeği hep bir çöl anlatısıydı. ‘Yabancılık’ kavramı, hiçbir bağlamın olmadığı bir yerde ne anlama gelir diye merak ettim. Bu koşullarda bir insan başka bir şey olamaz mı? Bunlar beni çeviriye ve türe dair düşündürdü. Western’i tek başına almak, türleri birbirine çevirmek istedim. Örneğin, çöl sahnelerini yazarken, Mars gezegenini düşündüm; eski bilim kurguda, hakkında çok az şey bildiğimiz bir gezegendi. Yazarların hepsi Mars’ın neye benzediği konusunda hemfikirdi: macera dolu kırmızı bir dünya, bir çöl. Ben o ‘Mars gezegeniyle’, coğrafi koşulların kendisinden çok Batı’nın hikayelere girişteki beklenti setiyle ilgilendim.

Çok bilinçli bir şekilde araba kiralayıp, çöle gitmekten, kahramanın yaşadıklarını deneyimlemekten veya manzarayı ilk elden görmekten kaçındım. Ama ‘araştırma’ kelimesinin edebiyata dair anlamıyla ilgili bir tirada girmek istemiyorum. Araştırma, bilimsel bir protokolü ve yöntemi varsayar, bu da bence edebiyata pek uymaz. Aynı zamanda bir hipoteziniz olduğunu muştular. Bu anlayışı çok benimsemiyorum. ‘Araştırma’ konusundaki ısrar, birçok kişinin edebiyat ile gerçek arasındaki ilişki konusunda gereksiz bir kaygısını ele veriyor—edebiyatı bilime tabi kılmadan bu ilişkiyi anlayabiliriz. Western türünün gerçekliğinden çok, sahip olduğu klişelerle ilgilendim. Coğrafi yanlışlık da türün doğasında var. Hiç kimse doğrulukla ilgilenmiyor; insanların istediği şey Batı’ya dair bir şeyler olması.

Silahların yaygınlığı, özellikle de tabancalar beni gerçekten rahatsız etti. Bir noktada hikayede mutlaka bir silah yer almalıydı. Bunu tiksinç, korkunç ve üzücü buldum. O yüzden gemideki sahneyi mermi sıkmadan nasıl çözebilirim diye düşündüm. Ancak roman ilerledikçe, türün kodları çerçevesinde hikayenin işlemesi için bir şiddet eyleminin mutlaka yaşanması gerektiğini anladım. Nihayet yaşanınca kahraman paramparça oldu, ezildi, mahvoldu. ‘Suçlu’ demek amaçladığım şey için fazla hafif kalır.

Western’in Amerikan edebiyatının merkezinde olmasını bekleriz, çünkü ideolojik açıdan mükemmel bir araç. Bireyciliğin zirvesi, ulusun doğuşunun ideolojik anlatısı, soykırımı romantize ediyor. Fakat çoğu insan Cormac McCarthy ya da Larry McMurtry’den önce bir Western yazarı ismi saymakta zorlanır. Western, sinema tarafından öyle bir gölgede bırakıldı ki ilginç bir durum. Polisiye ya da bilim kurgu gibi türler edebiyatı etkilerken, Western potansiyelini ya da vaadini gerçekleştiremedi.

Yabancılık, beden ve adsızlık

Romanı iten güç yabancılık; izolasyon, dilin bozulmasıyla birlikte büyütülüyor. Ayrıca kahramanın bedeni onu çok ayırt edici kılıyor, onu garip, farklı biri olarak tanımlıyor. Buna şahsen çok önem veriyorum. İsveç’te ırkçılığı bizzat yaşadım. Burada ise kimse ilk ismimi düzgün telaffuz edemiyor, ki bu da kitapta tekrar eden bir motif.

Yalnızlık ve yönünü kaybetme hissi, anlatının abstrakt bir dokusu. Sonradan bu radikal yalnızlığın Amerikan rüyasının belli bir versiyonu için de aslî olduğunu fark ettim; tarihi neredeyse yeniden başlatan bir Adem figürünü andıran kahramanın tasviri. Bireycilik, bence bunun ortak noktası: Her metinde neredeyse sisli, oluşmamış bir duygusal dokudan yola çıkıyorum. Ama bireycilik özellikle Amerikan kültüründe yüceltilen bir şey; roman bunu eleştiriyor ve umarım yapıcı biçimde altını boşaltıyor.

Kahramanın bedeni onu etrafındaki dünyaya yabancılaştırıyor; dil engeli ise bu yabancılığı daha da derinleştiriyor. Hikayede, Amerikan Batısı’nın büyük, açık coğrafyası ile kahramanın içsel sıkışmışlığı arasında bir sürtüşme yaratmak istedim. Neredeyse klostrofobik bir tecrübe ile, dış mekânın sonsuzluğunun arasında gidip geliyoruz. Yabancılık—hem bedende hem dilde, hem mekânda—aşırı yoğun bir yalnızlık duygusuna dönüşüyor.

Size romanımda hiçbir otobiyografik öge olmadığını söyleyebilirdim. Örneğin, ailem tarafından terk edilmedim. Ama kendim için, gizli saklı ve çok özel bir şekilde aslında otobiyografik. Üç farklı ülkede, üç farklı dilde yaşadığım deneyimlerle ilgili. Köksüzlükle alakalı. Başlık da bunu açıkça ifade ediyor—her şey görünürlüğün kenarında gerçekleşiyor. Bu belki başkaları için de geçerli dolayısıyla kitaba kendi yaşantım da girdi.

İsveç’te büyüdüm, dünyada İsveççe konuşuyordum; sonra ailem yeniden Arjantin’e taşındı, ben dokuz yaşındaydım. Buenos Aires Üniversitesi’nde edebiyat okudum, yirmili yaşlarımda Londra’ya gittim, King’s College’da yüksek lisans yaptım, sonra New York’a taşındım; burada 20 yılı aşkın süredir yaşıyorum. Yani bir göçmenin ve çok dilli birinin deneyimi bende derin bir iz bıraktı. Bir yere ait olmamak duygusu, köksüzlük, romanlarımın yapı ruhuna işlemiş diyebilirim.

Yazmak gerçekten canavarca bir şey; metni, bir tür canavara, bir yaratığa dönüştürüyorsunuz. Bu süreçte hem gerçekliği dönüştürme hem de çarpıtma imkânınız var. Eserler, tıpkı Frankenstein’ın canavarı gibi, başıboş ve öngörülemez bir hayata kavuşuyor; yazarken, doğrudan hem korkutucu hem heyecan verici bir yaratı sürecinin içinde oluyorsunuz. Bazen metnin kendi doğası size karşı geliyor, hem sahip olduğunuz hem de sizi aşan bir canlıya dönüşüyor. ✪