“Siyasal İslam’ın iflası,
eksiğiyle fazlasıyla
İslam’ın sekülarizasyonundan başka bir şey değildir.”
Olivier Roy, Siyasal İslam’ın İflası
Radikal İslam’ın diğer politik İslam prototiplerine göre modern unsurları bünyesinde sindirebilmiş olması, İslam’ın Batı ile yaşadığı krize karşı çözüm tartışmalarında Radikal İslamcılara büyük bir literatür zenginliği sundu. Lakin literatür zenginliğine sahip yeni entelektüeller ve yamakları, usul ve kaynak konusunda saltık bir buhrana düşmüştü. Teori ve söylem konusundaki bu buhran üç şekilde tecelli ediyordu:
1- Radikal İslamcı söylem fazla elitistti ve geniş toplum yığınlarına ulaşamıyordu.
2- Radikal İslamcı söylemin tartışma çemberi aslında saldırılarına karşı kenetlendikleri Batı devletleri ve ideolojilerinden ziyade, marjinalliklerinin karşılarına aldığı kendi ülke ve milletlerinin Gelenekselci İslamcıları oluyordu. Bu şekliyle Radikal İslamcıların tutumları, westernizasyonun soyut ve somut ataklarına karşı bir tepkisellikten ziyade, kısır bir içsel çekişmeye dönüşüyordu.
3- Radikal İslamcılar, karşılarına çıkan gelenekselcilikle mücadele çabası sonucu bütün geri kalmışlığın sebebi olarak gördükleri geleneğin başlıca nüvelerini, ikincilleştirme yoluna gittiler. Bu şekilde özellikle İhvan ekolünde görülen tasavvuf, karşıcılık ve Şeriati örneğinde görülen Marksizm ve Egzistansiyalizmin kavrayış usullerini İslami tartışmalar bünyesinde kaynaştırma süreci, Radikal İslamcılığın metot ve söyleminin belirgin bir “siyasette dünyeviliğe” doğru evrildiği noktayı başlattı.
Yaklaşık yarım yüzyıl önce başlayan bu somutlaşma süreci, İslam dünyasında kesin bir zaferin uzaklığı konusundaki umutsuzluğun artması ve gelenekçi grupların kitlesel çözümlerden ziyade bireysel çözümler üretmede başarılı olması, Radikal İslamcılığın kavrayış ünitelerine sızmış sekülerizasyonu belirginleştirdi. Söylem, din, kavramlar ve dini literatürü muhafaza etse de, dini hareket metodu söylemin içinde buharlaşıyordu. Elbette burada bahsettiğimiz Sekülerizasyonun nitelik olarak Türk, Mısır, Tunus elitlerinin resmi ideolojisi olan ve her şeyi ile din karşıtı, sekülerizasyonu olarak algılamamız lazım. Radikal İslamcıların seküler tutumları sadece gerileyişin sebeplerini anlama adına daha somut yargılar üretmek isteyen ve bunu anlarken de düşman Batı ideolojisinin birikiminden faydalanma arzusunun bir sonucuydu. Bu sonuç ilk başta, Radikaller ile Gelenekselciler arasında sert bir “Sahih din” tartışmasını doğurdu. Bu tartışma ardından, başta hadis olmak üzere ilimlerin birikiminin ve başta mezhep ve tasavvuf olmak üzere de usuller konusunun nitelikleri üzerinden ilerledi. Süreç içerisinde kimi gruplar gelenek ile tekrar pozitif bir bağ kurarken, kimi ülkelerde süreç, Türkiye örneğinde olduğu gibi AKP tipi geleneksel nüvelerden iz taşımamak bir yana, her şeyi ile Batılı-Modern kavramlarla kaynaşmış ve söyleminin hammaddesi “demokrasi” olan ilginç örneklere evrildi.
Şimdi!
Özellikle Türkiye tipi her an totaliter yüzünü belirginleştirebilen ilkel demokrasilerde İslami bir devrim-dönüşüm konusunda umutsuzluğa kapılan kitleler için, sistemi İslamize etme gayesi, İslami tutumları demokrasi çemberi içerisinde sisteme enjekte etme ve kamusal alanı Müslümanlar için özgürce yaşanabilme alanı haline getirme gayesiyle yer değiştirdi. Çünkü İran örneğinde olduğu gibi, ne Müslüman tabanın laik elitleri tasfiyeye gücü yetiyordu, ne de Mısır örneğinde olduğu gibi devlet kaba bir idealizmle İslam’ı popüler ve politik arenada tamamıyla sindirmek için faaliyete geçme kudretini bulabiliyordu. Bu sürüncemenin etrafında kesin bir dönüşümden umut kesen ve sistemle uyuşma konusunda gönülsüz gruplar, kendi abanoz kulelerine çıktılar ve kimileri de İslami idealizmin daha somut bir şevkle dillendirilebileceği Çeçenistan, Irak, Afganistan gibi coğrafyalara aktılar. Lakin bu hal kaosu, gerek demokrasi ile uyuşan Radikal İslamcılar ve gerekse diğerleri açısından, malum bir sonuçsuzluğu ihtiva ediyordu. Bu ihtivanın unsurları bugünkü çözümsüzlüğün parlak nüveleridir.
Geniş İslamcı kitlelerin sekülerleşmesinin altında, geleneğin moderniteye karşı sinmişliğinden ziyade, “geleneğin” geniş kitlelerin arzuladığı yaşam tipinin dışlamışlığı geliyordu. Çünkü geleneğin alt yapısı belirgin bir zühtçülüğü kapsarken moderne evrilmiş İslamcılık, karşılarındaki laikler gibi bol kaynaklı, ihtişamlı, ekonomik kudretle donanmış bir yaşamı arzuluyordu. Özellikle avamın, İslamcılığın politik kudretinden beklentileri karşılığını, hukukun veya kültürün dışında ekoni şubesinde buluyordu. Bu arzu, hem yüzyıllık ezilmişliğe karşı taaruzun bir neticesi, hem de moderne karşı modern unsurlarla savaşmış olmanın doğurduğu postmodern bir duraktı. Böylece İslamcılar, Mustafa Kemal ve cumhuriyet elitlerinin amaçlayıp başaramadığı bu değişimi kendi politik vasıfsızlıklarının eliyle kanıksadılar. Daha da garibi kapitalist bir alt yapı ile değişen bu güruhun varsallarından pay alamayan ama bir çıkış yolu arayan yoksul İslamcı yığınlar ise, sınıfsal başarıları olan kendi üst prototiplerinin hedeflerine yöneldiler.
Bu şekil 1920’lerde başlayan laiklik sürecini tamamladığı gibi, süreci devam eden laikliğin de geniş halk yığınları için makul olmayan şeklini makul bir şekle dönüştürdü. İslamcılarla laiklerin kesin ayrımları olan kozmetik unsurların siyasal bir değerden gündelik bir değere indiğini gördük. Ara ara bozulan ağızları ile İslam’ın saldırgan dengesini temsil eden kara sakallı köşe yazarları yerlerini Palanhuik ve Kerouac tarzı romanlar yazan, medeniyetler ittifakının geleceği hakkında sayfalarca tahliller sunan, konuşmalarındaki referanslar ayet ve hadislerden ziyade Avrupalı yazarların vurucu cümleleri olan sinekkaydı Müslüman yazarlara bıraktı. Said Nursi’nin koskoca bir devrimci kadroyu karşısına alan antiseküler cemaati bünyesinden, Dünya İslamcılığı’nın şaşkınlıkla izlediği ex üçüncü dünyaya Amerikancılık transfer eden tanımsız bir İslamcılığa dönüştü.
28 Şubat sürecinde, okullarının çeşitli kısımları kapatılan kızlar özgürlüklerini kocalarının dizlerinin dibinde değil, televizyon kanallarının renkli stüdyolarında kamusal alan tartışmalarında buldular. En garibi de artık etkisiz birer azınlık olan Antiseküler İslamcı grupların entelektüel enerjilerini akıttıkları mecra sekülerleşmiş kitlelerin tutum ve gayelerinin eleştiri arenaları oldu. Sağcılaşan Müslüman avamın kozmetizmle doymuş duyarsızlığı, İslamcı havası bu kitle karşısında solculaştırdı ve Müslüman Sol tartışmasının başladığına şahit olduk.
Bugün, İran savaşının arifesindeki kaos ortamında seküler İslamcıların demokrasi kaygısı ile Amerika’nın mı, İran’ın mı yanında olacağı malum. Malum olmayansa İslamcı maceranın modernizmle olan aşk hikayesinin ne şekilde sonuçlanacağı. Tayyip Erdoğan yeni seküler sürecin Mustafa Kemal’i mi olacak yoksa Türkiye bu sınırları belirsiz paradoksun sonucunda kendi Taliban’ını mı doğuracak, izleyeceğiz.
Bu evrim bir elit grubun uzun vadeli stratejisinin bir sonucu muydu yoksa Radikal İslamcıların bilinçaltı, gözler önünde rücü mu etti başka bir makalenin konusu. Lakin makalalelerde bile tartışılmayacak kadar bariz bir gerçeklik var ki artık İslamcılar devleti dönüştürmek yerine, devleti ve devletin resmi ideolojisini global ihtiyaçlar doğrultusunda takdir edilesi bir huşu ile restore ediyor.
Ankara – Mart 2009 ✪