Blog

  • Gerald Murnane: Hafızanın güvenilirliğini sorgulamak

    Gerald Murnane: Hafızanın güvenilirliğini sorgulamak

    Yazmak, açıkça söylemek gerekirse bir rahatlamadır. Haftalarca ya da aylarca yazmadan durabilirim, ama hayatımın birçok döneminde sanki hayatım buna bağlıymış gibi yazdım. Sadece arşivim için notlar yazdığım aylar, belki de yıllar oldu, zaman zaman ihtiyaç geri geldi – bazı karmaşık duygu ve imge örüntülerini kelimelere dökme ihtiyacı. Bunlar benim Kutsal Üçlü’mü oluşturuyor: imgeler, duygular, kelimeler. Bu üçü benim evrenimin temel bileşenleri, önemli olan her şeyin atom altı parçacıkları – imgeler, duygular, kelimeler. Yazmanın kendisi acı verici, çünkü imgeler ve duygular görünmez dünyaya ait ve görünür dünyanın bir parçası olan kelimelere çevrilmeleri gerekir. Yazmanın kendisi acı vericidir, ama daha büyük acı yazmamaktan gelir. Bir kurgu eserini ilk tasarladığımda, içerdiği acı nedeniyle onu yazmayı ertelemeye çalışıyorum. Ama sonra duyguların ve imgelerin asla kelimelerle ifade edilemeyeceğini bilmenin acısı – o zaman bu acı dayanılmaz hale geliyor. Ve sonra yazarak acımı dindiriyorum.

    Bu bir gizem. Kelimelere dökmeye başladığınızda kendi kişiliğiniz parçalanıyor. Kelimelerin hangi parçanızdan geldiğinden asla emin olamazsınız. Oldukça klişe bir ifade ama hafızanın güvenilirliğini ve hatta deneyimin kendisini sorgulamaya başlıyorsunuz. Yazıdan ortaya çıkan şey, asla tahmin edilemeyecek bir şeydir. İşte sihir budur, yazının öngörülemez olması. Keşfe yol açar ve bu çok fazla kullanılan ve kulağa biraz cıvık gelen bir kelime ve kendimi rahat hissettiğim bir kelime değil. Ama yazarak başka hiçbir yolla öğrenemeyeceğiniz şeyler öğrenirsiniz.

    Bu önermeyi reddetmek için aklıma iki mantıklı neden geliyor. Birincisi, Düzlükler ‘i şu anda var olduğu şekliyle ben tasarlamadım. En azından iki kez, deyim yerindeyse, bir kurgu eserine dair bir vizyonum oldu ve daha sonra bu vizyonu kelimelere döktüm. Aklıma gelen örnekler A History of Books ve A Million Windows. Düzlükler bir kelebek gibi bir tür yaşam döngüsünden geçti. İkinci nedenim ise şu. Nadiren yayınlanmış herhangi bir çalışmamın bazı bölümlerini yeniden yazmış olmayı dilerim, ancak Düzlükler‘deki birkaç pasajı yeniden yazmak istiyorum. Onları artık çok yoğun, hatta biraz çarpık buluyorum. ✪

  • Prince Ringard: İsyanda yaş sınırı yok

    Prince Ringard: İsyanda yaş sınırı yok

    Günlük :

    17 yaşındayken çalışmak istemiyordum, bu yüzden dilendim, şarkı söyledim ve bir arkadaşım bana gitarla eşlik etti. Bir adam bize kabaresinde bir konser teklif etti, biz de kabul ettik ve en beklenmedik yerlerde, genellikle az sayıdaki dinleyicinin önünde şarkı söylemeye devam ettim. Şapka açıp para alıyordum. Çok değildi ama yine de gebermemekiçin omuzlarımda ıslak havlularla mal istasyonunda 50 kiloluk çimento torbalarını boşaltmaktan daha iyiydi. Bir orkestra eşliğinde tek başıma şarkı söylüyordum, müzisyen arkadaşlarım da kayıtlarda bana yardımcı oluyordu. Yaşam tarzım bir grup projesine uygun değildi. Teknede yaşıyordum ve doğal olarak çok seyahat ediyordum. Haziran 1994’te Mousse, tabiri caizse orkestranın yerini aldı. Kasetlerimi kendim çoğalttım ve konserlerin sonunda sundum. Aynı şey kendi yayınladığım kitaplarım için de geçerli. Bugün albümleri ücretsiz satıyoruz ve tüm parçalar ücretsiz indirilebiliyor. Punklar beni seviyor ve bu duygu paylaşılıyor ama ben ne müziğimle ne de görünüşümle hiçbir zaman bir punk olmadım. Her zaman bağımsızlığımı korudum. Yapımcılara, menajerlere, tur menajerlerine vs. karşı değilim. Ama sanat dünyası bana her zaman tamamen yabancı olmuştur. Kısacası, ben ailenin bir parçası değilim, bu böyle ve sorun değil. Ayrıca, kendimi kelimenin asil anlamıyla bir sanatçı olarak görmüyorum. Benim için sahne almak, çalışmadan hayatımı kazanmanın tek yolu, hepsi bu. Kendi kendimizi yönetiyoruz ve bu bize çok uygun. Ve unutmayın ki çoğunuza göre bir avantajım var: Artık genç ölmeyeceğim kesin.

    Jean-Claude Lalanne AKA le Prince Ringard.

    Alerta antifachista – PRINCE RINGARD


    “Antirasizm ve antifaşizm bir zorunluluk, insanlık ve kardeşlik ise bir öncelik”

    Gerçek adı Jean-Claude Lalanne olan Prens Ringard, şu anda 78 yaşında, çocukluğunu Issoire’daki (Puy-de-Dôme) Saint-Vincent-de-Paul yetimhanesinde Gérard Lenorman adında biriyle geçirdi. Mutlu olarak tanımladığı bir dönemdi. Üstün yetenekli bir çocuk olduğundan, 14 yaşında lisans diplomasına hak kazandı ve hukuk diplomasını aldığı Nanterre fakültesine katıldı.

    Jean-Claude Lalanne 1963’de şarkı söylemeye ve müzik yapmaya başladı. Paris’teki Rue Mouffetard’da sokak müzisyenliği yaparken Le Bateau ivre kabaresinin müdürü tarafından fark edildi ve orada çalması istendi. Ayrıca tiyatro ve sinemada da birkaç kez rol aldı.

    lk kitabını 12 yaşında yazdı. Bunu yirmi beşten fazla kitap takip etti. Bu duygularımı kanalize etmenin bir yolu, beni istikrara kavuşturacak bir terapi . Yazarak kendimi dengeliyorum ve kendimi faydalı hissediyorum.” Otuza yakın albümden oluşan bir diskografiye sahip olan Prince Ringard, yılda yaklaşık yüz kez Fransa’nın yanı sıra Belçika ve İsviçre’de de konser veriyor. Yirmi yıldan fazla bir süredir gitar, mızıka, bas davul ve trampet eşliğinde eşlik eden, Mousse adıyla tanınan arkadaşı Marianne Bily’den oluşan tek kişilik orkestrasıyla.

    Askerlikten döndükten sonra yeni ilan edilen genç Biafra Cumhuriyeti‘ni, soykırıma uğradığı için Nijerya’dan ayrılan ve Nijerya ordusunun saldırısı üzerine üç yıl sürecek Nijerya İç Savaşı’nda Igbo azınlığını kurtuluş mücadelesine katılır. Yaralanan Jean – Claude daha sonra ülkesine geri gönderilir. “Fransız hükümeti o savaşa katılmanın insani niteliğini kabul etti ve şimdi bana ‘verdiğim hizmetler’ için üç ayda bir 65,31 avro ödüyor.”

    Kendisini artık bir anarşist olarak kabul ederek, aynı adı taşıyan Federasyona sık sık gitmeye başladı. “Her şeyden önce hümanist hisseden benim için sonunda daha açık bir ortam bulmuştum.” Uzlaşmaz yaşam tarzı, faşistlerin takıldığı bir bara otomobille cam çerçeve indirip girmesi, bir zengin mağazasında yaptığı hırsızlık ve jandarma minibüslerine zarar verdiği için birkaç kez hapiste kaldı.

    Prens Ringard daha çok Dylan ve Neil Young referansları verse de özellikle punklar tarafından igi görüyor. Buna en çok kendi şaşırıyor. 1977 ‘de, sahne aldığı eski Dunois tiyatrosunun önüne geldiğinde, punklar kapıların açılmasını beklediler. “Yanlış konsere geldiler diye düşündüm. Onlara punk olmadığımı söylemek için yanlarına gittim. Ama hayır, görmeye geldikleri bendim.”

    Punkların bu yaşlı Anar(ko) Baba’ya olan tutkusu hiç bitmedi. Martin Circus, Bulldozer, Métal Urbain ve daha sonra Parabellum şarkıcıya sempati duyuyordu. Hareketle olan tutarsızlığını belirtmek için kendine kedili punk lakabını taktı. 1994’ten beri sahnede ve yollarda, partneri Mousse eşlik ediyor. Oldukça Fransız geleneğinin bir parçası olan şarkıları burjuva, rahip, politikacı ve elbette faşizme göndermelerle doludur. Her yıl anarko-punk ve hardcore gruplarının yüksek desibellerinin ortasında yarı akustik yarı şarkı-şiir formuyla yüz kıonser veriyor. “Bugün bile bunu hala garip buluyorum: yıllar geçiyor ama hala otuzun altında genç bir kitlem var.” Zaman, moda ve rekabet dışı.

    1970 ‘lerin Fransa’sında, 68 sonrası dönemin nefesiyle dengesini buldu. Bir yandan, önceden kaydedilmiş enstrümanlarla sokaklara sahnede tek başına çaldı, öte yandan önce Korsika ve Cebelitarık, daha sonra Senegal, Burkina Faso ve daha da uzakta Fransız Guyanası ve Batı Hint Adaları’na uzun yelken gezileri. “Müzik için herhangi bir gruba entegre olamazdım. Özgürlüğümü seviyorum, bu kadar yolculuğa asla çıkamazdım.”

    “Hayatım, bedenini diğerlerinden biraz daha fazla riske atan sıradan bir adamın hayatı, hepsi bu. Prens Ringard deyince, kelimenin asil anlamında bir sanatçı değilim. Kaldırımda dolaşan bir fahişe gibi şarkı söylüyorum. Sanatsal veya görsel veya işitsel referanslarım yok. Sadece yaşadıklarıma bağırıyorum: şiddet, sefalet, hapishane ve sokak. Bu tür metinler için pazarlama gerekli değil. Ben bağımsız bir fahişeyim, pezevenklere de hayır diyorum, SACEM ve diğer pezevenkler gidip asılabilir. Polislere gösterdiğim hassasiyet bazen yanlış yorumlandı, sonuçlar sıradan bir prosedür oldu: sekiz metrekarelik bir hücre ve yıkanmamış insan eti kokusu. Gerisini ölüm içgüdüm ve sevme arzumla hallediyorum. Kaldırımdaki erkek ve kız kardeşlerim neden bahsettiğimi biliyorlar. Belki bir gün evsizler artık soğuktan ve çaresizlikten ölmeyecek. Bize kalan tek hak, “Ne Tanrı Ne de efendi !” diye bağırarak ölmek. ✪

  • David Ivison: Neden Anarşist Değilim

    David Ivison: Neden Anarşist Değilim

    Neden anarşist değilim? Bir polis komiserinin, din adamının, bir politikacının ya da herhangi bir otoriter kişinin sunabileceği nedenlerle değil, anti-otoriter olduğum için. Yazının başlığının sorduğu soruya hızlı cevap şu: Ben özgürlükten yana olduğum için anarşist değilim, yani sadece anti-otoriter, özgürlükçü olduğum için.

    Belirli bir anarşist grubuna saldırmak istemiyorum, bunun yerine geleneksel anarşist düşünceyi, Proudhon, Bakunin ve Kropotkin gibi insanların ait olduğu geleneği tartışmak istiyorum. İlk olarak, klasik anarşist konum olarak kabul ettiğim şeyin kısaca taslağını çıkarmak istiyorum. İkinci olarak, bu konumdaki zayıflıklar veya tutarsızlıklar olarak kabul ettiğim şeyleri tartışmak ve bunların anarşist otoriterliğe nasıl yol açabileceğine işaret etmek istiyorum. Ve son olarak anti-otoriter veya özgürlükçü bir konumun klasik anarşizmden ne kadar farklı olduğunu düşündüğümü belirtmek istiyorum.

    Anarşist konum. Devlet sosyalistlerine karşı anarşistler her zaman politik olmaktan ziyade sosyal bir devrimi vurgulamışlardır. Bakunin’in sözleriyle, proletarya diktatörlüğü, “kitleleri özgürleştirmek için önce onları köleleştirmek gerekir” diyormuş gibi görülüyor ve Bakunin, Devlet’in kişinin istediği şekilde kullanılabilecek bir araç değil, bir kurum olduğunu ikna edici bir şekilde belirtmişti. Onu içeriden yok etmeye yönelik her türlü girişimi geçersiz kılacak, kendi çalışma yöntemlerine sahip bir kurum. Kropotkin’in dediği gibi, tarihi bir kurumun istediğiniz yöne gitmesini sağlayamazsınız, o kendi yoluna gitmelidir. Özgürlük uğruna iktidarı ele geçirmeyi içtenlikle isteyenler bile ilk hedefi asla aşamazlar. O halde anarşistler, Devlet sosyalizmine yönelik eleştirilerinde birçok bakımdan, Siyasi Partiler adlı kitabı ilk kez 1915’te İngilizce olarak çıkan Robert Michels’in siyaset sosyolojisinin habercisidirler.

    Buraya kadar tamam. Anarşistler, Devlet aygıtı içinde çalışarak özgür bir toplum yaratma olasılığını reddederken, Devlet aygıtının ve onunla bağlantılı güç ilişkilerinin yok edilmesinin gerekliliğini vurguladılar. Ancak teorinin oldukça belirsizleştiği yer burası. En yaygın fikir, inanmış anarşistlerin, devrimci bir öncü olarak, insanları kendi “gerçek” çıkarlarını görmeleri için eğitecekleridir. İnsanın rasyonel bir hayvan olduğu ve ışığı gördüğünde Devletin gücünü yok edecek ve çeşitli grupların “örgütlenip federasyonlar halinde birleşeceği” özgür bir toplumu başlatacak bir genel greve katılacağı söylenir. Doğal eğilimlerine ve gerçek çıkarlarına uygun olarak” (Bakunin.) İnsan doğasının doğuştan gelen anarşizmine bu kadar fazla güvenmek biraz riskli görünüyorsa da daha sonra Kropotkin, insanın doğası gereği işbilikçi ve fedakar olduğunu göstermeye çabalamıştı.

    SORUNLAR: Ama eğer herkes bu kadar iyiyse ve “gerçekten” anarşist bir toplum istiyorsa, o zaman neden şimdiye kadar bir anarşist toplum elde edemedik? Bir yüzyılı aşkın anarşist propagandadan sonra neden politikacılarımız ve Devlet aygıtımız var? Eğer herkesin gerçek çıkarı özgür, işbirlikçi yaşamsa, o zaman neden hapishaneler, cezaevleri, mahkemeler ve parlamento gibi kurumlarda görev yapan insanlar var?

    Daha gerçekçi anlarında, anarşistler bile argümanlarında bazı kusurlar görüyorlar; bu da şunu söylemekten ibaret: Eğer bir şeyi yeterince güçlü istiyorsanız, tek yapmanız gereken herkesi ikna etmektir ve o şey gerçekleşecektir – sanki insanların çıkar çatışmaları hiç yokmuş gibi.

    Örneğin bazı anarşistler, toplumsal devrimi beklemeden mevcut toplumda anarşist komünler kurmaya çalıştılar. Ancak falansterler adını verdiği şeyi kurmaya çalışan Fourier, barışçıl ikna ve propagandanın zenginlerin kalplerine dokunup, kendilerinin gelip zenginliklerini, fazlalıklarını falansterlerin kapılarında bırakacak kadar dokunacağına inanmanın bir hata olduğunu iddia eden Bakunin tarafından eleştirildi. Yani, Devlet sosyalistleri gibi anarşistlerin de sınıf çatışması kavramı var; en azından politikacılar ve patronlar gibi toplumun bazı kesimleri anarşizmden yana değil; yani onların gerçek çıkarları ayrıcalıklı statükolarını sürdürmekte yatıyor.

    Ancak toplumsal dayanışma kavramında bir kırılma meydana geldiğinde, toplumsal devrim teorisinin tamamı çöker. Bazı insanların özgürlükle değil, otoriter iktidar yapılarını sürdürmekle ilgilendiğini kabul ederseniz, o zaman HERKESİN gerçek ilgisinin anarşizmde olduğunu ve ihtiyaç duyulan tek şeyin, rasyonel insanların kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleri için devrimci bir öncü tarafından eğitilmesi olduğunu iddia edemezsiniz.

    Aslında burada iki zayıflık var; birincisi olgusal bir hata, ikincisi ise gizli bir otoriterlik veya ahlakçılık. Toplumdaki sınıf ve diğer çatışmaların gerçek gerçeği, tüm insanların aynı çıkarları paylaşmadığı toplumsal gerçek, aklın üstün geleceğine dair kör inançla klasik anarşist geleneğin ütopyacılığına işaret ediyor. Godwin’in yanılgısı. Ve bu gerçek aynı zamanda toplumsal devrimin ütopyacılığına, herkesin uyum içinde yaşadığı bir durumun (“özgür toplum”) gerçekleşebileceği fikrine de işaret ediyor. Bırakın özgürlük konusu bir yana, herkesin paylaştığı tek bir “gerçek” menfaatin olduğu dâhi doğru değil. Bir ilginin diğerinden daha gerçek olduğunu belirlemenin hiçbir yolu olmadığı gibi gerçek bir ilgiyi sözde gerçek olmayan bir ilgiden asla ayıramazsınız. eğer bir çıkar varsa bu gerçektir ve bir çıkarın bir şekilde diğerinden daha gerçek olduğunu ancak özel bir savunma ortaya çıkarabilir – ama aynı zamanda “gerçek” bir çıkarla ne kastedildiğine ilişkin bu sorunun dışında, bu kabul edilen kaba bir gerçektir. Anarşistler toplumsal çatışmanın var olduğunu, herkesin aynı şeyi istemediğini söylüyor. O halde özgür bir toplumu başlatan toplumsal devrim kavramı imkansızdır; bu, gerçekte yanlış olan bir arzuyu yerine getiren fantezidir çünkü insanların çatışan çıkarları vardır – işçiler bile özgürlükten çok iş koşulları ve ücretlerle daha fazla ilgileniyor gibi görünmektedir, herkesin aynı şeyi istememesi bir hakikattir. 

    Eğer herkesin özgürlük istemediği kabul edilirse, o zaman anarşist konum yalnızca inanmayan ruhlara özgürlük istemeleri gerektiğini söylemekle kalmaz, aynı zamanda özgürlüğü istemeyen insanlara da dayatmayı içerir – tabi ki terimlerde bir çelişki – eğer onlara bir şey empoze ederseniz, o kişiler özgür olmazlar. Kendi politikanızı, kendileri için en iyi olanı kendilerinden daha iyi bilme kisvesi altında başkalarına empoze etmeye yönelik bu tür bir girişim, açıkça otoriterdir, tipik bir ahlaki hiledir.

    Ahlakçılığın ayırt edici özelliği, bir şeyin kendi iyiliği için yapılması gerektiği, bunun açıkça zorunlu olduğu, bizim görevimiz ya da gerçek çıkarımız olduğu iddiasıdır – kişinin neden görevini yapması gerektiğini, neyin zorunlu olduğunu, neyin zorunlu olduğunu hiçbir zaman açıklamadan kişinin kendi çıkarına gönderme yapmaktır. Bu teknik, insanların farklı ilgi ve isteklere sahip olması sorununun üstesinden gelmek amacıyla kullanılır. Ahlakçı açık sözlü olsaydı, şöyle bir şey derdi: “Hapse girmek (ya da vurulmak ya da gizli yaptırım her neyse) istemiyorsan, sana söylediklerimi yapmalısın” ve o zaman öyle olurdu. Birisinin hapse girmeyi tercih edeceğini (ya da kızıl olmaktansa ölmeyi ya da her neyse) tercih edeceğini söyleyen biri olun, sanki anarşist şöyle demiş gibi: “Özgürlükle ilgileniyorsanız, size söylediğimi yapmalısınız, ” ve hitap edilen kişi özgürlükle ilgilenmediğini söyler (ya da özgürlükle ilgilenen bir kişinin kendisine söyleneni yapmasının tutarsızlığına dikkat çeker). Bu nedenle, herhangi bir politikacı gibi anarşist de kamu yararı kavramı olarak adlandırılan şeye, toplumun refahı adına yapılan çağrıya başvurur. Bay Chipp bize esrar içmenin ulusun ahlaki dokusunu bozacağını söylüyor, anarşistler Devlete karşı genel grevde bulunmanın ulusun ahlaki dokusunu iyileştireceğini söylüyor. Ancak herkesin “gerçek” çıkarına olan, ortak iyi diye bir şey yoktur ve olsaydı bile, neden ortak iyinin gerektirdiğini yapmamız gerektiğine dair hiçbir şey söylenmez.

    Anarşistlerin daha gerçekçi anlarında itiraf ettiği gibi, tarihe ya da antropolojiye ya da kendi çağdaş toplumumuza bir bakış, her toplumda çeşitli, farklı ve karşıt grupların bulunduğunu ve her zaman var olduğunu gösterir – örneğin Vietnam savaşında karşı çıktılar, Esrar ve sansür konusnunda, son dönemdeki sorunlardan sadece birkaçı; her biri kamu yararı adına konuştuğunu iddia ediyor. Aslına bakılırsa, kamu yararına yapılan çağrılar genellikle, esrar konusunda Chipp’te veya Çinhindi’nde Nixon’da olduğu gibi açıkça çeşitlilik ve muhalefetin olduğu bu durumlarda yapılır. Toplumun tamamına hitap etmenin işlevi, hem anlaşmazlık gerçeğini hem de bira fabrikaları veya askeri-endüstriyel kompleks gibi belirli bir grubun özel çıkarlarını ilerletme girişimini gizlemektir.

    Ancak olgusal hatanın ve ahlaki zayıflığın yanı sıra başka bir sorun daha var. Anarşistler yalnızca diğerlerini özgür olmaya zorlamakla kalmıyor, aynı zamanda Devlet ve ona bağlı güç ilişkileri yok edilene kadar kimsenin özgür olamayacağını da iddia ediyorlar. Tam özgürlükten başka özgürlük yoktur ve bu nedenle özgür toplum ütopyası uzak geleceğe sağlam bir şekilde yerleştirilmiştir. Burada iki noktaya daha değinmek mümkündür. Birincisi, hiç kimse burada ve şimdi özgür olamayacağına göre, gelecek ütopyası, “devrimden sonra” özgürlüğü teşvik ettiği kabul edildiği sürece, günümüzdeki her türlü otoriter uygulamayı meşrulaştırıyor. Böylece anarşistler otoriter, ahlakçı olabilir,

    İkinci olarak, anarşistler açıkça otoriter olmasalar bile, kişinin kendi özgürlüğünden ziyade gelecek nesillerin özgürlüğü için çalışmak köleliğin, özgür olmamanın bir işareti gibi görünüyor. Her ne kadar burada kölelik kişinin çağdaşlarından ziyade doğmamış nesillere yönelik olsa da, yine de kendini inkar etme ve kendini hayal kırıklığına uğratmadır, özgür olmayan bir kişiliğin işaretleridir. Bu, ahiret gibi muhteşem bir dünyaya girme ümidiyle günahtan kaçınmaya teşvik eden, nefsi inkar eden Hıristiyanlarla aynı düzendedir. Anarşistlere göre özgürlük şu anda bulunacak bir şey değil, yalnızca gelecekte gerçekten gelecek bir şeydir. Yani şimdi ve burada özgür olamayacakları için gelecekteki ütopya umuduyla kendilerini köleleştiriyorlar.

    Belki de anarşistleri günümüzde otoriter ve ahlakçı olmaya iten şey, tam özgürlük ve otoriter güç ilişkilerinin olmadığı ütopik bir toplum olasılığı üzerindeki ısrardır; ancak gelecekte özgürlüğün destekçisi, ütopyacılıkta, binyılcılıkta ve anarşizmin sahte dayanışmacı toplumsal teorisinde kesinlikle karşı çıkacak çok şey bulabilir.

    ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR POZİSYON. Özgürlük derken, özgürlükçülük derken özgür irade doktrinini kastetmiyorum. Ben bir deterministim ve tüm eylemlerimizin tamamen gerekli ve yeterli önceki koşullar tarafından belirlendiğine inanıyorum. Eğer doğa tamamen determinist olmasaydı, özgür iradenin alanı hiçbir zaman sınırlandırılamazdı, çünkü bu belirlenmemişti ve hiçbir bilim ya da bilgi mümkün olmayacaktı; bir gün olanlar bir daha gerçekleşmeyebilirdi ve kim bilir, Devletler özgürlüğü teşvik edebilirdi!

    Hayır. Özgürlükçü konumun, anarşistlerin bazı daha gerçekçi anlarında kabul ettiği şeyle ortak bir yanı olduğunu düşünüyorum. Kropotkin bir keresinde şöyle yazmıştı: “Medeniyetimizin tarihi boyunca iki gelenek, iki karşıt eğilim çatışmıştır: Roma geleneği ve popüler gelenek, imparatorluk geleneği ve federalist gelenek, otoriter gelenek ve özgürlükçü konum.”

    Kendimizi anarşist ahlakçılıktan kurtarırsak, özgürlüğün gelecekteki bir toplum meselesi ve toplumsal ilişkilerde topyekun (ve imkansız) bir değişim meselesi olmadığını görebiliriz. Daha ziyade özgürlük, bütün toplumların değil, herhangi bir toplumdaki belirli alt grupların veya yaşam tarzlarının bir özelliğidir ve o zaman bile muhtemelen hiçbir kişi veya grup her zaman tamamen özgür değildir. Özgürlüğün destekçileri her zaman muhalefetle karşılaşacak, otoriterler tarafından her zaman karşı çıkacak ve dünyayı bir şekilde özgürlük için güvenli hale getirebileceğimize dair hiçbir yanılsama olmadan, belirsiz bir gelecek ütopyasında değil, burada ve şimdi özgürlük için savaşmak zorunda kalacaklar. Çünkü güvenlik, özgürlüğün değil, köleliğin bir işaretidir; tıpkı başkalarını özgür olmaya zorlamanın otoriter olması gibi.

    Özgürlükçü veya özgürlük aşığı, özgürlük ile otorite arasında sürekli bir çatışma olduğunun farkındadır. Ancak özgürlükçülüğün kendisinin hiçbir özel iddiası yoktur, özgürlük yolunun izlenmesi gerektiğine veya izlenmesi gerektiğine dair hiçbir ahlaki düşünceye sahip değildir. Liberteryenler özgürlükten yanadır ancak kendi çıkarlarının, otoritenin yardımıyla konumlarını güvence altına almak gibi güç ilişkilerinin sürdürülmesi veya geliştirilmesinde yattığını görenler, açıkça ve haklı olarak özgürlükçü değerleri reddedeceklerdir. Anarşistlerden farklı olarak özgürlükçü, gerçek çıkarlar, ortak çıkar ya da gelecekteki bir ütopya adına başkalarını kendisini desteklemeye zorlamaya çalışmaz. Özgürlüğü bütün bir topluma dayatmaya çalışmıyor. Aksine, özgürlükçü sonu olmayan bir anarşisttir; onun rolü, Max Nomad’ın dediği gibi, otoriteye karşı sürekli muhalefet rolüdür.özgürlüğün toplumsal bir devrimle veya başka herhangi bir yolla bir kez ve tamamen güvence altına alınabileceği yanılsamasına kapılmadan sürekli protesto . Özgürlüğünü burada ve şimdi sergiliyor ve benzer çıkarlara sahip başkaları da bu mücadelede ona yardımcı olabilir. Özgür faaliyetlere kendisinin veya doğmamış nesillerin çıkarları için değil, onları sevdiği için katılıyor.

    Özgür olmak, her türden nihailerin reddini içerir; her şeyin varoluşu için bağlı olduğu herhangi bir tek nihainin (Tanrı gibi) reddedilmesi, herhangi bir nihai gerçekliğin reddedilmesi (böylece hiçbir şey diğerlerinden daha gerçek değildir). sıradan, gündelik varoluşun lehine, karmaşık tarihsel şeylerin aksine, sonuçta basit olan her şeyin reddedilmesi. Özgürlükçü gerçekçidir, deneycidir ve çoğulcudur; onun için olaylar yeterince iyidir.

    İnsanı özgür kılan da bu gerçek olabilir; özgürlüğün ayırt edici özelliği ahlakçılardan, yapılması gerekenler hakkındaki yanıltıcı düşüncelerden kurtulmaktır, böylece kişi bağımlı, itaatkar ve köle olmaz, kendini inkar etmez, sırf kendisine ne yapıldığına, otoriterlerin gerçek motivasyonlarının ne olduğuna ve kişinin kendi çıkarlarının ne olduğuna dair gerçekçi bir farkındalığa sahip olduğu için, kendisini manipüle edenlerin çıkarları konusunda kendini hayal kırıklığına uğratan ve kendini kandıran biridir. Eğer ahlakçılığın içini görmek özgürlüğün bir koşuluysa, o zaman hepimizin bu kültürde almış olduğu ahlakçı yetiştirme yoluyla içimize yerleşen yanılsamalara karşı, kendi içimizde özgürlük için mücadele etmemiz gerekecektir. O zaman kendi içimizde sürekli bir zihinsel mücadele olduğu gibi, dışarıdaki otoriterlere karşı da sürekli bir toplumsal mücadele vardır.

    Biz özgürlüğü nasıl tanımlarsak tanımlayalım, özgürlüğün aşığı, liberter, özgür olduğu sürece ahlakçılığa, ütopyacılığa, milenarianizme, anarşizmin hatalarına sığınmayacaktır. Daha ziyade şu anda özgürlük için savaşacak, hem patronlarına hem de kurtarıcılarına güvenmeyecek, otoriterliğe karşı bitmek bilmeyen bir mücadeleye hazır olacak, kendi çıkarları için özgür faaliyetlerde bulunacak, çünkü o özgürlükle ilgilenen türden bir insan. Kendisinin ya da gelecek nesillerin bunlardan elde edebilecekleri şeyler yüzünden değil; ve herkesin onunla aynı fikirde olması gerektiği yanılsamasına kapılmadan mümkün olduğunca nesnel ve gerçekçi kalmak.

  • [Muriel Spark] Işıktan sert bir şey

    [Muriel Spark] Işıktan sert bir şey

    Bana göre hakikat, canlı ve lirik etkisiyle havadar özellikte; ve kaynağı ışık olan önemli bir şey ortaya çıkınca bu bana sadece sahte bir şeyin dünyaya geldiğinin kanıtı oluyor.

    Aynı fikirde olmayan ama gülümseyen bir adamı ikna etmek imkansızdır.

    Kahkaha. İnsan ırkı bunun için yaratıldı.

    Çoğu insan, her bakımdan, bir erkeğe olduğunu söylediği şey için inandı.

    Kadın o zamanlar, yanlış görüşlere izin vermenin bedelinin, kişinin doğru fikirler oluşturma kapasitesinin kademeli olarak kaybedilmesi olduğunu bilmiyordu.

    Güzel bir kadının daktiloya vurduğunu görmekten daha güzel bir manzara olmadığını söyledi adam.

    “Birbirimize çok aşığız,” diye açıklıyor Berry, karısını mıncıklayarak. Ve Sybil, evliliklerinde neyin yanlış olduğunu merak ediyor, çünkü belli ki bir şeyler yanlış.

    Sahtekarlık mevsimi, yakında tamamen dökülüp gidecek bir kabuk oluşturmuştu. Benim için dürüstlüğün dışında sağlıklı bir şey yok diye düşündü kadın.

    “Hediyelerimi ciddiye aldığım için onları ciddiyetle aldığımı düşünmemelisin. Hepsi benim havadar düşlerim, batmaz çünkü hafif. Ürkütücü falcıyı hiç oynamıyorum; kartları açarken oyun oynamıyorum; ben sadece kendimim.”

    Başına bir şeyler gelen biri değildi kadın.

    Her zaman bir yerlerde var olan bir ölüm duygusu olmadan, yaşam tatsız. Yumurtanın sadece beyazını yiyip yaşayabilirsiniz.

    Oldukça takıntılı görünüyordu, sanki hafızası kusurluymuş gibi kitapları ikinci kez ve üçüncü kez okuyordu.

    Henry Castlemaine kızını seviyor, kendisini biraz daha çok seviyordu.

    O sırada kız hakkında yazılan baş döndürücü tanıtım yazısının aslında şüphe uyandıracak kadar kadar abartılı olduğunu fark edemedim.

    İnsanları tanıdığınızı düşünmeniz tuhaf, sonra garip bir şey yaparlar ve bakir bir zeminde tekrar başlamak zorunda kalırsınız.

    Gerçek, kelimenin tam anlamıyla doğru değildir. Gerçek hiçbir zaman gerçeğin tamamı değildir. Gerçek aslında yalandan başka bir şey değildir. Dünya bizimdir; mecazi anlamda bizim sermayemiz… Asla ama asla sermayeye dokunmayın. Sermayeyle değil, faizle yaşayın. Dünya, hakkında tartışalım diye bizimdir ve tüketeceğimiz meyveleri de bize aittir. Hiçbir zaman sermayeyi tüketmemeliyiz. Bunu yaparsak, çorak ve hakiki gerçekle baş başa kalırız.

    Nevrotikler diğer insanların zihniyetlerini fark etmek için çok hızlıdır, herkes abartılı bir kategoriye girer.

    Kemikte büyüyen şey ortaya çıkıyor.

    Gözlüklerimi çıkarmadım, çünkü ilk etapta onun arkadaşlığını istememiştim ve çıplak gözle dinlenecek şeylerin de bir sınırı var.

    “Nevrotikler asla delirmez,” derdi arkadaşlarım bana. Artık nevroz ve delilik arasındaki ayrımın farkındayım ve ajitasyonumda, yatak odamın duvarının ötesindeki kadını, davranışlarının uygulanamaz manyasının sınırları içindeki saf serin akıl sağlığını biraz kıskanıyorum. Sadece iyice delirmişlerin, “Rab dirildi” diyerek ortaya çıkıp zaman ve yer ne olursa olsun “Telefonda isteniyorsun” der gibi basit bir olgudan bahsedebileceklerini düşünüyorum.

    Bugünün batıl inancı dünün bilimi.

    İnsanlar, hatta birinin arkadaşları bile, bir şeylerle giderler. Ancak edinimlerinin ana hedefleri kitaplardır. Konuklar konuk odasından kitaplarla dışarı çıkar.

    Ebeveynler çocuklarından hayatla başa çıkma konusunda çok şey öğrenirler. Ebeveynlerin çocukları tarafından yozlaştırılması veya iyileştirilmesi mümkün.

    Planlanmamış tam bir gün geçirmek harika. İlhama göre doldurulması gereken boş bir kağıt sayfası gibi.

    Hiç doğmamış olmanın en iyisi olduğu fikrini reddediyorum.

    Bir kişi hakkında bazı gerçekleri öğrendikten sonra, bir şekilde onlarla ilgilenirsiniz ancak.

    Kendini kontrol fetişi yapan insanlar için her zaman aynı: en sahte tutumları dışa vururlar.

    Yirmi yaşındayken antinomcu1 nesirle dalga geçtim. Özel ahlak diye bir şey yoktur.

    Çünkü ölümün herkesin kaderi olduğuna dair genel aksiyomu bilmesine rağmen, bu özel durumu asla kavrayamadı; Her yeni ölüm ona hissedeceği taze bir duygu verdi.

    Fakat hayırseverlik zihni yükseltir ve içsel gözü yönetir. Değerli bir sanat eserinin modası geçtikten sonra yeniden keşfedilirse, bunun keşifteki bazı hayırseverliklerden kaynaklandığına inanıyorum.

    Her erkeğin içinde kirli bir domuz vardır.

    Dougal, “Nefes alan tüm insanlar biraz doğal değil” dedi. “Çok doğal olmaya çalışırsan, seni nereye götürdüğüne bir bak.”

    Hepimizin ölümcül bir kusuru var.

    Bir bekarın sevmediği bir şey varsa, işini kaybeden başka bir bekardır.

    Hayatta kötümser olmak daha iyidir, hayatı kalıcı kılar. En ufak bir iyimserlik hayal kırıklığına davetiye çıkarır.

    “Onlar gelmeden önce yalnız değilim. Sadece onlar gittiğinde yalnızım.” Ancak güvenlik önce gelmez. İyilik, Gerçek ve Güzellik önce gelir.

    Uzun zaman önce 1945’te İngiltere’deki tüm güzel insanlar yoksuldu ve istisnalara izin vardı.

    Bütün güzel insanlar fakirdi; en azından genel aksiyom buydu, zenginlerin en iyisi ruhen fakirdi. Manzaradan depresif hissetmenin kesinlikle bir anlamı yoktu, Büyük Kanyon ya da herkesin kapsamı dışındaki dünyanın bir olayı hakkında depresif hissetmek gibi olurdu.

    Hiçbir şey, balgamlı bir yaratıktan fışkıran kişisel bir sefalet noktası kadar gizli bir tatlılığı ortaya çıkarmaz.

    İnsanlar neden ılımlı olamadı?

    Ve elbette, soru kendi kendine cevap verdi: hatırlanamayacak kadar akılda kalıcıydı.

    Bu bir varlık eylemi… yaslı bir arkadaşınızı ziyaret ettiğinizde olduğu gibi, söyleyecek bir şey yok. Bütün mesele şu ki, bir buluşma hayat buldu işte.

    Kadın önceden insanlar yeni bir eve taşınma sürecindeyken ve mobilyalar gelip yerlerine konuncaya kadar, işçiler ve nakliyeciler gibi insanlar dahil herkesin izinsiz gelip gidebileceklerini hissetmişti.

    Ondaki yeteneğin zengin olduğunu düşünüyordu. Hayatta olduğu gibi, yoksullar önemsiz şeylere hızla para harcarken, tutumluluğu anlayanların çok zengin olduğunu düşündü.

    Bir şeyin imkansız olmadığını söylediğinizde, bu mümkün olduğunu söylemek gibi bir şey değildir…. Sadece teknik olarak imkansız değil, aslında mümkün.

    Kalbin katı bir düzenini hiç gözlemlememiş olan biri asla özgürlüğünü kullanamaz.

    Burjuvazi ve büyük sanatçılar için kaygı, ne uykuda ne de sanatlarını icra ettikleri saatlerdedir. Aristokrat bir ruh ne endişe duyar ne de dünyanın kıtlık çeken insanları açlığın iktidarsız uçlarına katlanırkendir.

    Tarih alanından ayrılıyoruz ve mitolojinin alanına girmek üzereyiz. Mitoloji, tarihin çarpıtılmasından başka bir şey değil; aynı şekilde tarih de mitolojiyi çarpıtmıştır ve insanın tüm tarihinde başka bir şey değildir. Biz kimiz ki şeylerin doğasını değiştirelim?

    Eski, eski yazılardan oluşan yığın, her biri sonsuza dek bekleyen geçmiş önemsizlikler veya tutkular dünyasını içeren düşünmek için çok üzücü. Bir zamanlar gözden kaçan kelimelerin ve yeni anlaşılan anlamların şaşkınlığı, ödenmemiş veya fazla ödenmiş borçların, karşılıksız can sıkıntısının veya sonsuza dek kaybedilen tatlılığın kaydı.

    Bir sekreter sır saklayan kişidir.

    Harika bir kadın, harika bir kadın. Onu harika bir kadın yapmak için paraya ihtiyacı yok. Sadece alışkın olduğu şey o olduğu için.

    Gerçekte, hiçbir çiftçi yağmur gecikmiş olmadıkça yağmur için dua etmez; ve eğer iyi bir talih mucizesi meydana gelirse, bu her zaman düşünülmemiş lütuf anında ve herkesin diğer tarafa baktığı zamandır.

    Dinleyiciye göre, itici olabilecek aynı hikayenin aynı zamanda büyüleyebileceğinin farkında değildi.

    O öğleden sonra, vahşi inançlarının ve adı olmayan memnuniyetsizliğinin aynı cesaretiyle dışarı çıktı.

    Züppeliği muazzamdı. Ama benim gibiler için çok fazla demokratik olduğu duygusu vardı. İçtenlikle, yeteneğin, doğası gereği eşit olarak dağıtılmamasına rağmen, daha sonra bir unvanla verilebileceğine veya miras kalan rütbeyle kazanılabileceğine inanıyordu. Anılara gelince, bunlar herhangi bir sayıda hayalet yazar tarafından yazılabilir, icat edilebilir. Sanırım çayını içtenlikle yudumladığı Wedgwood bardağının değerinin, sosyal sistemin Wedgwood ailesini tanımış olmasından kaynaklandığına gerçekten inanıyordu, yapmak için harcadıkları çiniden değil.

    Karakterin zayıflığı: Bana göre bu, fiziksel zayıflıktan daha fazla hor görülecek bir şey değil. Hepimiz doğuştan kahraman ve sporcu değiliz. Aynı zamanda, kişinin kendi zayıflığı da dahil olmak üzere zayıflıklarından korkmak her zaman temel bilgeliktir; zayıfların tepkileri, dokunulduğunda, korkunç ve ani olabilir.

    Adalet isteyen insanlar, gerçekliğe gelince genellikle çok az şey isterler. Dünyadan hesapların dengelenmesinden daha fazlasına sahip olunması gereken daha fazla şey var.

    Bir başka özdeyiş de Glisters’ın Her Şey Altın Değildir ve bir diğeri de Dürüstlüğün En İyi Politika olduğuydu ve ayrıca Sağduyunun Cesaretin Daha İyi Kısmı olduğunu hatırlıyorum. Ve tanıklık etmeliyim ki, o zamanlar gerçekten düşünemeyecek kadar uçarı olduğum, ama bitişik el yazısı Ps’lerimi ve V’lerimi görev bilinciyle kıvırdığım bu ilkelerin şaşkınlığımla kesinlikle doğru olduğu ortaya çıktı. On Emir’in ihtişamından yoksun olabilirler, ancak daha çok konuya değinirler.

    Zenginlerin özürleri. Ucuzlar.

    Gençler çok cömert.

    “Ücretlerin yasaklayıcı fiyatı,” dedi teyzesi, bir multi-milyoner olarak.

    Lucan ayrıca ipek bir çantaydı ve böyle bir nesnenin bir dikiş ucu kadar iyi, bu kadar doğru bir şeye dönüşmesini beklemek yararsızdı.

    Tüm takıntılı kumarbazlar yalancıdır.

    “Bana adını Paris’teki eski bir okul arkadaşın verdi.”

    Bu, genellikle işe yarayan bir taktiktir. Birinin hatırlamadığı bir okul arkadaşından bahsetmek genellikle şüpheden ziyade hafif bir suçluluk duygusuna yol açar.

    “Kıskançlığın doğası… bir tür hayranlık duygusu… başkalarının sahip olduklarını istemek… Kıskançlık nedir? Kıskançlık, sahip olduğun şey benim, benim, benim mi, benim mi? Neredeyse. Demek istediğim şu ki, senden nefret ediyorum çünkü benim sahip olmadığım ve arzuladığım şeye sahipsin. Ben, kendim olmak istiyorum, ama senin pozisyonunla, fırsatlarınla, hayranlığınla, görünüşünle, yeteneklerinle, ruhsal iyiliğinle.”

    Hiçbir şey yapmayan bir erkeğe yakınlık, bir süre sonra kişinin sinirlerini bozar.

    Muriel Spark’ın İyi Bir Tarak’ından alıntılandı.

    Muriel Spark (1918-2006), evlendikten ve Rodezya’da yaşadıktan, boşandıktan ve Londra’ya taşındıktan bir süre sonra şair, deneme yazarı ve romancı olarak kırk yıllık üretken bir kariyere başladı. İskoç kökenli Spark, cüretkar ve çoğu zaman kendini yansıtan kurgularının (Bayan Jean Brodie’nin Başbakanı, Memento Mori, Yorganlar, vb.) eşsiz sanatıyla hatırlanabilir. 1965’te James Tait Black Memorial ödülünü Mendelbaum Kapısı’yla aldı. 1992’de ABD Ingersoll Vakfı TS Eliot Ödülü’nü ve 1997’de David Cohen Ödülü’nü kazandı. Muriel Spark, 1993 yılında İngiliz İmparatorluğu Düzeni’nin Dame nişanına değer görüldü. ✪

    1. (İncilin getirdiği) ahlak kurallarına karşı gelen kişiler. ↩︎
  • Kaleciyi delirtmek veya eski zaman futboluna dair bir film

    Kaleciyi delirtmek veya eski zaman futboluna dair bir film

    Her zaman büyük şehirlerin varoşlarında
    bir çayır olacak lime lime çimleriyle,
    Serin alacakaranlık saatinde
    derin mi derin davul müziği duyulacak,
    
    Seni kilometrelerce öteden mıknatıs gibi çeken
    Topa aç öğrenciler ve ayaktakımı,
    ve gezgin, donuk gözlü bir adam,
    düşünceli bir şekilde kale direğine yaslanmış.
    
    Zoltán Jékely - Futbolcular

    Transfer müptelalığı ile geçen yazın bir başka tuhaflığı, yıllar önce bir başka kaleci Enke’yi tek maç ile yerin dibine sokan azgın kitlenin bu kez bir başka kaleci Bayındır’a kafayı takması oldu. Vesileyle, Pál Sándor’ın zamansız komedisi Régi idők focija (Eski zaman futbolu) aklımıza düştü, biz derken, oradan buraya buradan oraya kayıp giden çoklu kişiliklerimiz yani.

    Film, 1924 yılının Budapeşte şehrinde geçiyor. Çamaşırcı Ede Minarik’in tek tutkusu futbol. Tek hayali, takımı Csabagyöngye’nin birinci lige yükseldiğini görmek. Bu amaç uğruna sahip olduğu her şeyi feda etmeye hazır. Ama elinde hiçbir şey yok, hatta neredeyse futbolcu bile yok. Takım tıpkı geçen zaman gibi, eksiliyor. Ama yine de “bir takıma ihtiyacımız var!” diye inat ediyor.

    Fakat önce Iván Mándy‘den bahsetmek lazım. Pál Sándori filmi kendisinin bir kısa romanından A pálya szélén‘den uyarlamış. Yani saha kenarında; saha kenarında çaresiz veya saha kenarında yerinde duramayan; saha kenarında tarihi değiştirmek için sırasını bekleyen veya saha kenarından maçın bitimiyle sessizce orayı terk eden. Iván Mándy’nin futbola düşkünlüğü kadrolarla skorları sektirmeden hafızadan yanıtlamasıyla bilinirmiş. Hızını alamayan romancı gazetecilik günlerinde spor muhabirliğine de soyunmuş, gazete haber geçmek için gittiği Ferencvárosi TC – MTK Budapest derbisi için editör masasını arayıp ahizeye heyecanla haykırmış “dört üç bitti dört üç!” ve telefonu kapayıp içmeye gitmiş. İyi de kim kazandı veya kaybeden kimdi? Futuristika tahmini bu maçın 1969’da oynandığı yönünde.

    Iván Mándy
    Iván Mándy

    Kendi anlatımına göre Iván Mándy‘ çok kötü bir spor gazetecisiydi, örneğin ne zaman bir haber için taşraya gitse, maç çıkışında postaneye en son ulaşan her zaman oydu, maç sonlarında sahayı terk etmekte zorlanıyordu ve o gidene kadar diğerleri zaten telefon hatlarını ele geçirmiş oluyordu. Editoryal ekibi kendisinden illalah etmişlerdi, defalarca sayfa hazırlayamadıkları olmuş. Yaşamının son günlerinde yapılan bir röportajda Mándy’ye hayattan hala ne beklediğini sormuşlar. Cevabı: “Belki tekrar gerçek anlamda iyi bir Macar milli takımı görürüm,” olmuş.

    Paul Sandor‘un filmindeyse olaylar 1924 yılında Budapeşte’da geçiyor. Yakınları tarafından yalnızca “fanatik çamaşırcı Minarik” diye tarif edilen Eda Minarik’in öyküsü anlatılmakta. Minarik büyük bir futbol hastasıdır. Kendisine bir futbol sahası kiralamış ve “Tatlı Üzümler (Csabagyöngye)” diye anılan, taraftarı olduğu bir takımın da sahibi durumuna gelmiştir. Fakat o yıllar enflasyon, yoksulluk ve sosyal problemlerle doludur. Takımı ayakta tutabilmek için gerekli parayı sağlamak için çamaşırhanesinin ve var oluşunun bütün olanaklarını kullanır. Bu gidişle iflas edecektir. Takımından başka hiçbir şey onun için önemli değildir. Takımın bütün oyuncuları, her türlü zorluklara göğüs gerebilecek fakir çocuklardır aslında, sadece kaleci Vallev her zaman para isteyip durmaktadır. Problemler daha da bastırmaya ve Minarik gerekli parayı bulamadıkça iyice çaresiz biçimde oradan oraya koşturmaya başlamıştır.

    Fanatik Minarik

    Kimse ona borç para vermez, son çare olarak takımın sağ kanadını satar ve çok para alır. Fakat bundan çok utanmaktadır. Takımı için verdiği bir çay partisine çok tehlikeli iki kötü adam, yanlarında bir dansözle gelirler. Minarik, onların niyetlerinin kaleci Valley’i başka takıma satmak olduğunu bilmektedir. Minarik, sağ kanadın yerine oyuncu bulmak zorundadır ve bulur. Yeni oyuncu Minarik’e bir zamanlar milli takımda oynayıp oynamadığını sorar ve ansızın perdede çok güzel bir sahada, güzel üniforma içinde milli marş çalarken, Minarik’i topa vururken görürüz.

    Minarik topun arkasından uçmuş ve kaybolmuş ve geçmişte kalmıştır. Oysa şimdide durum hiç de iyi değildir. Minarik çok üzülmekte fakat büyük maç günü, kalecisinin kalede, yerinde olacağını ve takımın diğer on oyuncusunun ellerinden geleni yapacaklarını ümit etmektedir.

    Aksi olur. Valley bir mektupla Madrit’e gittiğini bildirir. Minarik kalecinin yerine kendisi geçer. Üç atağı kurtarır. Bir mucize olacak mıdır? Fakat bir dördüncü için artık kuvveti olmadığını bilmektedir. Sahayı, kendi sahasını bir daha dönmemek üzere terkeder.



    Iván Mándy: Kenarda (alıntı)

    “Şimdi şu sihirli şapkaya bir göz atalım!”
    Bu ancak bilek güreşi yapan Bednarik tarafından söylenebilecek bir şeydi. Kalecinin neler yapabileceğini çok ama çok merak ediyormuş gibi bir yüz ifadesiyle Csempe-Pempe’nin yanında duruyordu.
    Csempe-Pempe biraz uzaklaştı.
    “Onun aslında Belgrad’da peşine düştüğü kalecilerini izlediğini sanıyordum.”
    Bednarik’in yüzü seğirdi.
    ‘Birkaç gün içinde gieceğim oraya. Her şeyi iptal etmek isterdim ama…’
    “Anlıyorum,” diye başını salladı Arsız Arsız. “Titania’nın geleceği buna bağlı.”
    Bednarik sessizdi.
    Üstünlüğü ele geçirdiğini hissediyordu ama bu hoşuna gitmiyordu. Bu bilek güreşçisi burada ne arıyor? Evinde de kalabilirdi.
    “Bu beyefendi ne dedi?” – Hübner’in babası endişeyle sordu.
    “Onun için endişelenme.”
    “Bekliyorum,” dedi Bednarik, “o harika kaptandan bir numara görebilecek miyim diye.”
    “Hübner’den bir şey göreceksin! İşte o zaman buraya, Tütün Fabrikası Sahası’na gelmeye değdiğine inanacaksın. Titania formasını ölümüne savunmaya geçtiğinde hepiniz, ‘Evet, yapabilir!’ diye bağıracaksınız. Sen ve hiçbir şeye inanmayan o küçük kirpiler. Çakallar, saha kenarında öyle bekleşen kirpiler, yeni bir futbolcu gördüklerinde ağızlarını açarlar: O da mı oyuncu? Bu da mı futbolcu? Titania kaybettiğinde ise dudak büküp kafalarını sallarlar. Arkalarını dönüp giderler hemen.”
    Ama hayır, bu çakallar sahayı terk etmeyecek, Csempe-Pempe’nin etrafında toplanıyorlar. Teker teker etrafını sarıp başlıyorlar.

    “Yani maç bizim mi diyorsun?”
    “Biz kazanacağız,” diye fısıldıyor biri, “açık ara kazanacağımızı söyle bana.
    Ve üçüncüsü: “Atalanta’nın sadece üç maç önde olduğunu düşünürsek.”
    “İki maçları daha olduğunu düşünürsek.”
    Csempe-Pempe sanki bunların hiçbirini duymuyormuş gibi maçı izliyor. Ama her kelimeyi duyabiliyor ve etrafında belirip sonra tekrar kaybolan yüzleri görebiliyor.
    “Ne olacak, Csempe-Pempe?”
    Hücum hattının ileri gitmesi için bir şey yap.
    Sanki bir dakika sonra Csempe-Pempe’nin mezarı üzerine talaş dökeceklermiş gibi.
    O ise bağırmaya devam ediyor.
    “Ti-ta-nia! Ti-ta-nia!”
    Etrafındaki herkes ona dönüyor, yüzüne bakıyor – bir inanç duvarı – ve atak tezahüratına katılıyor. Bu haykırış tribünde ve tribünün altında yankılanıyor, haykırış bir kükreme ve bu kükremede Titania takımı atak üstüne atak yapıyor. Saha altüst oluyor, Titania büyük rakibini, ezeli rakibini kapıya çiviliyor.
    Tribünden biri tam Csempe-Pempe’nin kafasına düşüyor.
    “Goooool!”
    O da bağırıyor:
    “Haydiii!”
    Tribünlerde ve tribünlerin altında bir uğultu.
    “Haydiii”!
    Sonra galibiyet golü için uğraştıkları o an geliyor.
    “Hadi! Elinizden geleni yapın!”
    Ve takım elinden geleni yapıyor.

    “Kaybedilmiş maç yok.”
    Csempe-Pempe sahanın kenarında tek başına duruyor. Diğerlerinin içeri girip galibiyet golünü atan Gyuri Boross’u omuzlara almasını izliyor. Bednarik de içeride, sağ kanat oyuncusunun omzunu sıvazlıyor. Tribünlerin altında öylece duruyor ve sonra dışarı çıkarken tekrar kendi kendine konuşuyor. “Namağlubuz.”
    “Karcsi Lestár’ın omzunu ne zaman okşamışım?” – Bednarik biraz kırgın bir şekilde soruyor.
    “Elbette, sahadan kötü bir yenilgiyle ayrılacağımızı düşündüğünüz maçtan da bahsedebilirdim ve sonra sonunda… biliyorsunuz, Rapid’e karşı! Ama boş verin!”
    “Neden bahsettiğinizi bilmiyorum.”
    “Neden bilmen gerektiğini bilmiyorsun ama Hübner formayı giydiğinde…”
    “Armalı formayı!” – Hübner’in babası Csempe-Pempe’ye sonsuz bir saygıyla bakıyor o anda.
    “Bahse girerim Bednarik’ti.” – İmparator bir puro yaktı ve başını salladı.
    “Böyle ıspanak rengi ceketi olan bir tek o var”.
    Tokiç arabaya gitti ve çok yorgun halde basamaklara oturdu.
    İmparator hâlâ Bednarik’e bakıyordu. “Görünüşe göre Titania takviye yapmış.”
    “Atalanta da takviye yapsa fena olmazdı.”
    İmparator döndü ve Tokichi’ye doğru yürüdü.
    “Neyim var benim?”
    “Hiçbir şeyin.”
    Ayağa kalktı ve İmparator’un yanından ayrıldı. ✪


  • Omzumda Açılan Göz

    Omzumda Açılan Göz


    Etrafta dolanıyorlardı. Avcıyı andıran bir grup insan, daha önce eşine rastlamadığım türden koca bir tüfeği oradan oraya beraberinde sürüklüyordu. Tüfeğin ne olduğunu ben iyi bilirim. Fakat bu bir başkaydı. Öncelikle çok daha büyüktü. Kutu biçiminde bir gövdesi ve o gövdeye tutturulmuş üç bacağı vardı. Üstelik, bu tüfeğin ucunda, barut kusan bir delik yerine, ışıltılı, camdan bir göz duruyordu. Ne olduğunu anlamak için etrafında bir iki tur atıp o şeye hızlıca göz gezdirdim, sonra da ahırın yakınlarında kendime rahat bir küspe yığını bulup, biraz soluklanmak için kendimi yığının üzerine bıraktım. Orada uzanmış dinlenirken, tüfeğin ayaklarının, yerden yükselen cılız dalları andırdığını fark ettim. Küspenin sıcaklığı karnıma yayılınca kalkıp yalağa gittim, biraz su içtim. Az ileride birkaç tavuk, bakışlarını tek noktaya sabitlemiş hareketsizce duruyordu. Baktıkları yöne doğru bir iki kez havladım. O tarafta adamın teki dikilmiş, tüfeği dönüşümlü olarak taşıyan başka iki adama komutlar yağdırıyordu. Adamın, sırf o ikisine değil, etrafındaki herkese –hatta her şeye– komut veren bir hâli vardı. Komutun ne olduğunu ben iyi bilirim. Onunla henüz yavruyken tanışırsın, içini bir itaat duygusuyla doldurur.. İtaat dedimse… yapmak zorunda olduğun şeyleri rızanla yapmaya zorlanmandan bahsediyorum. Şu adam, hani şu tüfeğin efendisi, etrafındakileri bir şeylere mi zorluyor? Ben ne bileyim… Hem bir köpek ne bilir ki?

    Benim bildiğim, hemen tüymem gerektiğiydi. Avcı kılıklı adamlar bir şey çekmekten bahsediyorlardı. Daha önce hiç duymadığım bazı kelimeler kulağıma çalındı. Biraz kulak kabartınca, konuşmalar arasında “film” diye bir sözcük kulağıma çarpıp orada asılı kaldı. Neydi bu film? Avlamaya çalıştıkları şey belki? Avcıların tavşan avladığını biliyordum. Ya da keklik. Bazen de geyik. Ama şu film denen hayvanı ilk kez duyuyordum. Tüfeklerinin heybetine bakılırsa devasa bir yaratıktı besbelli. Neyse ne, orada daha fazla oyalanıp da tetiği çektikleri sırada yaşanacaklara şahit olmaya niyetim yoktu. Hem şu tüfeğin bakışını üzerimde hissetmek de istemiyordum. Tekinsiz alet… Önlerine çıkmaktan kaçınarak kovuğumun yolunu tuttum. Orada miskinlik etmeye bayılıyordum. Güzel yuvam benim… Oranın eskiden yol kenarı oluşu hatırımda. Sonraları yolun bir kısmı çökünce ufak bir oyuk oluşmuş, bana kalan ise yeni bir çökme yaşanmasın diye orayı dengede tutacak ağaç dallarını taşımak ve toprağı eşelemek olmuştu. Şimdi ise orada uzanmış, kestirmeden gitmek yerine tek sıra hâlinde alışılagelmiş güzergâhlarında ilerleyen koca karıncaları izleyerek uykuya dalmak üzereydim.

    Yine de kafam avcılara takılmıştı. Avcıları ben iyi bilirim. Yanlarında kala kala tanıdım onları. Tüfeklerini doğrulturlar çünkü avcı olmak bunu gerektirir; tavşan, keklik, geyik ise –artık tüfek hangisine yöneltilmişse– kımıldamayı bırakır çünkü av olmak bunu gerektirir. Onlara avı getirmeyi öğrenmem için avcılar çok uğraştılar, bana mısın demedim. Ben o türden bir köpek değilim. Ben köstebek türü bir köpeğim: Bir yerleri eşeleyip oralarda takılmayı severim. Çünkü ben olmak bunu gerektirir. Şu tüfeği kafamdan atmaya çalıştım. Sonuçta güvenli yerimdeydim ve şu avcı-kılıklı-insanlar beni orada bulamazdı. Sırtımı yere sürterek kaşındım.

    Dilimle, patimdeki bir kıymığı – tüfeklerinin bakışından kaçmaya çalışırken batmış olacaktı– çıkarmaya uğraşıyordum ki kulağıma, alışılmadık yükseklikte sesler geldi. Patimi bir iki kez daha yaladım, sonra da yaygaranın kaynağını öğrenmek üzere kovuğumdan çıktım. Yavru olduğum zamanlardan beri susuzluğumu gidermeye gittiğim bir kanal vardı. Sesler o taraftan geliyordu. Şimdi kanalın içinde iki adam dikiliyordu. Bir tanesi, heybetli bir görünüşü olan dev gibi bir adamdı. İkilinin etrafını bir sürü kişi sarmıştı. Tüfeğin oradaki varlığından da, hem tüfek hem de tüfeğin efendisi tarafından izlendiklerinden de herkes bihaberdi sanki. Birbirlerine bağırıp çağırıyor, ellerindeki kürekleri tehditkâr bir tavırla savuruyor, kürekleriyle suları dövüyorlardı. Her darbede, sıçrayan suların arasından kavurucu güneş bir görünüp bir kayboluyor, havada anlık olarak ışıktan örümcek ağları meydana getiriyordu. Eskiden o oyunu biz de oynardık. Şamatacı kalabalığın arasından bazılarıyla, küçüklüklerinde yan yana yüzerdik. Kendimi örümcek ağının içine atar, kürkümün emdiği suları sıçratarak ben de kendi ağımı yapardım. Eskiden buna kıkır kıkır gülerlerdi. Şimdi ise gülmek şöyle dursun, gözlerinin önündeki ağı fark ettikleri dahi yoktu.

    Onları üzerlerine çevrili duran tüfeğe karşı uyarmak için havlamak istediysem de sahnenin yarattığı sersemlik yüzünden harekete geçemedim. Kulağımın arkasını kaşıyarak bekledim. Kanal yönündeki patırtı, tüfeğin efendisinin “Kestik!” diye bağırmasıyla son buldu. Belki de sıralama bunun tam tersiydi. Köpekler, kelimeler ve eylemler arasındaki boşlukta yaşamaya zorlanarak büyürler; böylece, önce sözün mü, yoksa eylemin mi geldiğini ayırt etmeyi öğrenirler. Ama şu acayip tüfek ortaya çıktı çıkalı bu tür yetilerimi kaybetmiştim sanki. Kafa karışıklığımdan sıyrılmaya çalışırken bir de baktım ki kalabalık dağılmaya başlamış. Az önce bağrışan, hatta yumruklaşan adamlar şimdi gülüşerek aralarında laflıyordu. Ortada av yoktu. Tüfeğin efendisi kalabalıktan birileriyle konuşarak uzaklaşıyor, tüfek de onu sırtlanan birinin nezaretinde orayı terk ediyordu. Ben de adamın peşine takıldım. Şu tüfeğe şöyle bir yakından bakmasam olmazdı. Tüfek şu an üç parçaya ayrılmıştı ve yükü sırtlanan adamın nefes nefese oluşuna bakılırsa besbelli ki ağırdı. Adam elini uzatınca nemli parmakları kürküme hafifçe değdi. Bu, bir köpek açısından katlanılmaz bir şeydir: Yarım bir temas. Buna yarım bile denemez. Var olmayan bir temas. Temas sayılamayacak bir temasın hatırası.

    O yok-temasa ben de kuyruğumu yarım yamalak sallayarak karşılık verdim. Bu arada diğerleri de çayıra serildiler. Demin boğaz boğaza gelmiş hâlde bulduğum adamlar şimdi yan yana oturmuş gülüşerek beraberce yemek yiyordu. Kavga hiç yaşanmamışçasına. Tüfeğe gelince… Tüfek, bir ağacın gölgesinde duruyordu. Kımıltısız. Adamları göz ucuyla süzüp belli etmeden tüfeğe sokuldum. Onu kokladım. Kokusu bildiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Öne doğru eğilip camdan gözü kokladım. İşte onu tam da o anda gördüm. Anlık bir görüntüydü ama bana o kadarı yetmişti. Cam gözün ardından bakan bir köpek merakla beni inceliyordu. Tüylerim diken diken oldu, hemen tüydüm. Yok-temasçı-adam bana sesleniyordu. Yemek artıklarını önüme attı: Tavuktan kalan kemik ve kıkırdaklar, azıcık da pilav. Midemin ezildiğini hissettim. Ezilen, midem değil de zihnim miydi yoksa? Tanıdık bir yüz görme umuduyla etrafa göz gezdirdim, birini bulunca da gidip yanına serildim. Tüfeğin içindeki köpeği düşünürken uykuya dalmışım.

    Çok geçmeden, tüfeğin efendisinin sesi beni tavşan uykumdan uyandırdı. Güzelce bir silkelenip sesi takip ettim. Bu ses beni daha önce kanalın orada gördüğüm heybetli adamın yanına götürdü. Tüfeğin camdan namlusu ona dönüktü. Adam, talimat beklercesine kendi hâlinde duruyordu… ta ki… tüfeğin efendisi komut verene dek. Sonrası, sakinlikten saldırganlığa hızlı bir geçiş. Adam, az ilerisinde duran bir tavuğu kaptı, zavallıcığın boynunu koparıp can çekişen bedenini karşısındaki kadının üstüne attı. Kadın dehşete düşüp çığlık atınca adam o çığlığı dahi bastıran gök gürültüsü gibi bir kahkaha patlattı. Başsız tavuğun bedeni yerde hâlâ can çekişiyordu. Ne yapacağımı bilemeden taş kesildim. Tüfeğin efendisinden yeni bir komut yükseldi: “Kestik!” Bunu yeniden hızlı bir değişim takip etti. Kadın korkmayı bıraktı, dev adam da gülmeyi. Tavuk ise can çekişmeyi bırakabilecek gibi değildi. Olan biteni tam anlayamasam da bir şey netti: Tüfeğin dönük olduğu ve tüfeğin efendisinin haykırdığı yönde iç açıcı olmayan şeyler yaşanıyordu. Tüfeğin gözünü üstümde hissetmek istemediğimden bir kez daha toz oldum.


    “Karabaş!”

    Bana sesleniyorlardı. “Karabaş!” Küçüklüğümden beri bana öyle seslenirlerdi. “Neredesin Karabaş?” Ayak sesleri yaklaşıyordu. “Hah, Karabaş!” İşte beni bulmuşlardı. Kalabalıktılar. Tüfek ve tüfeğin efendisi de aralarındaydı. Başımı kaldırınca arkalarında bir adamın, bana daha tanıdık gelen, bilindik türden bir tüfeği doğrulttuğunu gördüm. Avcı ve avcımsı, tüfek ve tüfeğimsi – bu kez hepsi bir aradaydı. Tümünün gözü üstümdeydi. Başımı başka yöne çevirdim ama onlar yönünü değiştirmedi. Üzerimdeki bakışlar beni huzursuz etmişti. Hem beni orada nasıl bulmuşlardı ki? Çaktırmadan onlara baktım. Yüzleri bana dönüktü. Sadece adamların değil, tüfeklerin de yüzü bana dönüktü. Tüfeklerden hangisi işini yapacaktı: Daha önce pek çok canlının hareket becerisini çaldığını gördüğüm tüfek mi, yoksa tavuğa doğrultulduğunda onu can çekiştiren tüfeğimsi şey mi? Nasıl davranmalıydım? Yattığım yerden kalkmaya, hatta kımıldamaya dahi cesaret edemiyordum. Yine bir şeyleri çekmekten bahsettiler. Çektiler de. Tetiği çektiler. Aşina olduğum barut kokusunun eşlik ettiği aşina olmadığım keskin bir acı hissettim. Kulakları sağır eden acı bir feryat duyuldu. Ses benden geliyordu. Karıncaların minik patikası kana bulanmıştı. Kanda boğulmadılar. Karıncalar boğulmaz. Sağ patime doğru sürüklenip kürküme tutundular. Artık onlar için bir adaydım ben. Üzerimde yaşayabilirlerdi. Altlarında ölebilirdim.

    Burnu buz gibiydi. Köpeğinki. Tüfeğin içinde yaşayan köpeğin. İhtimal, beni ısıran, tüfeğin içinde yaşayan köpekti, tüfeğin kendisi değil. Belki de kaçıp onu kaderine terk etmiş olmasam gelip beni ısırmazdı. Ama kaçmıştım. Ama gelip beni ısırdı. Yine adım sesleri yaklaşıyordu. Biri, “tut şunu!” diye bağırdı, diğeri “bırak beklesin!” dedi. İçlerinden biri, “Hadi sahneyi tekrar çekelim!” diye haykırdı. Bunu bir kahkaha tufanı izledi. Bu kez sırayı anlayabildim. Önce sözler, sonra kahkahalar. Tanımadığım biri yanıma gelip beni ilerideki bir ağaca doğru sürükledi. Adalarına sıkıca tutunmuş karıncalar da benimle sürüklendi. Avda, ne zaman ki avlanırsın, işin biter. Şimdi, yığılıp kaldığım o yerde, tüfeklerin ikisi de bana dönüktü. Tüfeğin efendisinin gözleri üzerimdeydi. Kalan herkesin gözleri üzerimdeydi. Belki karıncaların gözleri bile bendeydi… Benim gözlerim ise kapalıydı. Ben artık, omzumda açılan ve kanımla çerçevelenen yeni gözümden görüyordum her şeyi.

    İlk değildim, son da olmayacağım. Ben bir köpektim ve beni vurdunuz. Bir tavuk olsam kafamı koparıp can çekişen bedenimi fırlatır atardınız; bir at olsam bir ikona ressamının hayatını anlatmak uğruna beni mızraklardınız; bir eşek olsam tutuşmuş bir kâğıt parçasını kuyruğuma bağlardınız. Ben bir köpektim ve beni vurdunuz. Koca tüfeğinizle film denen şeyin peşindesiniz sanmıştım. Filmi bırakıp niye beni avladığınızı hiç anlamadım.

    Bu öykü, başta Karabaş olmak üzere, “film çekmek” uğruna istismar edilen, kötü muameleye maruz bırakılan ve/veya öldürülen insan dışı hayvanların tümüne ithaf edilmiştir.

    Çizimler ve İngilizceden Çeviren: Damla Karadeniz ✪

  • JG Ballard ve Duygunun Ölümü

    JG Ballard ve Duygunun Ölümü

    Ticari zenginliğin ilk aşamasının örnek üretimi olan otomobi­lin diktatörlüğü, eski kent merkezlerini altüst eden ve bugüne ka­darki en geniş ayrımı zorunlu kılan otoyolun egemenliğiyle birlikte çevreye damgasını vurmuştur.1


    Guy Debord, The Society of the Spectacle (Gösteri Toplumu)

    Debord otomobilin egemenliğini ve yayanın ölümündeki doğal sebeplerini kabul ederken ve bu eğilimi tersine çevirebi­lecek yükselmekte olan devrimci başkaldırının arayışınday­ken, JG Ballard bu yeni manzara karşısında çok daha anlamlı bir tutum sergilemiştir. Debord arabanın saldırısını politik bir sorun olarak izleyicinin geleneksel alanı üzerinden görmüştür fakat Ballard farklı bir düşüncenin ışığı altında arabayı birey­sel özgürlüğün sembolü olarak yorumlamıştır. Bu açıdan, gündelik hayatın sıkıntısını özetlemesine rağmen araba, etra­fımızın bayağılaşmasını aşabileceğimiz bir anlam haline gelir­ken, araba kazası Ballard’ın en ünlü çalışmasının baş kahrama­nı için şu anlamı taşır: ‘Yıllardan beridir yaşadığım tek gerçek deneyim.2

    Çarpışma’nın 1995 baskısındaki giriş bölümünde Ballard şöyle yazar: ‘Fazla söze gerek yok ki; Çarpışma’nın esas rolü uyarıcı olmasıdır, teknolojik manzaranın sınırlarından bizleri gün geçtikçe daha ikna edici bir şekilde çağıran gaddar, erotik ve parlak dünyaya karşı bir uyarıdır.3‘ Yine de bu uyarı, Bal­lard’ın insan davranışlarının tezatlarında da bulunan özgürlü­ğü ve canlılığı açık bir şekilde övmesiyle susturulmuştur. Günlük hayatın sıradan gerçeklerinden hiçbir kaçış yolu gös­termeyen bir manzara, çevremizin uygunluğuna karşı tepki göstermek için bizi kışkırtarak bu beklentilerimizi çok geçme­den altüst eder.

    Eğer sitüasyonistlerin ölümü avangard sürecin sonunu4 be­lirtmek için gösterilmişse, o zaman Ballard 60’ların sonu ve 70’lerin başını içeren süre boyunca, bariz bir şekilde sürrealist betimlemelerden ve tekniklerden yararlanarak bir dizi çalışma üretmeye ve romanında modern kent içi bölgelere dair, her si­tüasyonist araştırmanın benzerini yapınayı hayal edebilece­ğinden çok daha detaylı bir psikocoğrafi haritayı derlemeye devam ederek bu durumdan mutlu bir şekilde habersiz kal­mıştır. 60’lı yılların ikonik görüntülerine dair parçalar halin­ deki ‘romanı’ Vahşet Sergisi’nde, hem sürrealist kolajdan, hem de Alfred Jarry’nin The Assassination of ]ohn Fitzgerald Kennedy Considered as a Downhill Motor Race adlı parodisinde görünen Marilyn Monroe ve john F. Kennedy gibi medyanın ünlü figürlerinin detournement’inden faydalanması bakımından önemlidir. Oysa Ballard kentsel çöküşe dair serbest üçlemesinde (Crash (Çarpışma), Concrete Island (Beton Ada) ve High Rise (Yüksek) modern teknolojinin ‘kişiliklerimizdeki anormal gerginliklere sonsuz bir bayram sunduğunu’5 anlatır. Bu çalışmalar; kentsel çevre ile insan doğası arasındaki ilişkiyi en iyi kavrayanın teorisyenler değil, roman yazarları olduğunu açık ve net bir şekilde gösterir.

    Ballard; modern hayatı, ileri endüstri toplumlarında duygu­sal hassasiyetin kaybı olarak karakterize eder.  Maruz kaldığı­mız medya görüntülerinin yaylım ateşi arasında, duygusal tepkilerimiz körelir ve televizyon ya da reklam görüntüleri ol­madan çevremizle direkt olarak bağlantı kurmakta yetersiz kalırız.  Sitüasyonistlerin  de  belirttiği  gibi  sonuç,  bu  duyusal açmazdan bizi kurtaracak olan çıkış yolunu tüketmek için mücadele ettikçe, gündelik hayatın giderek bayağılaşmasıdır. Fakat Ballard’ın hikayeleri bu varsayımları sorgular ve yalnız­ ca sıkıntıyı kışkırtmaya değil fakat aynı zamanda etrafımızı çevreleyen vahşi ve cinselleştirilmiş görüntüleri giderek daha da artan bir şekilde yansıtan en uç davranış biçimleriyle so­nuçlanmaya eğilimli olan hayatımızın çeperindeki (ve gitgide tüm kentsel alanı daha fazla temsil eden) bu mekansızlığı da ortaya koyar. Bu anlamda, gösteriş toplumu, gönüllü olarak, Debord’un da bizzat düzenlemeyi umduğu öngörülemeyen ve hatta devrimci davranışlar üretecektir.  Fakat ne yazık ki yine de, Westway boyunca araba sürse ya da etrafı çevrili güvenlik­li yaşam alanlarında yalıtılmış olsa da, Ballard’a göre, sınırlar­la keskin bir biçimde ayrılmış bölgelerle nitelendirilebilen bu davranış biçimlerinin, sitüasyonistlerin öngördüğü çevresel ve uyumlu alanlara benzerlik göstermesi pek mümkün olmaya­ caktır. Aksine, kişisel saplantılar içinde bir dizi bireysel sığı­nağa ayrılan apartman ya da idari köy tarafından düzenlenen canlı toplum sembolleri, merhametsizliğe, cinsel sapkınlığa ve eksiksiz bir çöküntüye giden tam teferruatlı bir yokuş teşkil edecektir.

    Ballard’ın çalışması, psikocoğrafyanın popüler olarak ilişki­lendirilmiş olduğu donanımlardan hiçbirini sergilemez ve ke­sinlikle lain Sinclair’in çalışmalarını karakterize eden tarihsel ya  da  edebi anlayış  bulundurmaz.  Aslında, Ballard, tarihsel mirasının ağırlığından dolayı Londra’ya karşı açık bir şekilde ilgisizdir ve şu yorumu yapar:

    Şehri yarı-tükenmiş bir form olarak sayıyorum. Londra temel olarak bir on dokuzuncu yüzyıl şehridir. Ve; yirminci yüzyılın Londra’sında geçen romanlarda yaşayan on dokuzuncu yüzyıla uygun ruh halleri, bugünkü yaşantıda aslında neler olduğunu anlamaya pek uygun değildir. Bence varoşlar, insanların açıklayacağından çok daha ilginçtir. Varoşlarda merkezlenmemiş hayatlarla karşılaşırsınız … Böylece insanlar kendi hayallerini, kendi saplantılarını keşfetmek için daha fazla özgürlüğe sahiptirler.

    Çarpışma ve devamında dahi eksik olan, erken dönem çalış­malarındaki avangard imajken, Ballard’ın kurgusunda, Ac­kroyd’un benimsediği gizemli bağlantısallık da eksiktir. Beton Ada; otoyoldan sapan kent Crusoe’larını bekleyen izole ve ve­rimsiz kaderi açık bir şekilde gösterirken, izleyicinin ya da eylemsiz yayanın, bir Ballard romanında kendi yolunu bulama­yacak kadar talihsizse, çabucak ezilmesi muhtemeldir. Bu ko­nuları ortaya koyan Ballard’ın her nasılsa düzyazısını, yalnızca birey ve doğa arasındaki ilişkiye odaklanan ve otoyolların ya da apartmanların karşıladığı insan etkileşimlerine dayalı özgürlüğü kolaylaştıran modern kent hayatını basit bir kina­yeye sıkıştırabilmiştir. Bu en karamsar haldeki ve bağışlayıcı olmayan tarzdaki durumuna getirilmiş psikocoğrafyadır ve bu metinler, diğer herkesten önce, anonim bir yalnızlığı yaşayan fani bir toplum tarafından karakterize edilen bir gelecek za­man şehrinin ana hatlarını haritaya dökmüşlerdir. ✪


    1. Guy Debord, The Society of the Spectacle (Gösteri Toplumu), Luckhurst’den alıntı­lanmıştır, s. 123. ↩︎
    2. JG Ballard, Çarpışma, s.32 ↩︎
    3. Ballard  ,  Çarpışma, Giriş  (1995). ↩︎
    4. Peter Wollen, Luckhurst’den alıntılanmıştır, s.83. ↩︎
    5. Ballard, Beton Ada, Giriş (1994). ↩︎

  • Hasan Bey ve Bizans

    Hasan Bey ve Bizans

    Hasan Bey ve Bizans

    Bu kadar yıl sonra, şu ana dair bir hikaye.


    Cengiz İlhan

    Avukat Hasan bey gözlüklerini düzeltti:
    — Önce Bizans, unutmayın. Bu günkü içtimai gerçeklerimizi anlamak…
    Özer, Turan’a: Turan da Özere baktı:
    — Bizans. .?
    — Evet Bizans, bunu kat’iyetle ifade edebilirim. Bizim için…
    Adliye salonunda kim yok. Hepimiz. Sık sık da mübaşirler. Köşede, kalın bir sütunun yanında, Özer Turan ve Hasan bey.
    Hareketleri büyük, geniş: konuşması coşkun, tesirli.
    En başta Bizans. Bizans ile Osmanlılar: Bizans ile içtimai müesseselerimiz.
    Romalılar, biraz da Cermen hukuku.
    Cübbesini ensesinden arkaya atıyor. Tıpkı mahkemede gibi. Gözlüklerini düzeltiyor sonra. Arada bir çıkarıp şiddetle sallıyor, Gerçekleri bulmak için çalışmak…
    — Müesseseleri başından itibaren almalıyız, yoksa..
    Gözlüklerini tekrar çıkardı, havada geniş bir daire çizdi ve dinleyicilerine doğru sertçe salladı.
    Turan, araya girmek istedi. Ellerini cebinden çıkarmış, ceketini iliklemişti.
    — Evet, doğru Hasan bey. Yalnız ben.
    — Sen mi? Sen Teodora’nın aşklarını bilirsin oğlum.
    Güldü. Kesik kesik ve alaylı. Cübbesinin yakasını ensesinden arkaya attı. Keskin ve parlak zekâsı, konusunu hamur gibi yoğurmuştu. Nüktelerle de delik deşik: biliyordu.
    — Çok düşündüm ve anladım. Profesör Fellini’ye göre…
    Özer, çekingen:
    — Galiba, dedi, galiba Fellini rejisördür.
    Öyle mi, yaa.. Tuhaf.
    — Evet evet
    — Neyse, öyle olsun, profesöre göre Bizans, Roma ve Osmanlılar arasında… Rejisör demek, tuhaf, hiç zannetmiyorum ama.. Evet bunlar arasında bir…
    Araya mübaşir girdi, Hasan bey’i çağırdı. Bizans da, Roma da, Osmanlılar da yarıda kaldı. Sigarasını attı ve gitti.
    — Şimdi geliyorum, bir dakika, kısa bir iş..

    Dönüşünde kimseyi bulamadı. Ne Özer, ne Turan. Baro’ya baktı, yoktular. Salonu iki defa dolaştı. Dikkatinden kaçmış olabilirdi. Boşuna, hepsi boşuna. Hiç olmazsa birisi kalsaydı. Belki de işleri vardı, kimbilir. Sıkıldı, Baro’ya döner; ken isteksizdi. Konuşmasını tamamlamak isterdi. Konuşmak, anlatmak, zekâsının inceliklerini bir bir göstermek. İlmi düsüncenin esaslarını…
    — Nasıl da aval aval dinliyorlardı.
    Haksız da sayılmazlardı. Hasan bey sonra kendisini dürsündü. Artık konuşmasını yeni baştan yaşıyordu. Önce Bizans,. arkasından Romalılar ve en sonra Cermenler. İlmi kudreti bütün bu büyük problemleri darmadağınık etmiş, esas noktalarını ortaya koyuvermişti. Bir yanda kudretli zekâsı, diğer tarafta çalışmaları ilmi kudretini besliyen iki ana kaynaktı. Kendi kendine
    — Zekâm, müktesebatım ve çalışmalarım gösterdi ki, dedi.
    Sonra güldü. Hafifçe güldü. Bu gülüşte herşey vardı. Gurur da, güven de, hepsi. Biraz da alay.
    — Merhaba Hasan.
    — Merhaba Cevdet.
    — Bakarım, dalmışsın yine.
    — Hiç, bu günlerde Bizansı tetkik ediyorum da..
    — Ne?,
    — Bizans canım. Biliyor musun…
    — Bırak sen şimdi Bizansı. Elhamra’daki filmi gördün mü. Eh birader çocuklarla gitmiştik, görme bir güldük bir güldük.
    —Gülmek mi, hah, düşünmeyi tercih ederim dostum. Gülmek nedir biliyor musun? Psikolojik ve sosyal her hareketin bir menşei vardır. Ogüst Kont eserinde..
    — Bırak Allahaşkına.
    — Bırakmak mı? Biz müktesebatımızla…
    — Kusura bakma Hasan, biraz işim var.
    Cevdet bey çantasını çabucak topladı ve gitti. Yine traşa tutulduk diye düşünmüştü. Kurtulduğuna seviniyordu.
    Hasan bey tekrar hafifçe güldü. Bu dudaklarını ağzının gol tarafına toplıyan bir gülüştü. Gözleri küçülüyor ve inceliyordu. Hasan bey bu anlarda keskin zekâsının gözlerinde kıvılcım kıvılcım parladığını bilirdi. Dar dünyalı küçücük ‘insanlar. Sözde aydınlar. Var mı karı, var mı sinema, var mı gazino ?
    — Müktesebatım ve çalışmalarım, dedi kendi kendine.
    Bizans, yine Bizans, tekrar Bizans. Yolda bu, yazıhanede bu, her yerde bu. Otururken Bizans, kalkarken Bizans. Hasan bey konusunu parça parça bölüyor, didik didik didikliyordu. Artık Bizans’ın iler tutar tarafı kalmamıştı. Mağlup bir düşman gibi yerde can çekişiyordu. Dirseklerini, yazıhanesinin parlak camına dayadı, başını elleri arasına aldı. Böylece konusuna en son ve kat’i darbeyi indirmiş oldu. Sonra kalktı geniş adımlarla odasında dolaşmaya başladı. Bizans’ı tetkik eden bir çok ilim adamı vardı, fakat onun gibi kimse.
    — Fikirlerimi bir makale halinde toplamalıyım, dedi.
    Bir sigara yaktı. Meseleyi siyasi, iktisadi ve hukuki olmak üzere üç bakımdan tetkik ediyordu. Sigarasından bir nefes çekti ve birden anladı. Konusu ve fikirleri bir makalenin çerçevesine sığmıyordu. Taşmıştı. Onun gibi bir adam böyle bir konuda ancak kitap yazabilirdi.
    Kararını verdi, kitap yazacaktı. Heyecanlandı, bir ileri bir geri dolaştı. Adımları sert ve genişti. Bir sigara yaktı, bir iki nefes çekti söndürdü. Sonra tekrar bir sigara. İlk, kitabının ismini düşündü. İnce ve parlak zekâsını bu işte güçlük çekmiyeceğini biliyordu. Ve öyle oldu. İkinci turda isim hazırlanmıştı. “Roma Bizans Tesirleri ve Osmanlı Müesseseleri.” Bir de düşünceler, ekliyecekti, vazgeçti. Hemen yerine olurdu. Vakit kaybetmek istemiyordu. Önce yeni bir karton aldı. Sonra bir top da kâğıt. Kâğıtları dikkatle deldi ve kartona tek tek yerleştirdi. En sonunda da teli bastırdı. Artık hazırdı.
    Kartona büyük harflerle kitabımın ismini yazdı. Yine büyük harflerle birinci sayfaya da “Giriş”, onun altına da romen rakamıyla bir. Kitabı ilim dünyasına yenilik getirecekti.
    Metodunun sağlamlığı, fikirlerindeki kuvvet ve yenilik, dikkatten kaçmamalıydı, kaçmıyacaktı da. Cumhuriyet gazetesinde genç bir avukatın başarısı başlığını görür gibi oldu, eseri hakkında verilen izahları tasarladı. Resmi basılmış altına da ilim dünyasında yeni bir ses, yazılmıştı. Yabancı diller, mese18, İngilizce, Fransızca. Eseri mutlaka bu dillere çevrilecekti.
    Metodundaki sağlamlık, meseleleri incelemekte gösterdiği kuvvet ve fikrindeki yenilik. Hasan bey şimdi de eserinin yabancı dillerdeki nüshalarını görüyordu. Tebessümü dudaklarında zorla saklıyabildi. Sevinci de, gururu da, hepsini.
    — Budalalar görsünler bakalım. Benim kim olduğumu anlasınlar. Hadi Hasan göster kendini, gayret.
    Tekrar bir sigara yaktı, sonra dolmakalemini aldı. Ar(ık eserini yazmağa başlamıştı. Kâğıdın sol yanına küçük bir rakamını yazdı ve bir küçük çizgi çekti. Sigarasından bir nefes, bu defa da Bizans. Arkasından gözlüklerini düzeltti. Yazıhane karanlık değil miydi. Yağmur yağacaktı galiba. Işığı yakmak istedi, hattâ yerinden biraz kalktı da, ama sonra vazgeçti. Bol ışıkta çalışamadığını hatırlamıştı Nasıl bütün büyük adamların kendilerine has incelikleri varsa bu da onun inceliğiydi, bol ışıkta katiyyen çalışamazdı. İmkânsız.
    Fikirleri kaybolur giderdi. Loş ille de loş.
    Önce yazdığı Bizans kelimesinin yanına bir virgül koldu.
    — En çok Cevdet’e kızıyorum, ukâla serseri. Cumhuriyet gazetesinde resmimi görünce ne hale düşecek.
    Sigarasını söndürdü ve başladı. İlk olarak kartonun kapağına yazdığı eserinin ismine bir daha baktı, ve yüksek sesle okudu. Kalemi uzandı, Bizans’ın (B) si, Roma’nın (a) sı ve Osmanlıların (m) si üzerinden bir daha gecti..İyi yazılmamışlardı, anlaşılmıyordu. Arkasından hatırladı, ismini yazmayı unutmamış mıydı? Bu defa kalemi sag köşeye büyük harflerle Hasan Dinç ismini” yazdı. Altına da avukat, onun altına de kalın sert bir çizgi, Gözlüklerini düzeltip şöyle bir baktı.
    Gizli bir tebessüm dudaklarını büzüyordu. Şimdi sıra, giriş’e, büyük bir’e gelmişti. Kalem onların da üzerinden bir daha ve yanlış anlaşılmıya yer vermiyecek şekilde gecti. Açıklık ve kesinlik. Hasan bey açık ve kesin olmıyan hükümleri sevmezdi.

    Bizans ile başlıyan cümlesine devam etmek istedi, ama olmadı. Kaleminin ucuna küçük bir kâğıt parçasının takıldığını dehşetle görmüştü.
    — Bu şekilde bir uçla kat’iyyen yazamam.
    Temiz uçlu bir kalem Hasan Bey’in inceliklerinden ikincisiydi. Yazıhanesinin bütün gözlerini aradı, küçük, üzerinde herhangi bir not bulunmıyan bir kâğıt parçasını sonunda buIabildi, Kâğıdı katlayıp ucunu sivriltti ve büyük bir dikkatle kaleminin ucunu temizledi. Bu arada başka hiçbir şey düşünemezdi. Kalem ucuyla, Bizans’ın, Roma’nın bir arada bulunmıyacağını biliyordu. Eserinin ilk sayfasını ilmi kuvvetine uygun bir şekilde şiddetle buruşturup kâğıt sepetine attı. Kalan yazılara tahammül edemezdi, kat’iyyen edemezdi. Yeni bir kâğıda tekrar Giriş yazdı, tekrar büyük bir, sonra sol köşeye tekrar küçük bir ve Bizans, en sonunda da tekrar bir virgül.
    Ve sonra tekrar bir sigara,
    “Bizans ile Roma’nın bir arada düşünülmesi…” eserinin ilk satırı oldu. Ama devam edemedi. Terslikler üst üste geliyor, eserini yazmasına engel“oluyordu. Bu defa da saati görmüştü. Gözlerini bir an için eserinden kaldırmıştı. Sigarasından bir nefes çekecekti. İşte o anda saati gördü. Vakit öğleyi geçmişti. Evde yemeğe bekliyorlardı. Üzüldü. Şimdi herşeyi bırakıp eve gitmek. Yanlızca bir yemek için. Ama karısı bekliyordu.
    — Sonra, dedi, sonra, ne yapalım.
    Dudakları tekrar büzüldü. Sıkıntıdan bu defa. Fakat çaresizlik, Hasan bey zihni bir şeye takıldı mı başka hiçbir şey düşünemez, hissedemez hattâ. Bütün büyük adamlar gibi. Ne otomobil, ne otobüs, hiçbiri. Hepsi de fikirlerin dünyasında kaybolur giderdi. Otobüs durağında kendi kendine:
    — Belki de bir gün bu yüzden ölüp gideceğim, dedi.
    Bizans ile Osmanlı münasebetlerini düşünürken üzerine gelen bir otobüsü hissetmiyor ve ölüp gidiyordu. Ölmesi bir şey değildi, fakat eseri yarım kalacaktı, Bunun hem milli kültürümüz, hem de ilim dünyası için bir kayıp olduğunu biliyordu. Üzüntüsü bundandı, başka hiç.
    Otobüste durmadan ölümünü düşündü. Bir arkadaşı selâm verdi, görmedi. Zihni düşüncelerle doluydu, Ölümüne dalgınlığının sebep olduğunu anlıyacaklardı. Dalgınlıksa ilmi konularda fazla çalışmaktan oluyordu. Bunu bilmiyen mi vardı ?.
    — Alim adamdı, diyeceklerdi, kimbilir ne düşünüyordu.
    Akıllılar yaşamaz Zaten.
    Sokağın başında indi. Caddenin diğer tarafına geçerken hızla gelen bir otomobile yol verdi. İşte diye düşündü, bu otomobilin altında kalabilirdim.
    Evinin kapısını çalan artık Hasan bey değildi. Konu komşu herkes toplanmıştı. Alim adamdı diyorlardı. Neler bilmezdi. Bir dakika bile boş geçirmezdi. Ya kitap okurdu, ya da düşünürdü.
    Karısını çok sonra görebildi.
    — Sorma, dedi, az daha senin efendi gidecekti, ölüyordum.
    — Allah aşkına ne oldu?
    — Şu otomobiller de.. Anlamıyorum, hiç anlamıyorum.
    — Allah korumuş.
    — Ben de biraz dalgındım ama.
    — Kimbilir yine neler düşünüyordun?
    — Ben mi, hiç!
    — Öyle öyle.
    — Bizans. Biliyorsun son günlerde Bizans üzerinde çalışıyorum.
    — Hiç de dikkat etmezsin.
    — Dikkat zihnin bütün faktörleri ile bir noktaya teksif edilmesidir. Ben aklımı otomobil yollarına teksif edecek yerde, eserime tahsisi evleviyetle tercih ederim, mevzubahis olan hayatım da Olsa.
    Önce aptesthanede sonra, da el yıkama yerinde tekrar etöekten kendini alamadı. Sözlerini beğenmişti.
    — Mevzubahis olan hayatım da olsa.. mevzubahis olan..
    Mutfağa gecti, yemeğin çabuk hazırlanmasını söyledi. Geç kalmak istemiyordu. I4itabına hemen başlamalıydı. Vakit kaybetmiyecekti. Hiç mi hiç.
    Hasan bey fikir meselelerinden sonra, ikinci olarak yemeklerin çeşit ve nefasetlerine düşkündü. Sofraya her zaman büyük bir dikkat ve zevkle oturur, yemeğini iştahla yerdi. Bu arada karısını ve başka bir dâvetlisi varsa onu fikir meselelerinde aydınlatmaktan, olayların gerçek yönlerini belirtici İzahlar yapmaktan da geri kalmazdı. O gün de karısına eseri hakkında bilgi vermek istedi.
    — Bugün eserime başladım, hanım.
    Karısı Hasan bey’in bu yoldaki izahlarının büyük bir dikkatle karşılanması gerektiğini biliyordu.
    — Herhalde çok büyük bir kitap olacak. Büyük ve güzel.
    — Evet. Bugüne kadar olan müktesebatım ve bundan sonra yapacağım çalışmalarla eserimi ilim dünyasına yeni bir ses olarak bırakacağım.
    — Tabii, sen bunu yapacak kuvvettesin. Her zaman söylerim. Bir konuşmağa başladın mı…
    — Eserimde meseleyi üç bakımdan mütalea ediyorum. Önce umumi bir giriş ve metod, sonra meselenin iktisadi, içtimai, hukuki yönü, en sonunda da netice..
    Çatalını zeytinyağlı enginar dolması ile doldurdu. Haki katen güzeldi. Çenesi iştahla kımıldadı ve bu yüzden konuşması yarıda kaldı. Karısı:
    —- Tabii, dedi, görmüyor muyum, sen konuşurken herkes nasıl dinliyor.
    — Dinlemek dedin de aklıma geldi, bugün Baro’da arkadaşlarla Bizans’ı tetkik ettik. Onlara meseleyi şöyle kabataslak anlatıverdim. Şaşırdılar. Budalaların hiçbirisinin aklına Bizans gelmemiş.
    —- Tabii sen…
    — Bizans bilinmeden bir şey yapılamaz. Onlara bunu anlattım.
    — Sen konuşurken kimbilir..
    — Metodum, olayları oluş şartları içersinde incelemektir. Romadan sonra Bizans.
    — Kimbilir nasıl.
    — Evet pozitivizm’i kabul ediyorum, ama gerçek mânasiyle pozitivizm ve yeni bir idrâkla, nitekim..
    Sıra kayısı kompostosuna gelmişti, bir kaşık aldı ve cümlesi tekrar yarıda kaldı.
    — Evet ne diyordum..
    — Komposto güzel mi Hasan, istediğin gibi yapabilmiş miyim?
    — Ne komposto mu, ha güzel. Nitekim…
    Sözünü yine tamamlıyamadı. Komposto hakikaten güzel olmuştu. Aralıksız içti. Bitirdiği zaman karısı kalkmış, sofrayı toplamağa başlamıştı.
    Artık çalışmak zamanıydı. Akşama kadar aralıksız. Bugün girişi tamamlıyacaktı. Sigarasını yaktı ve radyoda bir müzik buldu. Sonra divana uzandı. Üzerinde bir ağırlık hissetmiyor değildi. Sıcaklar da. Eserinde meseleyi üç bakımdan inceliyordu. Önce giriş ve metod. Bu sıcak da. Kolunu kaldıracak hali kalmamıştı. Yorgunluk. İş bir yandan, fikri çalışma bir yandan. Sabahtan akşama kadar.
    — Yine iyi dayanıyorum, yerime başkası olsa, dedi kendi kendine.
    Bir sigara daha. Gözleri küçülüyor küçülüyor, ufacık bir nokta oluyordu. Zekâsını bütün incelikleri ile aksettiren gözleri, yok gibiydiler. Kolunu kaldırmak istese kaldıramazdı. Yavaşça.
    — Eserim, dedi, Bizans.
    Davranmak istedi, imkânsız. Arkasından hemen hatırladı.
    Kendisinde en çok beğendiği taraflardan birisi de gerçekleri görmesi değil miydi? Zindelik fikirlerin iyi ifade edilebilmesi için şarttı. Bu yorgunlukla yazacağı kısımlar istediği kuvvette olmıyacaktı. Giriş gibi mühim bir kısım da zaafa gelmezdi. Hasan bey biraz uyumanın maddi gerçeklere ve eşyanın tabiatına uygun geleceğini anlamakta gecikmedi. Tabiatı eşya bunu emrediyordu ve Hasan bey gerçekçi bir adamdı. Sigarasını söndürdü, radyo’yu kapattı.
    — Hanım, dedi, ben biraz yatacağım.
    — Ne, gidiyor musun, anlamadım.
    — Hayır, hayır, yatacağım biraz. Sonra… ✪