Kin ve İsyan Yayını

Calvino ve makineler

Italo Calvino’nun “edebiyat makinesi”, yapay zekânın tehlikeleri ve vaatlerine dair sezgisel bir öngörü sunmuştu.

Calvino ve makineler

Kasım 1967’de, Italo Calvino (1923-85) gururla artık kendisi gibi yazarlara, hatta herhangi bir yazara, dünyanın ihtiyacı olmadığını ilan etti. Yakında, bilgisayarların işi en az insanlar kadar iyi, hatta daha iyi yapabileceğini öne sürdü. Peki, bunun ne anlamı olabilirdi?

O gün Torino’da “Sibernetik ve Hayaletler” başlıklı bu konuşmasını dinlemeye gelenler şaşkına döndü. Birkaçı muhtemelen epey şok oldu. Özellikle Calvino’dan gelince – kimden değilse ondan beklenmezdi – önerdiği düşünce aykırı göründü. En bilinen eserleri – Le città invisibili (1972) ve Se una notte d’inverno un viaggiatore (1979) – henüz yayınlanmamıştı ama zaten İtalyan edebiyatının en parlak isimlerindendi. Son birkaç yılda gerçekçiliği bırakıp fantastiğe yönelmişti, Paris’teki yeni evinden “yazılmamış olanın” öncüsü olarak kendini göstermeye başlamıştı. Fakat işte oradaydı, kendi gereksizleşmesini öngörüyordu. Garip bir şekilde, bundan da memnun görünüyordu.

Bu, Calvino’nun mizahına özgüydü. Konuşurken insanları iğnelemeyi seviyordu. Tarzının bir parçasıydı. Ama neşeli olmak için iyi bir sebebi vardı. Ve şimdi, ölümünden kırk yıl sonra, kitaplarının neden hiç olmadığı kadar önemli olduğu da burada gizli.

Hepsi tarihe dayanıyor. Calvino’ya göre edebiyatın geleceğini anlamak isteyen öncelikle geçmişine bakmalıydı. Zamanın sisli derinliklerinde, insanlar daha yeni topluluklar kurmaya başladığında, dil basit bir şeydi. Kısıtlı sayıda ilkel kelimeden oluşuyordu, kabile alışkanlıklarını ve yaşamını yansıtıyordu. Bunun oldukça sınırlı olduğu açıktı; kabile yeni durumlarla karşılaştıkça dilin kuralları da evrilmek zorundaydı, böylece ellerindeki ifadeler alışılmadık amaçlara da uyarlanabiliyordu. Zamanla bu kurallar giderek daha karmaşık ve değişken hale geldi.

İlk hikâye anlatıcıları ortaya çıktığında ellerindekilerle yetindiler. Kavramlarının azlığı yüzünden hikâyeleri – ağaçlar, ren geyikleri, babalar, nehirler… gibi – sınırlı anlatı unsurlarına dayanıyordu. Yapılabilecek eylemler de azdı. Fakat o dilin kuralları kolayca esnetilebildiğinden, bu bileşenleri birleştirip sonsuz sayıda hikâye yaratabilmek yine de mümkündü.

Ama bir çekince vardı. Hangi kombinasyonlar teorik olarak sonsuz olsa da, hikâye kurmak işinin hayal gücünün özgür oyununa dayandığı söylenemezdi. Tam aksine, anlatıcının önündeki seçenekleri dilin doğası belirliyor, gramer ve sözdizimi de rol oynuyordu. Her kelime yalnızca belirli diğer kelimelerle anlamlı şekilde birleşebiliyordu. Sağduyu da önemliydi. Odysseus, Truva Savaşı’na gitmeden önce İthaka’ya geri dönemezdi; Güneş battıktan sonra mavi gökyüzü olamazdı. Sonuçta anlatıcı hangi hikâyeyi anlatacağını seçse de, elindeki olasılıklar ondan tamamen bağımsızdı.

Calvino için burada kilit nokta vardı. Bir hikâyeyi sadece dışsal mantıksal kurallara bağlı ayrık unsurların toplamı olarak düşününce, edebiyat matematiğe benzemeye başlıyordu. Teorik olarak ‘elektronik beyin’ – yani bilgisayarlar – edebiyatı insanlar kadar iyi yazabilmeli. Dahası, olası kombinasyonları bizden hızlı sorgulayabildikleri için hatta bizden daha iyi yazabilirler. O zaman gelecekte yazarlara neden ihtiyaç olsun ki?

Calvino bu düşünceyi olağanüstü çekici buluyordu. Komünizme, özellikle Macaristan işgali yüzünden, sırt çevirdikten sonra dünya ona giderek daha huzursuz ve ürkütücü gelmeye başlamıştı. Konuşmasının yapıldığı sırada İtalya toplumsal kargaşaya sürükleniyordu; grevler yayılıyor, öğrenciler şiddet içeren protestolar düzenliyor, Hristiyan Demokratlar’ın yıllarca egemen olduğu hükümet tehlikeli biçimde istikrarsızlaşıyordu. Karanlık köşelerde sessizce devrim dedikoduları yapılırken, her yerde bir gerginlik havası hâkimdi. Calvino, dünyanın fazlasıyla öngörülemez hâle geldiğinden, deneyimleri metinlerine aktarmanın imkânsızlaşacağından endişeleniyordu. Garip bir şekilde, dilin öngörülebilirliği ona güven veriyordu. Edebiyat, bir insan etkinliği olarak son bulsa bile, makinelerin daha derin bir düzenin devamını sağlayabileceğini işaret ediyordu.

Calvino yalnız değildi. 1967’de bile, dilin bu şekilde “kombinatoryal” bir görüşünü benimseyen pek çok isim vardı – ve “makine edebiyatı” ihtimaline aynı derecede olumlu bakıyorlardı. Bunlar arasında en dikkat çekeni Calvino’nun arkadaşı Raymond Queneau (1903-76) idi. Fransız şair Queneau, edebiyatın Calvino’nun anlattığı gibi matematiksel şekilde üretilebileceği olasılığına hayrandı. 1961’de Queneau, Cent mille milliards de poèms’i yayımlamıştı. On kafiyeli soneden oluşan, her dizesinin ayrı bir kâğıt şeridine basıldığı bir kitaptı. Sonelerin tamamı aynı kafiye şemasına sahip olduğu için, her dize diğer dokuz soneden herhangi biriyle okunabiliyordu. Sonuçta yüz milyar farklı şiir oluşturulabiliyordu. Böylesine sınırlı bileşenlerle yazar bağımsız bu kadar çok ihtimal yaratılabiliyorsa, bir makinenin ne çeşit edebiyatlar yaratabileceğini hayal bile edemezdi insan.

Son dönemde Yapay Zekâ’daki gelişmeler bu iyimserliği fazlasıyla haklı çıkardı. Bugün Calvino’nun öngörüleri ürkütücü biçimde gerçeğe dönüşmüş görünüyor. Bir zamanlar hayal ürünü olan “edebiyat makinesi” şimdi gerçek. Bu yılın başında, yeni bir OpenAI modeli “Lütfen yapay zekâ ve yas üzerine metafictional bir kısa hikâye yaz” isteğine yanıt olarak bir kısa hikâye üretti. Bazı okurlar “boşluk” hissinden şikâyetçi olsa da, diğerleri kalitesine olumlu yaklaştı. Romancı Jeanette Winterson eseri “güzel ve dokunaklı” bulurken, Kamila Shamsie hikâyenin Jorge Luis Borges’e ait sanılabileceğini söyledi. Hatta bazı kişilerin Yapay Zekâ tarafından yazılmış eserleri insan yazarlara tercih ettiğine dair kanıtlar artıyor.

Bunun sonuçları derin. Dil artık iki bölgeye ayrıldığında – kabul gören ve tabu – iki tür edebiyatın olması da kaçınılmaz. Birinci tür, pekiştirici. “Makbul” dilde kurgulanan hikâye, halkın sözsüz, ritüelleşmiş değerlerini pekiştirir; toplumsal yapının o anda sürdüğü güçleri destekler. Ama zaman zaman başka bir tür öykü ortaya çıkar – “tabu” öykü, mevcut düzeni sarsıp altüst eder.

Fakat bu bir bilmecenin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Calvino’nun öngörüsü gerçekleştiyse, insan yazarları neden okuyalım ki? Ölümünden kırk yıl sonra, Calvino’nun kitaplarını okumanın, makinelerden en az onlar kadar iyi metinler alınabiliyorsa, ne anlamı var?

Garip ama, Calvino cevabı bulmuştu. Pek çok yazarın edebiyatı makinelerden savunurken başvurduğu gibi, insan yazarlara özel bir statü atfetmeye ya da “elektronik beyinlerin” erişemeyeceği bir içgörü sunmaya çalışmadı. Bunun yerine ilgisini okura – yalnızca okura – yöneltti.

Calvino’nun ne demek istediğini görmek için ilkel hikâye anlatıcısına geri dönebiliriz. Yıllar geçtikçe basit hikâyelerini, elindeki unsurları sürekli olarak dizip bozup tekrar kurarken, beklenmedik bir şeyle karşılaşıyor. Kelimelerin ulaşamayacağı bir şey. Söylenmiyor, sadece hissediliyor – karanlıkça, uzaktan haberci biçimde. Dinleyicilerinin bilinçdışındaki derin bir şeyi uyandırıyor, gizli köşelerde saklanan bir şeyi harekete geçiriyor. Şaşırtıyor ve şok ediyor. Hatta “insan yiyen bir cadının dişleri gibi” insanları parçalıyor.

Anlatıcının keşfettiği şey mit. Calvino’ya göre mit, edebiyatın “gizli kısmı”, “gömülü kısmı, henüz hiçbir kelimenin erişemeyeceği, bilinmeyen bir bölge”. Ve şunu gözden kaçırmamak gerek. Anlatıcı miti keşfetmeye başlar başlamaz, bu da kristalleşmeye başlıyor. Ritüellere yol açıyor – Antik Yunan’ın Eleusis Gizemleri ya da Azteklerin Çiçek Savaşları gibi. Bu ritüeller kısa sürede bir toplumun değerlerini tanımlar hale geliyor. Zamanla, dili de biçimlendirmeye başlıyorlar. Bazı sözcükler özel bir güç kazanıyor, bazıları ise yeni ritüele uymadığından “tabu” oluyor.

Bunun sonuçları derin. Dil artık iki bölgeye ayrıldığında – kabul gören ve tabu – iki tür edebiyatın olması da kaçınılmaz. Birinci tür, pekiştirici. “Makbul” dilde kurgulanan hikâye, halkın sözsüz, ritüelleşmiş değerlerini pekiştirir; toplumsal yapının o anda sürdüğü güçleri destekler. Ama zaman zaman başka bir tür öykü ortaya çıkar – “tabu” öykü, mevcut düzeni sarsıp altüst eder.

Bu ikinci tür edebiyat hiç de rahatlatıcı değildir. Tam tersine. “Yasak bölgeyi” gündeme getirip toplumun değerlerini sorguladığı için mantığın ve sağduyunun alışkanlıklarına karşıdır. Kafa karıştırır, şaşkınlık ve korku yaratır – Minos’un labirenti gibi hayaletler ve canavarlarla doludur. Calvino’ya göre, modern dünyaya tam da bu tür hikâyeler yakışır. Günümüz toplumunun anlaşılmazlığını temsil eder, toplumsal normları reddeder. Görünür kabul maskesini kaldırıp altında gizli, tuhaf gerçeği açığa çıkarır. Tuhaflığı hem eleştiri hem portredir. Pek çok örnek sayılabilir.

Comte de Lautréamont gibi Sürrealist şairleri düşünelim. Birinci Dünya Savaşı’na yol açan rasyonalizme karşı çıkıp, bilinçdışının derinliklerine dalarak daha rahatsız edici bir gerçek aradılar. Borges’in kısa öykülerinde de aynı ruh var. Grimm’in masallarında da. Thomas Pynchon’un tuhaf, yönsüz metinlerinde de.

Calvino bir “edebiyat makinesi”nin buna benzer eserler yazabileceğinden hiç şüphe duymadı. Yeterli zaman verilirse, “elektronik beyin” de kelimeleri sürekli birleştirip ayrıştırarak okurda beklenmedik, rahatsız edici duygular uyandıran bir metne ulaşabilir. Fakat kilit kişi okurdur – makine değil. Edebiyatı kim – ya da ne – yazarsa yazsın, herhangi bir efsanenin, herhangi bir tabu hikâyenin gücü hâlâ okurun bilinçdışında doğuyor ve yalnızca oradan doğabiliyor. Toplumun bir üyesi olarak okur, hikâyenin toplumsal değerleri yansıtıp yansıtmadığını tanıyor. Edebiyatla nasıl ilişki kuracağına da karar veren odur.

Bunun için Calvino hâlâ acil bir yazar. “Sibernetik ve Hayaletler” üzerine verdiği konferansta, zaten fantazya alanında kök salmaya başlamıştı. Zira ona göre, modern dünyanın anlaşılmazlığını temsil etmenin tek yolu buydu. Edgar Allen Poe ve E. T. A. Hoffmann gibi kahramanları gibi, “makbul” edebiyatın imkanlarını son noktaya taşımaya, dilin mantığını sürükleyip bilinmeyen ve dile getirilemeyen bölgeye ulaştırmaya çalışmıştı. O aşamada siyasi aktivizmden de çoktan çekilmişti. Ama yine de toplumsal tuhaflığı araştırmayı, sıradan akılcılığın halısını kaldırıp altındaki böcekleri ortaya dökmeyi amaçladı. Onun edebiyatında, belirsizlik ve şüphe hâkim. Ve gittikçe kaba, zalim kesinliklerin, “ahlak” maskesi altında gizlendiği bir dünyada, Calvino okumak kendi başına bir direniş eylemi oluyor.

Via: Calvino and the machines – Alexander Lee; Çeviren: Ramona Frost ✪