Lars And The Real Girl
[E]n ufak bir temasın canını acıttığını söylüyor. Cildi üzerinde, cidden, ağrı benzeri bir şey hissediyormuş ona dokunulduğunda. Yanık gibi. “Hani kışın dışarı çıkarsın da ayakların donar; sonra tekrar eve geldiğinde ağır ağır ısınır ya. Onun gibi işte.” diyor. Elleri eldivensizken tokalaşmıyor bile. Dokunmasına izin verdiği tek nesne, el örgüsü bir şal. Onu boynundan ayırmıyor. Çünkü o, canını yakmıyor. Kendisini doğururken ölen annesi tarafından örülmüş basit bir şal değil yalnız bu; anne elinin ebedi dokunuşu. Başka kimseyi kendisine dokundurtmuyor. Canlı olanın can yakabileceğinden hassas bir şekilde haberdar.
Yalnız. İçtenlikli insanların çevrelediği küçük bir kasabada yaşıyor. Seviliyor da her biri tarafından şaşırtıcı derecede. Görevini olabildiğince yerine getiren bir mümin, her pazar kiliseye zamanında gidiyor, ağır paket taşıyanların yardımına koşuyor. Mütevazı bir iş sahibi aynı zamanda. Yine de yalnız. Çünkü hayatında eksik bir şey var. Doğduğundan beri etini kaplayan ince, hassas ikinci bir deri… O eksiklik. Kat kat giyiniyor. O eksikliğin ördüğü derisine hiç kimse dokunamasın diye üst üste giyiniyor giysilerini. Mevsimlerden kış, ona çok yardım ediyor. İri cüssesi büyümesine yetmiyor. Öyle çocuk ki, bedeni içinde dolaşmaktan ürküyor. Karanlık buluyor vücudunu. Öyle terk edilmiş ki bir defa, koca kasabanın toplam nüfusu açılan o çentiği dolduracak et topağı olamıyor.
[sws_blockquote_endquote align=”right” cite=”-” quotestyle=”style04″] En kestirme yoldan filmi tanımlamam istense şu iki sözcüğü kullanırdım: Sakin ve dokunaklı. Pek çok ayrıntısıyla psikanalitik okumalara açık bir film aynı zamanda. [/sws_blockquote_endquote] Plastik çiçekleri seviyor; asla ölmeyecekleri, solmayacakları ve onu hiç terk etmeyecekleri için ya da belki kendi kalbini kırmayacak ama öfkelendiğinde sakınmadan kalbini kırabileceği birini istiyor: Sessiz bir sevgili. Sessizliği, soğukluğunu umursatmayacak kadar büyük, asla incitemeyecek oluşundaki kesinlik, kıpırtısızlığını hoş gösterecek kadar kapsamlı. Koca bir mukavva kutu içindeki plastik ve plasebo sevgili: Bianca.
Lars Lindstrom’dan bahsediyorum. O bir film karakteri. Craig Gillespie tarafından 2007’de çekilen Lars and the Real Girl/Gerçek Aşk adlı filmin karakteri. Lars’ı Ryan Gosling canlandırıyor. Fakat sinema jargonu icap ettiği için sarf etmiyorum bu sözcüğü. Gerçekten can vermek manasında canlandırıyor. Bağımsız sinema örneklerinden, hatta deneysel bir film bile diyebiliriz. Bağımsız filmlerden en başarılı olanlar, konu odaklı olmak yerine genellikle karakter odaklı bir hikayeyi temel alır. Muhakkak, bu da çok güçlü oyunculukları zorunlu kılıyor. İşte oyunculuktaki hayran bırakan başarı nedeniyledir ki kolayca bir karikatür haline gelebilecek karakter ya da basit bir komediye evrilebilecek öykü, son saniyeye kadar hassas dengesini korumayı biliyor. Bir insan ne kadar yalnız olabilir ki? Bu tenhalık duygusu nerelere götürür? Bir nevi insanlara karşı izole edilmiş beden ile ne çeşit üzüntüler, travmalar baş gösterir? İnsan bunlarla nasıl başa çıkar? Yer yer sürrealite ve saçmalık sınırlarına varan hikayenin gidişatında, Lars karakteri Gosling, tüm bu soruları inandırıcı bir samimiyetle yanıtlar. Böylesi bir hikayeyi birinden dinlerken burun kıvırabiliriz belki. Ama Ryan Gosling üzerinden izlerken tastamam inanırız.
Lars, doğduğundan beri annesizdir. Hiç görmesek de bazı alt vurgularla hafif depresif bir baba tarafından büyütüldüğünü biliriz. Gus adında bir de abisi vardır Lars’ın. Kendi ayakları üzerinde durmayı başardığında, ortak hikayelerindeki tragedyayı paylaşmak ağır geldiğinden olmalı; kardeşi ve babasını bırakıp kendi hayatını yaşamaya gider. Yıllar sonra, sevdiği kadınla eve döner. Babası ölmüş; görünüşte küçük kardeşi Lars büyümüş, yirmi yedi yaşında bir adam olmuştur. Eşiyle baba evine taşınır Gus. Lars da onların yanında kalmak istemez ve evin karşısındaki garajda yatıp kalkmaya başlar. Bir sosyo-fobik değildir. İşine gider, kiliseye gider, yapması gerektiği kadarıyla kasaba yaşamına katılır. Ama hepsi o kadar. Bir milim bile fazlası değil. Kimseye değmez, kimseyi kendine değdirtmez. Yengesi tatlı Karin (Emily Mortimer),onu hayatlarına, insanlarla daha sıkı ilişkiler içine çekmeye çalıştıkça Lars şiddetle direnir. Abisi Gus da (Paul Schneider) kardeşinin bu münzevi haline üzülmektedir. Hatta durumdan kendini sorumlu hissettiği için biraz suçluluk da duymaktadır. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, onu yalnızlığından koparamazlar. Ta ki günün birinde Lars’ın onlara internet yoluyla tanıştığı kız arkadaşı Bianca’nın geldiğini haber vermesine kadar. Evde bayram havası eser. Kız için oda hazırlanır çünkü dindar bir Hıristiyan olan Bianca ile aynı odada kalmasının doğru olmadığını söylemektedir Lars. Güzel bir akşam yemeği tertiplenir ve Lars ile Bianca’yı beklemeye koyulurlar. İkisi de tam zamanında yemeğe gelirler. Gus ve Karin’in yüzlerindeki hayret, cidden görülmeye değer bu sahnede. Çünkü Bianca, üzerinde siyah file çorapların, parlak çizmelerin olduğu, anatomik açıdan mükemmel bir kızdır. Ne var ki Bianca gerçeğe yakın tasarlanmış ve umumiyetle seks oyuncağı tabir edilen plastik bir bebektir. Fazla belli etmemeye çalışsa da abi dehşete düşer. Ne yapmaları gerektiğini bilmezler, nasıl davranılmalı böyle bir durumda. Düpedüz delirmiş, kafayı sıyırmış yirmi yedi yaşındaki bir adam bu yaptığından nasıl alıkonulabilir? En sonunda, psikolog da olan kasaba doktoruna başvurmaya karar verirler. Çünkü Lars, Bianca ile konuşmakta, tabağına konan yemeği yemesine yardım etmekte hatta onun adına yengesinden daha basit giysiler, gecelikler, atkı ve bereler istemektedir. Lars için Bianca plastik falan değil, enikonu aşkla bakıştığı bir sevgilidir.
Şimdi hikayenin tam burasında biraz durmak istiyorum. Pek çoğumuz için daha tanıdık bir sahne ve bir diyalogu anımsatmak için durmak. Halil’in Meral’e duyduğu aşk. Boyacı Halil. Hani duvardaki çerçeveli bir resme aşık olan Halil. Bu filmden neredeyse kırk yıl önce, 1965’te çekilen bir filmin karakteriydi Halil. Müşfik Kenter oynuyordu. Metin Erksan’ın unutulmaz başyapıtı Sevmek Zamanı. Halil, Meral’e, onun resmine aşık olduğunu ve bunun yalnızca kendisini ilgilendirdiğini söylüyordu. Meral ise ısrarla madem ki resmin kendine ait olduğunu, bu durumda söyleyeceklerini resme değil onun yüzüne karşı söylemesi gerektiğine ikna etmeye çalışıyordu. Filmi izleyenler mutlaka hatırlıyordur Halil ile Meral arasındaki şu konuşmayı:
Halil: Resmin sen değilsin ki? Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.
Meral: Bu davranışların bir korkudan ileri geliyor.
Halil: Evet. Bu korku sevdiğim bir şeye ebediyen sahip olmak için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de, sana âşık olsaydım ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Halbuki resmin bana dostça bakıyor.
İşte Lars’ı cansız bir kadına, bir nesneye aşık olmaya iten saiklerden biri buydu. Sevdiği şeye ebediyen sahip olma tutkusu ile onu kaybetme korkusunun götürdüğü yerde Bianca duruyordu. Bianca, hele de tekerlekli sandalyesindeki bu sessiz ve itaatkar haliyle Lars’ı bırakıp gitmeyecekti. Değişmeyecekti. Artık seni sevmiyorum demeyecekti. Boynundan ayırmadığı annesinden kalan tek yadigâr şal gibi, bir tek Bianca dokunduğunda canı yanmıyordu Lars’ın. Hatta henüz tanıdığı bir mutluluk bile duyuyordu. Galeano “Hinduların kutsal bir inek gördüğü yerde, başkaları koca bir hamburger görür.” demişti. İnsan filmi izlerken bu söze nasıl hak vermesin? Onu sipariş edenlerin muhtemelen tamamı için Bianca benzeri nesneler birer “real-doll”, bir şişme kadından ibarettir. Ama Lars, Bianca’yı, yalnızlığının eczasıyla insan yapacaktır. Aynı izleğin bir gereği olarak Lars’ın bir sahnede Bianca’ya kitap okuması da kayda değer. Çünkü okuduğu kitap, Don Kişot’tu. Hayalperestlerin atası Manchalı Şövalye ve yel değirmenlerinin; Dulcinea’nın hikayesi.
[sws_blockquote_endquote align=”right” cite=”-” quotestyle=”style04″]Lars, tıpkı temel terimlerinden olan “eksik/manque” ile Lacan’ın söylediği üzere annesinden doğmak yoluyla kopan bizlere ek olarak, o anne imgesinden de sonsuzca kopmuştu. [/sws_blockquote_endquote] En kestirme yoldan filmi tanımlamam istense şu iki sözcüğü kullanırdım: Sakin ve dokunaklı. Pek çok ayrıntısıyla psikanalitik okumalara açık bir film aynı zamanda. Özellikle Lacan’ın “objet petit a”* dediği ve dilimize en basit biçimde “küçük öteki-nesnesi” olarak çevrilebilecek kavram üzerinden Lars’ın şalı ve Bianca’sı çok enterese etti beni. Gerçi Lacan, bu fantazmatik ve simgesel nesneyi peşinde koşulan ve esasında bir türlü yakalanmak da istenmeyen arzu nesnesi ile açıklar. Bu durumda Lars’ın elinde tuttuğu şeylere belki geçiş nesnesi ya da ikame nesnesi olarak bakmak daha doğru olur. Ancak yine de gerçeğin bir türlü sığdırılamadığı simgesel sistem dikkate alındığında bu kavramdan pekala yararlanabiliriz. Çünkü Lars, tıpkı temel terimlerinden olan “eksik/manque” ile Lacan’ın söylediği üzere annesinden doğmak yoluyla kopan bizlere ek olarak, o anne imgesinden de sonsuzca kopmuştu. Bu eksikliği dilsel yoldan ifade edecek bir sözcük olmadığına göre -yani anne gereksinimi ve ona duyulan talep arasındaki dilsel ilgi tamamıyla yitirildiğine göre- bu eksik yalnızca erişilmesi imkansız bir somut-nesne tasarlayarak tamamlanmaya çalışılacaktır. İlginç biçimde Lacan, bu eksiği gidermesi için koordine edilmiş nesnenin aslında “yok” olduğunun altını çizer. Yani özne; filmimiz açısından Lars, bu nesnenin fantazmatik yönünün, gerçeklenmediğini bilir. Bundan ötürü o nesneye büsbütün ulaşmaktan kaçınır. Şöyle açıklıyordu Lacan: “Je sais bien, mais quandmeme…/Aslında çok iyi biliyorum, ama gene de…” Kısaca Lars da pekala bilincinin bir yanıyla biliyordu Bianca’nın onun eksiğini gideremeyeceğini. Öte yandan herhangi canlı bir bireyin gideremeyeceğine ilişkin inancı, bu delüzyon ile çakışıyordu. Biliyordu; ama gene de deniyordu. Sahiden aramaktan vazgeçemezdi. Ne var ki bulmaktan da deli gibi korkuyordu. Lars’ı gerçek insanların sevgisi karşısında ürküten, bulduğu şeyin, büyük uçurumunu kapatmaya yetmeyeceği bilinci idi belki: Nasılsa terk edilebileceği, ölerek yahut kalarak birini yitirebileceği. Dedim ya başlarda; büyümek için kocaman bir cüssenizin olması yetmez. Anne bedeninde başlangıçta sahip olunan bütünlüğe dönmek içinse parmak kadar küçülmek, müzmin bir çocuk olmak hiç yetmiyor. Tek bildiğimiz, eksik bir şeyin olduğu. Bazılarımız onun giderilemeyeceğini de bilir. Bununla baş etmekse o bazıları için galiba fazla zor.
[sws_blockquote_endquote align=”right” cite=”-” quotestyle=”style04″] Bu hikayeyi emsalsiz kılan ince bir nokta da bana kalırsa, alıştığımız iyi ve kötü çatışması üzerinden kurulmamış bir drama çatısına sahip olması. [/sws_blockquote_endquote] Doktor Dagmar’ın (Patricia Clarkson), Lars’ın kabullerini zedelememek gerektiği konusunda Gus ve Karin’i ikna etmesiyle birlikte, onlar da diğer kasabalılarla konuşmaya karar verirler. Kilise cemaati derhal toplanır, nasıl yardım edebileceklerini tartışırlar. Böylelikle elbirliği içinde Lars’ın Bianca’sı onlardan biri gibi yaşamaya başlar aralarında. Bianca, en önce, fabrika ayarlarından ve tasarlanma maksadından uzaklaştırılır Lars tarafından. Ortalama bir kasaba insanı gibi giyinmeye başlar. Ziyaretleri sırasında elinde ya bir çiçek buketi ya da ufak bir hediye taşır. Dahası, kasabalı kadınlarla hayır işlerine dahi iştirak eder. Hatta parodik biçimde kasabalı kadınlardan biri, sevgilisinin çok meşgul olmasını hazzetmeyen Lars’a “Bianca’nın da bir hayatı var Lars!” diyebilecektir. Bianca’yı kabullenme hususunda, birlikte çalıştıkları küçük ofisteki Margo (Kelli Garner), açıkça Lars’tan hoşlandığını defalarca belli etmiş olmasına rağmen, en az diğerleri kadar içten çaba gösterir. Aslında bütün bu dayanışma ve birlik beraberliğe rağmen herkesin kendi köşesinde, apayrı da bir yalnızlığı olduğu için belki, her birinin yalnızlık damarları Lars’ı tanır. Bunlardan en sevimli, aynı zamanda iç burkan sahne, Margo’nun oyuncak ayıcığını şaka olsun diye iş arkadaşlarından birinin telle boğmasıyla başlayan bölümdü. Margo, ayısının bu haline bir kenarda ağlarken, Lars ilk kez kıza yaklaşmayı göze alıp, yanına oturuyordu. Sonra da oyuncağı ağzına yaklaştırıp ona suni solunum yaptırıyor ve hayata döndürüyordu. Bir nesneye hayatiyet atfetme müştereğinden Lars, ilk kez canlı bir kadına karşı yakınlık hisseder böylece. Hikayenin ibresi yumuşakça Bianca’nın aleyhine, Margo’nun lehine kıpırdanmaya başlar.
Bu hikayeyi emsalsiz kılan ince bir nokta da bana kalırsa, alıştığımız iyi ve kötü çatışması üzerinden kurulmamış bir drama çatısına sahip olması. Doğrusu daha önce denenmişse bile ben bu ölçüdeki çatışmasızlık haline hiç rastlamamıştım. Öykünün belli kriz noktalarında apaçık şekilde “Tamam, şimdi biri gelip durumla alay edecek ve oyun sona erecek” dediğim çok oldu. Fakat bu hikayenin içinde tek bir “kötü” figürle karşılaşmayız. Hele de öykü bileşenlerinin neredeyse tüm kasaba halkı olduğu düşünülürse, inandırıcılık parametreleri açısından bunun ne denli riskli olduğu fark edilir. Görünür bir düşman yok, vicdansız adamlar ya da kadınlar yok. O devasa zedeleyiciliğiyle yalnızlık daha bir görünür olabilsin diye ihtimal ki, filmde başka herhangi negatif unsur yer bulmuyor. Filmimizi şaibe altında bırakmayacağına inanarak yine de şunu belirtmek zorundayım: Hoşgörü, gedikler içermeyen sevgi ve “İsa olsaydı bu durumda ne yapardı?” sorusu gibi terim ve önermeler üzerinden, son derece başarılı Hıristiyan bir portreyi tamamlayan figürler kullanılıyor. Bunun için hikayede payı olanları kim suçlayabilir. Nihayetinde bu biraz da örtük bir ahlak hikayesi. Mevcudu kutsallaştırmaktansa, olması arzu edileni absürt yoldan süblimleştirmek çok daha insani. Her pazar düzenli şekilde Luteryan Kilise’deki cemaat içinde yerini alan Lars, abisi ve yengesi, cemaatin sadık parçalarından sayılır ve buna binaen davranılır elbette.
Craig Gillespie filmografisine vakıf olduğum bir yönetmen değil. Lars and the Real Girl, gördüğüm ilk filmi. Daha ziyade televizyon için işler yapan bir yönetmen. Fakat senaryo yazarı ve oyunculuk konusunda bir iki cümle edilebilir. Ryan Gosling’i Half Nelson ve Drive’da da etkileyici bulmuştum. Her ikisinde de karakter ağırlıklı bir drama çerçevesi için Gosling tartışılmaz biçimde mükemmel bir seçimdi. Benim için henüz yirmilerinin başlarında çektiği ve parlamasına yol açan The Notebook/Aşk Defteri’nin de yeri başkadır. Çünkü Gosling’i ne tanıyor ne özel olarak ilgileniyordum, o filmini gördüğüm zamanlar. Ortalama bir aşk hikayesiydi. Pek çok klişeler de içeriyordu ama müzikleriyle, senaryosuyla çok severim hala o hikayeyi. Ne yalan söylemeli, o filmdeki Noah’ın Half Nelson’daki Dean ya da Blue Valentine’deki Dan olduğunu; yani Ryan Gosling olduğunu bile çok sonra bir araya getirebildim. Hakikaten Gosling, başta De Niro olmak üzere, sinemada yüzünü bir karakter inşa etmekte en başarılı kullanan aktörlerden biri olduğunu defalarca kanıtlamış biri. Böyle olsa da, benim için, Gosling’in bu yeteneği açısından opus magnum’u, Lars karakteri. Filmi, senaryonun ustalığı yanında böyle inandırıcı, naif ve dokunaklı kılan zaten oyuncu seçimindeki şaşmaz isabet. Bunun altını defalarca çizme duygusu uyandıran yalnızca Gosling de değil üstelik. Abi, yenge, bayan doktor ve Margo rolleri için seçilen sırasıyla Paul Schneider, Emily Mortimer, Patricia Clarkson ve Kelli Garner da tek tek alkışlanmayı hak ediyorlar. Senaryoya gelince: Ben her ne kadar az sonra sözünü edeceğim iki diziden herhangi bir bölüm bile izlemiş değilsem de pek çok kişinin hayranlığını kazanmış Six Feet Under ve True Blood için bölümler yazan Nancy Oliver yazmış filmimizin senaryosunu. Filmdeki karakter isimlerine dair benim de katıldığım bir tahmin var: Bağımsız sinemanın tanıdık isimlerinden Gus Van Sant ve Lars Von Trier’e selam yollarcasına seçilmiş isimler olabilir Lars ve Gus.
Lars and the Real Girl, sinematografik açıdan bir başyapıt olmayabilir, mükemmel bir film de olmayabilir ama vasatın çok üstünde güzel bir film; dokunaklı. Filmin çekildiği coğrafya ile bizim ikamet ettiğimiz coğrafya ne denli uzak olursa olsun, bu film beni doğruca Ezginin Günlüğü’ne ait bir şarkıya götürdü: Eksik Bir Şey. Şöyle başlıyordu şarkı:
Eksik bir şey mi var hayatımda/Gözlerim neden sık sık dalıyor
Eksik bir şey mi var hayatımda/Gökyüzü bazen ciğerime doluyor.
Lars da sanki kendi dilinde bu şarkıyı mırıldandı bir süre. Film bitti.
*Lacan’ın çeviri metinlerde bile Fransızca aslını korumakta ısrar ettiği “Objet petit a” kalıbındaki küçük “a”, Fransızca’da “öteki” anlamına gelen “autre” kelimesinin baş harfidir. Büyük “A” ile yazılan öteki’den farklıdır. ✪