Allah (CC) ile ben… Lütfen buyurun, buradan buyurun lütfen. Bir de buradan bakın zâtıma…
Benimdeki im imparatorluğuna… Camera Lucida masamda, tarator da… Okur doğarken metinde, yazar ölür; Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil!
“CC” dedim de… Hatırıma Tikhonenko’lu, Kurtiniatis’li, Sabonis’li, Marchulenis’li, Volkov’lu ve CCCP kısaltmalı SSCB Basketbol Millî Takımı geldi. Genizden gelen, boğuk sesiyle “cemşat”ları, “hukşat”ları yaşardı, yaşatırdı mikrofon başında, Ertan Yüce. Çilekli reçele tuz döküp yemek gibiydi “cemşat”ları ondan dinlemek… Rocky’nin, Komünist Manifesto’nun emir eri Drago karşısındaki haline benzerdi SSCB basketbol takımının önünde afallayıp ne yapacağını bilemeyen diğer ülkelerin basketbol millî takımlarının acınası çırpınışları.
Haa, Allah diyordum… Oğlan Şeyh, Molla Lütfi, Nadajlı Sarı Abdurrahman Efendi yaşasaydı günümüzde “kenarda”da mı otururdu Taksim’de, yoksa taraftar sahaya inip zorla mı oynatırdı bu “ileri uç” forvetleri, ha? Dom!
Çözemediğim, çözümsüzlüğün kasnağında ruhumu, bedenimi duman eden bir olgu da sek sek oynar gibi nârına yandığım seksti… Hem “çar”dı hem “mıh”tı! Libidom külotuma dar gelmeye başladığında, beynim ve hayallerim de kafatasıma iki numara büyük gelmeye başlamıştı. Adolphe Sax’ın icadına inadına inadına… Candy Dulfer’ı görseydi Adolphe Sax keşke! Hollanda’dan sadece Kuyt ile Sneijder çıkmıyor! Van Gogh, hayatımızı turuncuya çalıyor! Seyhan Erözçelik, “kiliselerden camilereydi turuncu ilticalarım” mısrama mim koyup “o turuncuyu değiştir” diyor. Ne devlet! Var şu turuncuda bir hikmet! Mekânınız Bartın olsun, Seyhan Bey. Sizinle aynı reklam ajansında çalışmak şerefti benim için. V. B. Bayrıl deseniz hâkezâ! Deseni hâtıradır zamanın. Şiir Atı’na bir koyup beş almanın şiircesi, Ali Hikmet Yavuz apranti!
[su_pullquote]Entelektüel fiyakanın ana unsuru tuğla gibi romanlardan şiir kitabı devşirmeyi ise yıllar sonra mahkeme koridorlarında öğreniyorum[/su_pullquote]Entelektüel fiyakanın ana unsuru tuğla gibi romanlardan şiir kitabı devşirmeyi ise yıllar sonra mahkeme koridorlarında öğreniyorum. “Intertextuality” budur işte sayın vekilim! Yo, ben dördüncü sınıf mısralar yazan sıradan bir müvekkilim. Allahıma kitabıma şiir değil yazdıklarım, beni sizler de adliye saraylarında umursamazca bıçaklayın! Şiir’sel çapkınlıklarınıza haydariyi sakın ola bulaştırmayın!
Anamın memesine meftun olan kardeşimi de hatırlıyorum hayal ile meyalin meyanında. Hatta “Annemi Hatırlıyorum” radyo mikrofonlarında. Saat 10.00. Bu meyanda babam, Rafaella Carra’nın uzuuun bacaklarında buluyordu teselliyi. Freud nâm fiyord suratlı, aksakallı Avusturyalı kefere çıkmış ortaya, her edimimizde cinsellik kokar buyurmuş. Kokarca herif! Saplantılarımız, kompleks complex’lerimiz, tutkuya tutkun oluşumuz vs. Herifçioğlu, her haltı getirip dayamış cinselliğe… Dayan dayanabildiğin kadar cinselliğe! Okuyunuz lütfen Aşka Kitakse!
Herif, dedim diye alınmasın Freud tutkunu ağabeylerim, ablalarım… Aşağılama, horlama mahiyetinde kullandığımız “herif” kelimesi, “hırfet” veya “ehl-i hırfet”ten “zanaat sahibi” mânâsına gelmekteymiş. Peçevi Tarihi‘nde kahvenin serüveni nakledilirken; “Sene-i mezbure hududunda Halep’ten Hakem nâmında bir herif ve Şam’dan Şems nâm bir zarif gelüb…” diye devam eder. Meraklıları arar bulur nasılsa. Bulanlar, muhakkak arayanlardır, yazın bir kenara.
Ubor Metenga’nın sırrına çarpılıp “norgunk” aşağı “teslarom” yukarı volta attığım yıllarda çocukça bir hevesle örgüt (teşkilatları resmî kurumlar kurar!) kurmaya kalkmış, kalkar kalkmaz da süklüm püklüm oturmuştum yaylarını gevşettiğim somyamıza. Soma, sen nasıl rahat uyursun şimdi? Insomnia kol gezmeli güzel yurdumuzda. Aldığım hisse şu: Turşu kurar gibi parti nasıl kurulamazsa örgüt de kurulamazdı. İkinci Yeni’nin papazını dinledim ve oturup âşık oldum!
[su_pullquote]Anamın memesine meftun olan kardeşimi de hatırlıyorum hayal ile meyalin meyanında[/su_pullquote]Zaman zaman da namaza durayazıyordum, Tayyar Altıkulaç Mantık ut Tayr‘ı seslendirip piyasaya sunsa da Sun Yat Sen’in ölümünün seksen dördüncü sene-i devriyesinde mezarı başında Philips kasetçalarımdan ruhuna göndersem diye dalayazdığım gecelerde, hece hece Ece’yi sökmeye uğraşırken “ayaklı kütüphane” İbnülemin amca sayesinde… Ecce Ece!
Deniz, gezmiş diye duyduydum… Deniz, nasıl gezerdi ki? İpe çekilir miydi ki? Soyutlamalar eşliğinde soyulduğunda amigdalamın zarı, ipe un seren hukukun ezici üstünlüğünü de öğrenecektim dalağım zonklaya zonklaya.
Allah baba, sahi, suratım suretinden bir parça mı bu paçavra dünyada?
“Çocuklar korkunç Allah’ım/Elleri, yüzleri, saçları.
Uyurlar bütün gece/Yok sana ihtiyaçları.
Çocuklar korkunç Allah’ım/Bebek yaparlar haçları.
Aşina değiller hatıramıza/Severken aynı ağaçları.”
Bu korkunç şiiri dize dize, dize getiren Dağlarca’nın huysuzluğu, hayata susamışlığından değil mi Allah’ım? Peki, düalite nedir Allah’ım? İçimdeki kâinatla düello ettiğim çapayalnız gecelerimde, Şeyh Gâlib’i düşünmekten de beynim haşat oldu. Teşbihte ve tespihte hata olmaz değil mi Allah’ım? Vitamin varmış beyin salatasında diyen annem, ölüsünü ortaya koyup imambayıldı yemem için şantaj yapardı… Yemezdim tabii! Potansiyel ölülerin üzerinden tehditlere boyun eğmemeyi öğrendim Allah’ım.
Ömer’i düşündüm… Hayyam’ı… Adam rübaileriyle çözmüş dedim olayı… Kolayı var dediler.
Kol, ayıdır dedim. Başlatma kelime oyununa, dediler… Sun Ay Akın’ı, Ak Gün Ak Ova’yı, O Uzak Ay’ı siper yaptım kalemime… Haç çıkardım aç aç günlerinde… Açtım kadına, hayata, sanata ve en çok da cam kâsedeki limonlu, zeytinyağlı simsiyah zeytinlere…
En çok da mürdüm yerken hürdüm… Babaannemin dut ağacından düştüğümde, dizime dörde katlanmış ipek mendiliyle pansuman yapan Asuman’a düştüğünde, üşüştüğünde kalbim… En çok o vakit hürdüm! Önce Osmanlıca-Türkçe sözlüklere, sonra göğe, Asumanlar taşınana kadar da Asuman’ın içimdeki rengârenk balonları havalandıran gök mavisi gözlerine baktım her gün… “Gece bir tabut gibi çöker omuzlarıma” her günün bitiminde Arkadaş’ım!
Of Ece abi! Çanakkaleli Melahat nasıl, iyi mi? Çok mu “kapalı” yazdın be abi? Bağırıyoruz artık: “Kapalı” uyuma! Hayatın bende açtığı oyukları senin “düzdüm” dizelerinle kapamakla meşgulüm şimdi! Klişedir ama dizlerim hâlâ kanıyor Kaan gibi İnce! Merkez Efendi Mezarlığı’na sık sık gider miydin bari?
Unutmadan, Nerval’i de severim. Anlamam. Sevdiğim birçok şeyi anlamadım ki! Hafif ve naiftir yazma serüveni. Çilemi çektiğim “ortam”dır on beş l/inç ekranlar… Kokarım, korkarım ve bulaşırım, bulaştırırım beynimdeki Mikrop’ları büyütüp büyütüp… Akıttım her şeyimi. Kanımla yazdım hayata dair kanımı. Hayat atta kısalığında bir kandırmaca. Ve hatta kınına sığmayan bir plastik kılıç sanki.
“Şiirlerim açıklandıklarında, büyülerini yitirirler. Açıklama diye bir şey mümkünse elbet…” yazar, Gerard de Nerval. Hayatı ve yazıyı delik delik sinemde açmak güçtür, belâlıdır. Sırrı ısırır hayatın. İstemem, kalsın. Sırrım yoktur adımdan gayrı… “Ne belaymış insan olması/insan olurken kalbin kiri pası”
Yoldaşım Adorno der ki: “Sadece kendini anlamayan düşünceler doğrudur.” ✪