Geçen hafta sonu balık almak için Kadıköy’e indim. Adım atılacak yer yoktu, demenin anlamsızlığı suratıma okkalı bir sol kroşe çıkardı. Sokak aralarındaki “pub” mab, kafeterya deryası ayakta durmayı adamakıllı güçleştiriyordu. İki kilo hamsiyi kaptığım gibi soluğu, içinde Kahve Dünyası’nın da bulunduğu Alkım’da aldım, aklım Gözde Şarküteri’deki sırt pastırmada kala kala… Kuşgönü mü? Kuşgönünü ne bilen kaldı ne de pastırmada bu kaliteyi arayan…
Mürekkep kokusuna karışan açık parfüm kokuları, ilk buluşma heyecanını hâlâ yaşadığını gördüğüm, içimde “ümid” kelimesine sun’i teneffüs yapan genç kızlar, bıyığına üç bıçaklı jiletleri vurup kanatmış delikanlılar, sonu “S” ile biten yerleştirme imtihanları için hap kitaplar peşinde koşanlar, “entel” karı kız avcısı kılıklı kart horozlar… Müşteri yelpazesi zevkten sakal okşatacak genişlikteydi, gözlem amacıyla halka karışanlar için. Takriben iki saat boyunca şiirden Osmanlı tarihine, Osmanlı tarihinden roman kategorisine ağır ağır gezindim durdum, internetten kitap satın almanın o mesafeli, o buzul havasını telafi etmek istercesine… Sevgilimin elini, saçını okşarcasına kitap kapaklarında dolaştırdım parmaklarımı, sayfalarını evirdim çevirdim, kokusunu içime çektim matbaa mürekkebinin…
Baktım, Muzaffer Buyrukçu’yu es geçip gidiyor herkes. Popüler ne kadar roman, anlatı, kişisel gelişim teranesi varsa boka (“Argo veya kaba sözcük” diye buyurdu Microsoft Word hazretleri! Hadi oradan!) üşüşen sinekler gibi bir kalabalık… İçim daraldı. Üst kata çıkıp kafamı dağıtmak istedim. Bir de ne göreyim! “Modern meddah” olarak anılan Sunay Akın’ın T. İş Bankası Yayınları’ndan o kadar çok kitabı çıkmış ki! “Ay Hırsızı”, “Ayçöreği ve Denizyıldızı”, “Kaza Süsü”, “Kırdığımız Oyuncaklar” vd. Birkaçını karıştırdım. Sunay Akın’ın, “modern meddah” sıfatıyla elini kolunu nasıl kullanacağını henüz tam anlamıyla çözdüğü söylenemese de kültürel tarih kazıcılığı bâbında, -o “trendy” ve gıcık olduğum kelimeyle söylersem- belli bir “kültürel farkındalık” yarattığını ve Oyuncak Müzesi hamlesiyle de müze kültüründen nasiplenememiş halkımıza müzelerin işlevini hatırlattığı için selamlamalıyız.
Sunay Akın’ın favori deneme konusu 1819 doğumlu Herman Melville’in şaheseri Moby Dick’iydi besbelli. Zaman tüneline girelim ufak ufak: Herman Melville ağabeyimiz, 1856’da kayınpederinden aldığı dünyalıkla Kudüs’e gidiyor. Bu gemi dört günlüğüne İstanbul’a da uğruyor. Kapalıçarşı’daki kalabalık, mezarlıklar Melville’de kasvet hissini alevlendiriyor. Dilencilerin ve köpeklerin fazlalığından hayrete düşüp sokaklardaki trajik, ürkütücü atmosfer ruhuna işliyor. Sanki her birinde kendini asan bir adamın olduğunu düşünüyor; yıkık, çürük ve korkunç olarak tanımladığı evlerde… Ya günümüzün İstanbul’unu görseydi, Melville üstadımız? Her sabah işe gidip gelirken mendilci dilencilerden ve başıboş sokak köpeklerinden Eurosport’ta seyrede seyrede öğrendiğim Alp Disiplini teknikleriyle sıyrılıyorum. İstanbul, tecavüz edile edile üreme organı parçalanmış, reşit olmamış bir kızın acı dolu, kezzaplanmış ruhuyla tükürüyor suratlarımıza her sabah…
Robert Mulligan’ın 1962 tarihli, Harper Lee’nin aynı adlı romanından uyarlanan “To Kill a Mockingbird” filminde -ki, unutulmaz bir siyah beyaz “mahkeme” filmidir- Atticus Finch karakterine can veren, 1916 doğumlu Gregory Peck’in akıllardan pek tabii kolay kolay çıkmayacak bir Kaptan Ahab performansı ortaya koyduğu, Addams Ailesi’nin Morticia Addams’ı Angelica Huston’ın babası John Huston imzalı 1956 tarihli Moby Dick, neredeyse Yunus Emre’nin, Mevlânâ’nın metaforik metinleriyle, hikâyeleriyle aşık atacak kertede sağlam bir romandır. Filmin görsel yönü, zamanın teknolojik olanakları düşünüldüğünde hiç de fena değildir. Esas hadise ise romanda; yani yazıda billurlaşıyor elbette.
“Pequod” adlı gemiyle Kaptan Ahab’ın önderliğinde balina avına çıkan bir avuç insanın/denizcinin yaşadığı serüvenlerin anlatıldığı bir macera romanı olarak görülebilir yüzeyde, Moby Dick. Tıpkı hayatımızın sathîliğini delip ardına, derinine inemediğimiz gibi… Geminin adı bile bu sathîliği deşmemizi işaret eder gibidir; çünkü, “Pequod” tarih olmuş, bir New England kızılderili kabilesinin adıdır! Yok olmaya mahkûmdur gemi de, bu kabile gibi. Bence romanın asıl vurucu yanı, “tamamlanamamışlık”a ilişkin keskin tespitidir. İyi kötü yazıya bulaşmışlarda, bu “tamamlan(a)mamışlık” hissi can acıtıcı bir noktaya varır. Şöyle der: “Tanrı beni bir şeyi tamamlamaktan korusun. Bu kitap sadece bir taslak -hayır, taslağın taslağı.”
“Ahab”ın “ahbap”ı çağrıştırması hoş bir edebî sanat olan “aliterasyon”a göz kırpmasının yanı sıra Eski Ahit’teki kral “Ahab”a bir göndermedir. Mutlak bilginin peşindeki, Tanrısal bilginin peşindeki bir nevi Faust’tur o! İncil’e dair pek çok gönderme cirit atar romanda. Kaptan Ahab’ın “kaptan”lığında balina avına çıkan bir avuç gemicinin, balinayla (“kozmik varlık”?) olan mücadelesinin derininde mevcudiyetimizin, kâinatın ustaca sorgulandığı trajik bir şaheserdir Herman Melville’in Moby Dick’i.
Yok, böyle olmayacak, ben bu Moby Dick çözümlemesini tamamlayamayacağım!
✪