Alman Romantikleri modern Avrupa’nın akılcılığını boş, eklenti, yapay ve hatta bazen onursuzca görüyorlardı. Onlar şahsın yapıcı özünü usunda ve tasarımcılığında değil, şahsın sezgilerinde ve bilincin derinliklerinde kabalaşmış bir duygusallıkta aradılar. Onlara göre akıllı olmak, üretebilir olmak, düşünebilir olmak değil, tarihsel bir dayatmanın kökenindeki organizasyon şuuru, Alman olabilmek bambaşka bir şeydi. Daha 1800’lerin başında Almanya’nın Avrupa için apayrılığını, seçkinliğini ve farklılığını felsefi zeminlerde iddiaya başlamış, Nasyonal Sosyalizminde bilinç taşlarını tarih zeminine yerleştirmişlerdi. Bu zeminde “Almanlık” kavramı zamanla öyle özgün, nevi şahsına münhasır bir hal aldı ki, tarihsel, düşünsel, politik bir kuşatılmışlıkla sınırları aşırı belirgin biyolojik özlü bir milliyetçiliğe doğru yöneldi. Bu biyolojik özlü milliyetçilik Almanya’nın Avrupa demokrasisinin gelişim safhalarının birçoğundan beslenemeyerek gelecekte başına büyük işler açmasına sebep olacaktı.
Bu milliyetçilik prototipinin Almanlar bünyesinde tamamen içselleşmesi sonucunda, çeşitli kaygılarla Almanya’ya gelen yabancılara (1. Dünya Savaşı öncesinde Polonyalılar, 2. Dünya savaşı sonrasında Türkler) hep geçici, geri dönücü gözüyle bakıldı. Özellikle günümüzde Türklerin Almanya’ya bütün yönleriyle bağlanması ve demografik, ekonomik bir güç haline gelmesi, Alman milliyetçilerinin bilinçaltında bir nevi onursuzluk olarak telakki edilmektedir.
Tarihçilerin göz ardı ettiği bir şey Nazizmin Almanya bünyesinden kazındığıdır. Oysa Nazizm, kendisini yaratmış olan Alman romantizminin eliyle yok edilerek tarihe gömülmedi. Nazizm 2. Dünya Savaşı’nda müttefiklere karşı yenildiği, maddi ve manevi gücünü kaybettiği için Alman halkının bilinçaltına, yani başka bir söyleyişle Avrupa Tarihi’nin yeraltına çekildi. On beş yıl önce Solingen’de, geçtiğimiz aylarda ise Ludwigshafen’de gerçekleştirilen saldırı aslında birkaç aşırı milliyetçi (!) serserinin alkol-uyuşturucu etkisiyle gerçekleştirdiği istisnai saldırılar değil, yavaş yavaş başta Almanya olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde de görülen toplumu temizleme ihtiyacına dair yapılacak faaliyetlerin ön provalarıdır.
SSCB’nin çöküşü, Yugoslavya’nın parçalanmasından sonraki süreçte çok büyük ekonomik ağırlıklar yüklenen Avrupa, 11 Eylül’le başlayan İslam bazlı kimlik ve diğerleriyle ilişkiler problemlerini aşmada medeniyetinin birikimlerini kullanamayarak Emperyalist tutumlarını kör bir tavırla devam ettirdi. Başta karikatür olayı olmak üzere, benzeri birçok yüz kızartıcı krizde Avrupamerkezci bir güvenle suçluları kınama, yargılama gibi bir faaliyete girişmedi. Bu güven Avrupa’nın kendi tutumlarını iyi kötü demeden içselleştirerek, kendine yeni bir tarihi bir karakter pekiştirme gibi algılanırken kendi içindeki yabancı (!) unsurları bariz bir şekilde dışladı. Bu dışlamada yabancıları sindirme merkezli aykırı halk hareketlerine güven zemini oluşturdu. Bu zeminin oluştuğu tarihsel şartları bir kez tahlil etmek isteyenlerin yapacağı en iyi iş 1930’ların sonundaki Avrupa Tarihi’ni ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasındaki Jenositleri incelemek olacaktır.
Ed. Notu: Çizim 19.yy’da yaşamış Fransız karikatürist J.J. Grandville’e ait. Yaşadığı dönemde politik taşlamalarıyla ün kazanmış bu absürt çizimlerin fazlası, 20. yy’da Queen’in Innuendo çalışmasında da kullanıldı. ✪