Kitle fetişizminden oligarşik diktaya: Caplan ve Ranciére’den demokrasi üzerine bir çift söz

Ayrı dünyaların insanları olan, kapitalist A.B.D.’li ekonomist Bryan Caplan ile marksist ekolden denebilecek Fransız filozof Jacques Ranciére'i birleştiren ortak nokta, bir yönetim şekli olarak demokrasiye getirdikleri eleştiriler.
Haziran '11

Ayrı dünyaların insanları Bryan Caplan ve Jacques Ranciére. Caplan A.B.D.’li bir ekonomist, Ranciére Fransız bir filozof. Caplan, kapitalist bir eğitime ve dünya görüşüne sahipken, Ranciére gayet Marxist diyebileceğimiz bir ekolden geliyor, Marxist bir söyleme sahip. Fakat bu iki insanı birleştiren ortak nokta bir yönetim şekli olarak demokrasiye getirdikleri eleştiriler. Çok farklı iki yönden gelen bu eleştiriler, demokrasi yönetimini ya cahil ve kör bir kitle hayranlığı ya da asla toplumu temsil edemeyecek, yetersiz bir dikta olarak görmemizi sağlıyor. Öyle ya da böyle söylemleri şu şekilde yorumlamak mümkün: krallıkların, oligarşilerin, hanların ve hakanların olduğu gibi, demokrasinin de miladı doluyor gün geçtikçe. Zizek’ten feyz alıp bugüne kadar denenmiş olan komünist yönetimleri de bir kenara koyarak, post-demokrasi hakkında kafa yormanın vakti gelmiş ve geçmektedir.

Bryan Caplan, Rasyonel Seçmen Efsanesi: Demokrasiler Neden Kötü Politikalar Seçer?  (2007) (The Myth of the Rational Voter: Why Democracies Choose Bad Policies?) isimli kitabında önemli bazı tespitler yapıyor. Özellikle kendi konusu olan ekonomide, kitlelerin neden sürekli kötü kararlar aldığını araştırmak isteyen Caplan, bunu yapmaya çalışırken sıkı bir demokrasi eleştirisi yazıyor. Mesela, diyor Caplan, şirketlerin küçülmesi sırasında işçi çıkarmaları, işlerin sınır ötesinde ucuz işçilere verilmesi ve uluslararası ticaretin artması aslında ekonomik olarak çok iyi davranışlar. Şirketlerin küçülmesi sırasında işçi çıkarması, aslında o şirketin aynı işi daha az insanla yapabileceğinin, bir nevi verimliliğini arttırabileceğinin göstergesi. İşlerin sınır ötesinde ucuz işçilere gitmesi (outsourcing) ise marketin bir gereği. Uluslararası ticaret ise, genel zenginliği arttıran ve marketi daha yarışmacı hale getiren bir uygulama. Caplan gözlemliyor ki, seçmenler ısrarla bu uygulamaların tersine oy vermeye çok daha eğilimli oluyorlar. Gerek kimlik, milliyetçilik, zenofobi veya duygusal sebepler, insanların ekonomik prensipleri ve toplum için ekonomik olarak iyi olanı görmelerini engelliyor. Bununla beraber, Caplan, toplumun geneline hakim olan yüksek derecede cahilliğin de demokrasi sistemini aslında çökerttiğini düşünüyor.

“Seçmenlerin bilmedikleri şeyler ansiklopedileri doldurur” diyen Caplan, şöyle bir düşünce alıştırması yapıyor: İki partili bir sistem olan A.B.D.’de, seçmenlerin %100’ü herşeyden bihaber olsa, oylar iki başkan adayı arasında %50-%50 dağılacak. Çünkü cahil seçmen düşünceye veya argümanlara göre değil, daha önemsiz şeylere göre karar verecek ve bu yazı tura atmaya benzeyeceği için, seçmen “iradesi” neredeyse eşit bir şekilde iki parti arasında dağılacak. Seçmenin %100’ü gayet bilgili ve siyasi süreç hakkında bilgi sahibi olsa, oylar yine %50-%50 bölünecek. Çünkü partilerin argümanları bazı seçmenleri çekerken diğerlerini itecek ve tamamen eğitimli bir kitle, tamamen cahil bir kitle ile aynı sonuca ulaşacak. Fakat Caplan gerçek dünyanın bu iki senaryoya de benzemediğini anlatıyor. Caplan’a göre halkın %90-95’i cahilken, geriye kalan %5-10’luk kısım ekonomi, siyaset ve diğer ilgili konularda gayet bilgili olabiliyor. Cahil kesimin oyları, yine yazı-tura mantığı ile neredeyse tam ortada ikiye bölünüyor. Fakat sayıları bu kadar azken, bilgili %5-10luk kesimin oyları o kadar eşit bölünmüyor ve seçim sonucunu o bilgili kitleyi kazanan taraf belirliyor. Gerçekten de, A.B.D.’de seçimler %2 veya %3 oy farkı ile kazanılıyor.

Ekonomik konularda seçmenin sürekli çok kötü kararları savunması ve toplumun cehaleti göz önüne alındığında, diyor Caplan, demokrasilerde seçmenlerin rasyonel, mantıklı ve bilgili bir şekilde oy kullanıyor oldukları tamamen bir efsane. Kendilerini demokrat ilan eden devletler, bu durumda, kitle fetişizminden öteye gidemiyor. Bir toplumda bilgisi, tecrübesi ve siyasi/ekonomik konularda yorumları aslında en sağlıksız olanlar, çok büyük bir güce sahip oluyorlar. Bir de buna halk içinde bilgi sahibi olanlara karşı var olan önyargı ve güvensizlik eklenince, halkın yegane bilgi kaynakları kulaktan duyma söylemlere ve siyasilerin halkı manipüle etmek, kimlik oluşturmak, bir kısmı dışlamak vs. için yaptıkları propagandalara kalıyor. Propagandaya ve dedikodulara dayanarak oluşturulan siyasi irade ne kadar sağlıklı ise, Caplan’ın dünyasında, demokratik bir sistem de o kadar sağlıklı olabilir. Caplan’a göre “demokrasi tapınağını terk etmenin” zamanı gelmiştir ve geçmektedir.

Ranciére’in demokrasi anlayışı ve demokratik yönetim şekillerine itirazı biraz daha farklı, doğal olarak. Ranciére’e göre demokrasi sürekli yetersiz kalıyor. Kendisi, demokrasinin hiç bir zaman gücü elinde bulunduran azınlığın bir özelliği olamayacağını vurguluyor. Demokrasi Nefreti (2009) isimli kitabında, gücü elinde bulunduranların demokrasiden öyle ya da böyle nefret ettiklerini çünkü yönetmenin, özellikle parlementer yönetmenin doğasında azınlığın kendi isteklerini çoğunluğa empoze etmesinin yattığını belirtiyor. ‘Demokratik toplum’ diye ifade edilen kavramın hayali bir temsilden ibaret olduğunu, hükümetlerin her zaman oligarşik yapıda olduklarını ve ‘demokratik hükümet’ diye bir şeyin hiç bir zaman olamayacağını savunuyor: “Demokrasi hiç bir zaman evrenselin, özele basit bir şekilde hükmetmesi ile ilişkilendirilemez.” Demokratik olduklarını düşünen devletlerin ve hükümetlerin ise parlementer temsilden veya çoğulcu anayasal sistemden daha ileriye gidemeyecaklerini ifade ediyor.

Bu noktada Ranciére’in iki kavramının açıklanması gayet önemli: siyaset ve polis. Alışık olduğumuz açıklamaların dışına çıkan Ranciére, polisi toplumu bir arada tutan ve meşrulaştırmayı mümkün kılan bir taraf olarak tanımlıyor. Ama Ranciére’e göre, bu meşrulaştırma polisin toplumsal işlevi yerine polisin imgesi sayesinde mümkün oluyor:  “Polis toplumsal bir işlev değildir, fakat toplumun imgesel bir ifadesidir” (Ranciére, Dissensus, 2010) diyor ve polis imgesinin toplumda “duyarlılığın dağıtılmasın” yardımcı olduğunu anlatıyor. Doğal olarak, bir toplumda “duyarlı” olarak kabul gören şeyler gücü elinde bulunduranların çıkarlarına göre sağlanıyor. Bunun için aslında polis imgesi toplumu güce boyun eğenler ve eğmeyenler diye ikiye ayırıp, boyun eğmeyenleri marjinalleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Gücün meşrulaşması ise sadece ona boyun eğenlerin arasında oluyor. Siyaseti ise, bunun aksi olarak, “ortak olanın münakaşası” olarak açıklayan Ranciére, siyasetin toplumu bölerek kimin güce sahip olmak için yetkili olabileceğini belirlediğini söylüyor.

Peki bütün bu dinamikler arasında demokrasiye yer kalıyor mu? Ranciére göre hayır ve zaten demokrasi “verilen” bir şey değil. Aksine, siyaset tarafından yönetmeye layık görülmeyen kısımın, yetkili olarak sınıflandırılmayan kesimin, gücü güçlünün elinden kazanması ile demokrasi gerçekleşiyor–kısa bir süreliğine bile olsa. Ranciére’e göre gerçek demos, yani halkın iradesi, sadece ve sadece güçlüye karşı olan uyuşmazlıkta, direnişte, halkın kendi isteğini protestolarla güçlüye empoze etmesinde yatıyor. Onun dışında gücü elinde bulunduranın attığı her adım demokrat kılıfı içerisindeki parlementer gücün oligarşisini meşrulaştırmaktan başka hiç bir işe yaramıyor.

“Demokratik sisteme” yapılan eleştiriler, basit bir cümlenin değişik şekillerde söylenmesi ile, adeta bir omuz silkme havasında geçiştirilebiliyor: “Demokrasi sürekli gelişmekte olan bir sistemdir.” Böyle bir söylem ya bilinçli olarak gücü elinde bulunduranların adeta kronik istismarlarını görmezden geliyor, ya da istismarlara karşı mutlu bir şekilde cahil kalıyor. Bazen (ülkemizde biraz daha sıklıkla görülen bir durum maalesef) gücü elinde bulunduranlara yapılan eleştiriler hapse göndermeden, mezara göndermeye kadar değişebilen çeşitli yollarla hızlı bir şekilde susturuluyor. Kendisinin çoğulculuk ve hoşgörü üzerine kurulduğunu gururla iddia eden bir sistem için bu gerçenten de büyük bir ironi oluşturuyor.

Bu tür genel eleştiriler, dikkatimizi yaşadığımız topraklara çevirmemize yardımcı oluyor. “Biz bu eleştirilerin nereside duruyoruz”, veya “bizim meclisimizin oligarşik diktası halkın cehaletinden ne kadar besleniyor” gibi sorular ard arda kendilerini gösteriyorlar. Yukarıda bahsi geçen düşünceleri Türkiye siyasetine, lider söylemlerine ve siyasi kültürüne uygulamak, çok zengin sonuçlara gebe gibi duruyor.

İlk başta belirtildiği gibi, Caplan ve Ranciére ayrı dünyaların insanları ve bu farklılık düşüncelerinde açıkça belli oluyor. Caplan demokratik sistemi halkın cehaleti yüzünden adeta bir kitle fetişizmi olarak tanımlarken, Ranciére tam tersini söylüyor ve halkın iradesinin hiç bir zaman sisteme yansıyamayacağını anlatıyor, demokrasileri oligarşik diktalar olarak tanımlıyor. Tamamen zıt yönlerden gelen bu düşünürler, “demokratik” yönetimin süresinin dolduğu konusunda birleşiyorlar. Fakat post-demokratik toplumun neye benzeyebileceği konusunda yapılacak bir fikir alış-verişinde de ortak bir düşünceye varabileceklerini ummak, herhalde büyük bir algı yanılsaması olurdu. Zizek, bir sürü konuşmasında Sovyet türü bir komünizmin bundan sonra gerçek dışı olduğunu vurguluyor. Tabii, ne olması gerektiği konusu, rakı masasından uzakta çok bir anlam ifade etmeyen ve genellikle sonu gelmeyen bir konu. Amma ve lakin, Caplan ve Ranciére’in dokunmadıkları demokratik kurumların varoluşsal varsayımları ile oynayarak nasıl bir post-demokratik toplum olabilir, yönetim ve ekonomi neye benzer gibi konularda şu sıralar düşünmeye başlamamız lazım gibi duruyor. Çünkü Caplan ve Ranciére gibi demokratik kıyametin kehanetinde bulunanların sayısı gün geçtikçe artıyor. ✪

Önceki

Gülümseyin, bu bir kamera şakası!

Sonraki

Disko disko partizani