I.
3. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında Galata İlkokulu’nda sergilenen Thomas Keenan ve Sohrab Mohebbi’nin “Haritadan Belli” adlı çalışması Akdeniz çevresindeki çatışma bölgeleri arasındaki günümüz mülteci krizini harita üzerinden inceliyor.
Sergide iki farklı harita tipi inceleniyor: ilki mültecilerin kullandığı ilkel diyebileceğimiz haritalar ikincisi ise mültecilerin kontrolü ve takibi için oluşturulan NATO ve hükümetlerin kullandığı yüksek teknolojili dijital haritalar.
Bu yazıda biz daha çok NATO ve bölgedeki hükümetlerin kullandığı dijital haritalardan yola çıkarak ‘gözetim’ kavramından bahsedeceğiz. Bu dijital haritalar vasıtasıyla yapılan gözetim aklımıza hemen Zygmunt Bauman’ın aynı isimli kitabında açıkladığı ‘Akışkan Gözetim’ kavramını getiriyor. Bauman, Panoptikon1 düşüncesinin geçerliliğini sürdürdüğünü ancak buna ek olarak Akışkan Modernitenin2 sonucu olan Akışkan Gözetim3’in eklendiğini söylüyor.
Tam da geçtiğimiz günlerde Zygmunt Bauman’ın ‘Mültecilerden neden korkuyoruz?’4 başlıklı konuşması Al Jaazere English tarafından yayınlandı ve sosyal medyada dolaşıma girdi. Videoda Bauman mülteciler için şöyle diyor:
‘‘Burada kimle karşı karşıya geldiler, kimle tanıştılar? Prekaryayla. Prekarya gerginlikle, korkuyla yaşar. Kabuslarımız vardır. Prekarya, Fransızca ‘précarité’ kelimesinden gelir ve ‘précarité’ geniş anlamıyla çevirirsek ‘hareket eden kumların üzerinde’ yürümektir.’’
Bauman’ın mültecilerden bahsederken prekarya kelimesini hatırlatarak geniş anlamda çevirisi olarak sunduğu ‘hareket eden kumlar üzerinde yürümek’ Thomas-Sohrab ‘Haritadan belli’ çalışmasında ‘deniz üzerinde yürümek’ olarak tanımını buluyor. NATO’nun yüksek teknolojili harita sisteminden mültecilerin botunu biz de tıpkı iktidarın baktığı yerden izleme fırsatı buluyoruz. Yaşadığımız suçluluk duygusuna da çoğunlukla bu bakış neden oluyor. ‘Deniz üzerinde yürüyen’ prekarya, anksiyete içinde botun mazotu bitene kadar denizin ortasında ilerliyor. NATO bölgesinde sıkışıp kalan botta insanların ölmeye başlamasına ve helikopterler, gemiler, izleme sistemlerinden bunların görülmesine rağmen müdahale edilmiyor. Aralarında bebeklerin de olduğu mülteciler ölmeye başlıyor ve 63 kişi bot kıyıya vurana dek ölmüş oluyor. NATO ve diğer hükümetler buna seyirci kalıyor.
‘Yardım etmeyerek ölüme sebep olmak’ suçu henüz hukukta tanımlanmadığı için bu vahim olaydan sonra kimse suçlanmadı ve ceza almadı. ‘Deniz üzerinde yürüyen’ tek kişinin kim olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu yüzden mülteciler ‘deniz üzerinde’ yürüyemedi ve öldüler, prekaryanın tarih boyunca yaşadığı kaderi onlar da tattılar.
II.
Bu çalışmayı (Haritan Belli) Tasarım Bienalinin sergi metninde yaptığı gibi ‘iş’ olarak adlandırmaktan çok ‘sanat eseri’ veya ‘yapıt’ olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Sanat kuramcısı ve ressam Wassily Kandinsky’den sanat eseri tanımını alırsak: Her sanat eseri duygularımızın kaynağı ve çağının çocuğu olmalıdır.5 Bu yüzden bu tarz güncel bir konuda böyle duygulara hitap eden şekilde hazırlanan bir çalışmayı ‘sanat eseri’ olarak görmeliyiz. Eğer bu çalışmaya ‘iş’ dersek çalışmanın nihai amacına uygun davranamayız. Bu çok endüstriyel ve ruhsuz bir tanımlama olur. Burada bir çeviri hatası mı olduğunu (İngilizce’de sanat eserleri için ‘art work’ kelimesi kullanılıyor ama Türkçe’de ‘sanat işi’ gibi bir kullanım yok, ‘sanat çalışması’ ya da ‘yapıt’ deniliyor.) yoksa bilinçli bir ‘sanat eseri’ demekten kaçınma durumu mu var bilemiyoruz. Sonuçta kolaylıkla bir şeylere ‘sanat eseri’ diyemediğimiz bir çağdayız: Modernizmin büyük anlatıları, kendinden emin insanları bize savaşlar, büyük kıyımlar, soykırımlar, toplama kampları, Vietnam savaşını vs. getirdi. Atom bombasının bile kullanıldığı bir çağdan söz ediyoruz. Tüm yıkım modernizmden bizi uzaklaştırdı ve post-modernizm olarak adlandırdığımız yeni bir döneme neden oldu. Bu ayrımı Bauman ‘Katı Modernizm’den ‘Akışkan Modernizm’e geçiş’ olarak okuyor.
Akışkan modernizmde bize vaat edilen daha fazla özgürlük; kendini özgürce ifade edebilme ve büyük laflar eden düşüncelerden, insanlardan uzaklaşma olarak gösterdi. Artık Panoptikon mantığında zorunlu bir gözetleme yoktu ancak sosyal medyada gönüllü gözetlenen ve bunu isteyerek yapan insanlar vardı. Bu da elbette modern sanatın sonu demekti. Yeni sanat uzmanlaşmaya karşıydı, büyük laflar eden ustalar ölmüştü, herkes sanatçıydı, sanat gündelik hayatın içine girmişti, yeni akımlar ve anti-sanat oluşumları var oldu. (Peki bu yeni dünya sistemi bize Irak savaşını, mülteci krizini, prekaryanın her gün artan anksiyetisini vs. getirmedi mi? Evet modernizm bize iyi bir şey getirmedi ama post-modernizm tarihin sonunu getirdi. Bu daha korkutucu bir şey. Bu da başka bir yazının konusu…) Marcel Duchamp ile birlikte (‘Çeşme’6 işiyle artık iyice bilinir hale gelen.) bu yenilikler artık kendilerine bir isim bulmuştu “güncel sanat”. Bu değişimler olurken ‘duygu’ya ne oldu? Duygu deyince Baruch Spinoza’dan bahsetmemek ihanet olur:
‘‘Spinoza’ya göre bütün duygular üç temel duyguya indirgenebilirler ve onların kombinasyonlarından ibarettirler… Var olma ve eyleme gücüm (arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder).’’ 7
Yeni dönemde sanat, gücünün azalmasıyla kedere gömülmüş gözüküyor. Yapılan çalışmalar için Yapıt veya Sanat Eseri diyerek bu var olma ve eyleme gücünü (arzuyu) artırabiliriz, bu hepimiz için sevinçli olacaktır. Bu tarz bir duygu yaklaşımı ressam ve sanat kuramcısı Wassily Kandinsky’nin sanat eseri için zorunlu tuttuğu: duyguların kaynağı olmalı şartını daha iyi açıklamamızı sağlıyor. Duygu ve ‘güncel sanat’ın ortasına bir pergel koyarsak, geniş zamanları kapsayan bir daire çizerek bu ikili ilişkiyi Bauman’ın kavramlarıyla (‘Akışkan modernizm’ ve ‘Akışkan gözetim’) birlikte değerlendirebiliriz.
Pergeli bu ilişki üzerinde böylesine geniş bir açıyla kullanmak ‘Haritadan belli’ çalışmasıyla ilgili bir eleştiri yazarken bize yeni bir yol açıyor. Bu çalışmanın güncel sanat olarak var olması duygunun seyirci tarafından ortaya çıkarılmasıyla anlamlı hale geliyor.
Mültecilerin nüfusunun 2050’de 1 milyar olması bekleniyorken ‘Haritadan belli’ çalışmasında birçok farklı referansı okuyabiliyoruz. Bu hem güncel sanatın gücünü gösteriyor hem de modernizm sonrası dünyamızın bize sunduğu farklı sorunları ortaya çıkarmasıyla farklılaşıyor. Tüm bunların ışığında sergide yer alan bir başka mültecinin sorduğu şu soru: ‘Biz hayvan mıyız yoksa insan mıyız?’ daha da anlamlı hale geliyor. Şu açık ki cesur yeni dünyada bu soruya cevap vermek pek de kolay değil.
Dipnotlar:
1 Panoptikon, İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir.
2 Liquid Modernity, Zygmunt Bauman – https://www.amazon.com/Liquid-Modernity-Zygmunt-Bauman/dp/0745624103
3 Akışkan Gözetim, Zygmunt Bauman, David Lyon, Ayrıntı Yayınevi, 2016
4 http://www.aljazeera.com/indepth/features/2016/10/world-fears-refugees-161013095315081.html
5 Sanatta ruhsallık üzerine, Wassily Kandinsky, 6.45 Yayınevi. 2015
6 Duchamp’ın en ünlü eseri baş aşağı duran bir pisuar olan hazır nesnenin orjinal ismi: Çeşme.
7 Spinoza’dan aktaran Ulus Baker: http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=8,81,0,0,1,0
✪