[Ray Bradbury] Yan dünya yan

Dünya ve evren, yaşayan en büyük yazarlardan birini daha kucakladı. Ray Bradbury'nin evrenin sonsuz şakalarından birine denk gelen gidişini selamlıyoruz.
Haziran '12

Fantezi – Bilim Kurgu türünün önemli ve büyük yazarlarından Ray Bradbury 6 Haziran 2012 tarihinde 91 yaşında hayatını kaybetti. Özellikle, The Martian Chronicles (Türkçe olarak ilk Başkan Yayınları tarafından Gümüş Çekirgeler adı ile daha sonra İthaki Yayınevi tarafından Mars Yıllıkları adı ile yayımlandı) ve 1966 yılında François Truffaut tarafından filme de çekilmiş Fahrenheit 451 (Türkiye’de Değişen Dünya’nın İnsanları adı ile gösterime girmiştir.) ile tanınan yazarın Kısa öyküleri başta Alacakaranlık Kuşağı olmak üzere senaristliği ve şiirleri de var.

Ray Bradbury ve eşi Marguerite “Maggi” 1970 yılında evlerinde

Illionis’te doğup Los Angels’da büyüyen Bradbury’nin, kendi deyimi ile sci-fi çılgınlığı 7-8 yaşlarında, büyük anne ve babasının Waukegan’daki pansiyonuna misafirlerin getirdiği dergiler ile başlar. O yıllarda Hugo Grensback’in yayımladığı Amazing Stories’in dehşetengiz kapağına hayran kalır ve “aç hayalgücünü” bu kapakla besler. Çok geçmeden 1928’de “delirmesinin” sebebini “Buck Rogers ortaya çıktığında içimdeki  yaratıcı canavar büyüdü ve sanırım o sonbahar hafiften delirdim. Bu, hikayeleri bir çırpıda yalayıp yutarak okumamı kesinlikle açıklayacak tek yol bu,” diye anlatır. En sevdiği ve etkilendiği yazar olan Edgar Rice Burroughs keşfi de yine izleyen dönemde olur. Burroughs kendisini o kadar etkiler ki hayatında yoğun etkisi olmamış olsa Mars Yıllıkları’nın da belki asla ortaya çıkamaycağını söyler.  1938 yılında ilk kısa öyküsü “Hollerbochen Dilemma’s” yayımlanır. 1950’de de yayımlanan Martian Chronicles ile kendi çapında tanınmaya başlar.

Beş kısa sıçrama ve sonra büyük bir atlama. Beş kadınparmağı fişeği ve sonra bir patlama. Bu, Fahrenheit 451’in yaratılışını tam olarak anlatıyor.

1953 yılında ise en bilinen distopyası Fahrenheit 451’i yayımlar. Yazma sürecinden bahsederken bir taraftan da romanı ya da hikayeyi “efsane” yapan şeyin istek ve arzu ile hiçbir koşulu umursamadan belki de kendini kaybedercesine “tuşlara vurmak” olduğunu anlatır:

“…1950’de oldukça yoksul olduğumdan, ihtiyacım olan büroyu tutamıyordum. Bir öğle üzeri UCLA kampüsünde dolaşırken, aşağıdan gelen daktilo sesleri duydum ve araştırmaya gittim. Mutlu bir çığlıkla orasının, bir insanın yarım saatini on pensten kiraladığı daktiloyla, düzgün bir büroya ihtiyacı olmadan, oturup yazabileceği bir kiralık daktilo yazma odası olduğunu gördüm.

Oturdum ve üç saat sonra, önceleri kısa diye başladığım akşama doğru çılgınca büyüyen bir düşüncenin beni sardığını fark ettim.  Fikir o derece heyecan vericiydi ki, akşam olduğunda kütüphane bodrumundan ayrılarak otobüse binip gerçeğe; yani evime, eşime, henüz bebek olan kızıma gitmek bile bana zor gelmişti.

Size,  günlerce, o kiralık makineye saldırarak, bozuk paraları atıp, çıldırmış bir şempanze gibi tuşlara vurarak, yukarı koşup yeniden bozuk paralar getirerek, içeri girip kitap raflarına koşarak, kitapları çekip sayfaları çevirerek, dünyanın en güzel poleni olan ve insanda edebi alerji yaratan kitap tozunu içime çekerek, sonra kıpkırmızı bir halde tekrar aşağıya koşarak, bir sözü orada, bir başkasını şurada bulup filizlenen efsanemin içine yerleştirerek yaşadığımın ne kadar heyecanlı bir macera olduğunu anlatamam. Tıpkı Melville’in kahramanı gibi, çılgınlığın çılgınlaştırdığı biriydim. Durmamın imkanı yoktu. Ben Fahrenheit 451’i yazmadım, o beni yazdı.”

Dönem McCharty’nin baskıcı ve totaliter, orduya bazı “kirli” kitapları denizaşırı kütüphanelerinden çıkartması için zorladığı dönemdir. Bradbury daha sonra, kitabının sansürü ve özellikle McCharty dönemini hedef alan eleştirilerde bulunmadığını söylese de aynı zaman diliminde yayımlanan George Orwell’in 1984 adlı kitabı  durumu özetler.

Yine aynı dönem içinde kitabın bölümlerini basacak bir dergi arayışına girer Bradbury. Fakat kimse geçmişteki, şimdiki ve gelecek zamandaki sansürle ilgili bir roman için risk almak istemez. Sonra bir şey olur ve “parası az fakat ileriyi görebilen genç bir Chicagolu editör” henüz büyümekte olan yeni dergisinin ikinci, üçüncü ve dördüncü sayılarında yayımlamak üzere cüzi bir miktara kitabı satın alır. Bu kişi Hugh Hefner’dır: Playboy dergisinin kurucusu ve sahibi.

Tüm bunların ardından kısa öykülerine, romanlarına ve senaryolarına devam eder. Yanısıra şiirlerini ve makalelerini de yayımlar.

Hayatının çoğunu kütüphanelerde geçiren Bradbury ölmeden önce de Los Angels’da devlet kütüphanelerinin halka açık kalabilmesi için uğraş verdi.

Son olarak, yarattığı distopyanın gerçeğe dönüştüğü, sansürün, baskı rejimlerinin, endüstrileşmiş kültürün hayatın sıradan bir parçası, okudukları kitaplar yüzünden hapse girebilen insanların ne yazık ki var olduğu bir dünyadan gitti.  Geriye kalan, İtfaiye Şefi Beatty’nin dediği ve artık bizim de bildiğimiz gibi kitapların kibrit ve ateş olmadan da yanabildiği. Bir de kağıdın yanma derecesi: 451. ✪

“… Şunu unutmamalısın, diye düşündü, onları yak, yoksa onlar seni yakarlar.” Fahrenheit 451

Ray Bradbury ve arkadaşı F. Ackerman, 1938 yılında bir sinemaya girip izleyicileri korkutmadan hemen önce, genç bir korku hayranı olduğu dönemde
Önceki

[Çizgi roman I] Tarihi ve imgelerin gelişimi

Sonraki

Dijitale karşı analog, internete karşı kütüphaneler