Japonya Toyokawa doğumlu şair, yazar, yönetmen Sion Sono, Suicide Club başta olmak üzere Noriko’s Dinner Table, Strange Circus, Exte -Hair Extensions- ve Love Exposure ile bilinir. Japonya’da Tokyo Ga Ga Ga isimli gerilla sanat hareketiyle deneysel şiir/sokak performansına da bulaşmış olan yönetmenin filmleri genellikle aile içi şiddet, uçlarda cinsellik, absürd durumları konu alır.
Lords of Chaos, tam adıyla Lords of Chaos: The Bloody Rise of the Satanic Metal Underground, 1998 yılında Michael Moynihan ve Didrik Søderlind tarafından yayımlanmış, özellikle 1993 yılında doruğa ulaşan ve kilise yakmalar ve Mayhem’den Euronymous’un Burzum’dan Varg tarafından öldürülmesi gibi cinayetlerle anılan Norveç Black Metali’ne odaklanan kitaptır. Kitap için Varg Vikernes, websitesinde yayımlanan eleştirisinde, kitabı ve filmi eleştirirken, film başarısız da olsa başarılı da olsa mutlu olacağını, her sonucun kendi yararına olduğunu belirtirken, Euronymous’un ailesi ve dostlarından ve kendisinden hiçbir izin alınmadan bu filme niyetlendikleri için utanmaları gerektiğini söylüyor.
Futuristika!’da Black metal ve ABD’nin dış politikası – Black metal üzerine sıkı belgesel: Until the Light Takes Us
Sion Sono, 2009 yılından bu yana kitaptan uyarlanacak filmi Lords of Chaos’u hayata geçirmeye çalışıyor. Hem film hakkında hem de sinema ve filmlerindeki yarı biyografik konulardan bahsediyor.
[sws_2_column title=””]
[/sws_2_column]
[sws_2_columns_last title=””]Lords of Chaos ve Norveç black metali üzerine
2007’de Hollywood’da Amerikan filmi yapayım diye Los Angeles’a gittim, kimse benimle ilgilenmedi. Bir yıl sonrasında bir prodüktör gelip böyle bir projeyle ilgilenir misin dedi. Lords of Chaos’u okudum, sevdim. Yapalım dedim. Ancak ilk senaryo normal izleyici için fazla ezoterikti, sonra oturup baştan yazdım. Filmi yapmak için pazar hazır ancak biraz daha para lazım. Kiliseler yanacak. Maliyetli iş, en azından beş kilise yanacaktır.
Varg Vikernes’in Lords of Chaos’u yapacakları öldürmekle tehdit etmesinden fazla değil, bir miktar endişelendim. Proje ne kadar tehlikeli olursa o kada ilginç olacaktır bana. Vikernes’in tehdidi filmin modern, çağdaş olduğu izlenimini uyandırıyor bende. Umarım film sadece black metalciler için nostaljik ya da tarihi görünmez, herkesin modern zaman sorunlarını da yansıtır.
Black metali anlamak için her gün dinliyorum ancak dürüst olmak gerekirse sevmiyorum. On dakika sonra sıkılıyorum. Mahler, Beethoven, Mozart seviyorum.
Japon filmlerine ve aile yapısına nefret
Bir çok Japon filmi yaptıktan sonra Hollywood filmi yapmayı düşünmeye başladım. Çünkü Japonya’da filmlerim çok tehlikeli ve garip bulunuyordu. Strange Circus bir ensest filmiydi. İntihar, erotizm, suç ve seks üzerine filmlerim vardı. Japon seyircisi bu adam garip, deli, sapık diyordu. Ama Strange Circus Berlin’de ödül aldı. Orada normal insanlar, özellikle bir garipliği olmayan insanlar vardı. Ama Japon^da filmden nefret ettiler, sürekli boktan bir film bu deyip durdular. Ben de Japonya olmasında Avrupa ya da Kore olsa da dışarıda bir film yapayım dedim. Korefilmleri zalimdir, zalim iyidir. Old Boy mesela.
Japon filmlerini ise hiç sevmem. Çünkü bütün Japon filmleri drama üzerine kuruludur. Ağlaşırlar, hastalıklar vardır. Çiftler ölür hep. Ağlaşma filmleri. Zehirli değiller. Zehir olmaması kötü. Romanlar ve filmlerde zehir olmalı. Alman yönetmen Fassbinder mesela, Amerikan John Cassavetes. Herkesin Japonya’da pek bayıldığı Yasujirō Ozu’yu sevmiyorum. Nefret ediyorum. Ozu, Japon filmlerinin tanrısı. Anti-tanrı, deccal. Ozu filmlerinde aile var hep, oğullar, kızlar babalar, anneler. Sevmiyorum böyle karakter edilen aileyi. Modern aileler öyle huzurlu ve yakın değiller aslında. Her gün anne babalar çocuklarını öldürüyor, çocuklar da onları. Ozu’nun dünyası ise bu değil. Japon filmlerinde ise hep hzuurlu aileler, sevgi dolu ebeveynler var. Gerçek bu değil.
Lords of Chaos gibi bir film yapmayı umut ediyorum bu yüzden. Gerçek toplum, gerçek gençler. Aptal değiller. Mayhem üyeleri entelektüeldi ve birçok şeyle ilgiliydi. Dolayısıyla bunu göstermek istedim. Her yerde yaşanabilecek durumları, Norveç’te, Japonya’da, Amerika’da göstermek istiyorum.
Babalar ve ailede şiddet
Her sorunlu aile filminde babalar kötü adamlardır. İçerler, oğullarını görmezden gelirler, meşgullerdir, hep meşguller. Birbirlerini öldüren evebeynler ve çocuklarının haberlerini izliyorum. Tüm o olaylarda babalar kötü adamlar değil. Normal insanlar, öğretmenler mesela. Ancak bazen sertler, bazen ilgisizler, her zaman, aileyi bir fotoğraf gibi düşünen baba var. Noriko’s Dinner Table’da böyle. Anne bir resim çiziyor ve herkes gülümsüyor. Aile içi şiddet ve suçta aile bir dekorasyon, bir teşhir. Çocuklar da bu görünümden, huzur dolu resmedilmekten, sevgi dolu fotoğraftan nefret ediyor. O resmin dışına koşmak istiyorlar. Bazen böyle oluyor. Olaylar, tesafüdler yaşanıyor. Noriko’s Dinner Table’ı yazarken bunu düşündüm. Babamı iyi biri gibi göstermek için çok uğraştım. Seyirci böylece onu sevecekti. Ama çocukalr sevmedi. Dışarıdan bakınca huzurlu ama aslında, içeride öyle olmayan bir aile. Ailedeki herkes iyi insanlar aslında: İyi kızlar, iyi bir anne, iyi bir baba, iyi bir kızkardeş. Ama, oldu işte. Bir şey oldu. Gerçekteki gibi. Sarhoş baba, erkekler peşinde koşan bir anne, uyuşturucuya bulaşan kızkardeş, fantezidir bunlar. Gerçekten dağılmış aileler normallerdir, adım adım ilerlerler. Yaşam şekilleri böyledir. Filmi seyredenlerin babama acımasını istedim. Ben acımıştım çünkü. Ama bokluklar oluyor. Strange Circus’ta baba karakteri oldukça şeytani. Hem Strange Circus hem de Noriko’s Dinner Table’da anne de babayla birlikte ilerliyor.
Benim babam oldukça sert bir kişilikti. Çok çok sert. Her şeyi kontrol ederdi. Biz onun köleleri gibiydik. Dolayısıyla bu iki filmde de babalardan biri kötü diğeri normal biri. Ama aynı şey, ailelerini sürekli kontrol altında tutuyorlar.
Bir garip kaçırılma ve aşk hikayesi
17 yaşımdayken Toyokawa’dan Tokyo’ya kaçtım. Param olmadığından çok geçmeden eve döndüm. Bir iki ay Tokyo’da takılıp zavallı bir tavşan gibi döndüm eve. Tokyo İstasyonu’na vardığımda geceydi. Geceyarısı parka gidip oturdum. Kadının biri gelip “Otel nerede biliyor musun?” diye sordu. Garip bir kadındı, bilmiyorum dedim. Yine de oteli bulup kadına eşlik ettim. “Benimle kalır mısın lütfen?” dedi. Ergendim, bakirdim. “Vay anasını!” diye düşündüm. “Tokyo çok çok garip bir dünya.” Tamam dedim, bugün bakirlik günlerim sona erecek.
Odaya girdiğimiz an, koca bir makas çıkardı. Şaşırdım. “Aslında ölmek istiyorum,” dedi. Neler olduğuna inanamıyordum. “Şu anda ölmek istiyorum ama yalnız ölmek de istemiyorum, benimle ölecek birini arıyorum” dedi.
“Lütfen, lütfen ben öldürme” dedim, “Ne istersen yaparım.”
Kadın, “Yarın doğduğum yere gideceğiz. Annemin önünde kocam gibi davranacaksın,” dedi. Kabul ettim. Böylece şehir dışına çıktık ve annesiyle tanıştım. Annesiyle tanıştırdı: “Kocam.” Annesi şaşırdı, oğlan gibi gözüküyor dedi, 17 yaşındaydım. Kadın -eşim- ise 30lu yaşlarındaydı.
Orada ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Garip bir ortamdı, unuttum gitti. Uzun bir zaman yaşadığım aslında gerçek değildi diye düşündüm. Belki de iki üç hafta sürdü. Sonra br gün “Tokyo’ya dönmek istiyorum,” dedim. O da benim için dönüş zamanının geldiğini anladı. Nazikti. Bana 30.000 yen (300 dolar) verdi, Tokyo’ya döndüm ve Otomatik Portakal’ı izledim ilk kez. Filmi asla unutamadım. Bir başka durumda izleseydim o kadar etkilenmezdim. O anda kendimden emin değildim. Alex’in yerinde olsaydım ben de aynısını yapardım, yani ben Alex’tim. Eşimi oynayan kadın ne güzel ne de çirkindi. Ortalamaydı. Nihayetinde onunla yatamadım, yine ergen ve bakir olarak devam ettim.
Tarikatlar ve politik direniş
Tokyo’ya dönünce bir tarikata takıldım. İstasyonda filmi izledikten sonra biri gelip “Tanrıya inanıyor musun?” diye sordu. İnanıyorum dersem bana yemek verir diye tabii ki dedim. Açtım. Kiliseye gidip yemek yedik. Kilisede kaldım böylece. Bu da Love Exposure’u etkiledi.
Hristiyan bir tarikat değildi. Garip bir amca vardı, rahatsız edici bir yaşlı adam. Tanrıydı. Rahipti. Tüm tanrıların birleşimiydi. Aslında, harbiden tanrıydı adam. İnananları da garip insanlardı. Ne zaman tahtaya dönüp derslerini vermek üzere bir şeyler yazsa ben gülmekten kırılıyordum.
Bir gün artık dayanamaz olmuştum. Ben de bıraktım, çıktım. Bir inanan beni buldu, yaşlı bir kadındı. Diğerlerini arar diye tırstım. Oysa bana gülümseyip “Yakında döneceksin,” dedi. Bir gün kiliseye döneceğime gerçekten inanmıştı. Oysa gerçek bir elvedaydı benimki. Kaçtım gittim çünkü bu tarikat güçlüydü. İşin ilginç yanı eve annemlerin yanına döndüğümün ertesi gününde masada bir mektup vardı.
Sonrasında da Narita havaalanının ikinci terminalinin yapılmasına karşı çıkan komünist bir grupla takıldım. Polisle çatışıp duruyorduk. Çok yorucuydu. Oysa ben sadece yemek verecekler diye polisle çatışıyordum. Çünkü açtım. Grup yemek veriyordu. Önce bir tarikatçı sonra da protestocu, açlık neler yaptırıyor. Ne dinle ne de politikayla işim yoktu, tek derdim yiyecek bulmaktı.
Edogawa Rampo ve Poe’dan Japonya’ya grotesk edebiyat
Erotik grotesk anlamsızlığın yazarı Edogawa Rampo benim favori yazarım. [F! Notu: Edogawa Rampo, azılı bir Edgar Allan Poe hayranıydı ve yazarlık ismi de Poe’nun isminden türetilmişti.] Bazı Japon filmlerinde de kutu öğesinin öne çıkmasının bizim bir adada kapana kısılmış gibi hisseden bir halk olmamızla etkisi var. Bence Japonya ve Japon toplumu biraz “nemli” bir ülke. Fikirlerimiz rutubetli, “kuru” değil.
Şiir
Kelimeyi başka bir şeye çevirmek istedim. Şiirde, yazılı kelimeyi baskıda görürsünüz. Kızgınsan ya da üzgünsen duygularını yazmak biraz değişik bir durumdur çünkü duygular el yazısında belirir, basılı malzemede değil. Bu nedenle el yazımla sahip olacağım duygularımı hafızamda tutmak istedim ve şiirimi filme çekmeye başladım. Tıpkı duvara yazıp filme çekmek gibi. Aynısını sokakta da yapabilir ve el yazısının o ruh halini yansıtmaya çalışabilirdim böylece. Filmlerimin bir poetikası olsun istiyorum.
[/sws_2_columns_last] ✪