William Gay: Hayatın kısa anlarına zaman ayırmış biri

Sonny Brewer, Güney gotiği ustası arkadaşını anlatıyor. İyi insanlar ve belediyeye bir türlü ödenmeyen borçlar üzerine.
Aralık '20

William Gay, Hohenwald, Tennessee’de doğdu. Liseden sonra, Birleşik Devletler Donanması’na katıldı ve Vietnam Savaşı sırasında görev yaptı. 1998’de 57 yaşındayken ilk romanı The Long Home’u yayınlamadan önce uzun yıllar marangozluk, alçıpan ustası ve boyacılık yaptı. William Gay’in edebi kaynağı yayınladığı ilk öykü olan unutulmaz The Paperhanger’dan başlayarak aynı bölgenin, yaşadığı Hohenwald, Tennessee yakınlarında terk edilmiş bir maden ile yakınında artık var olmayan bir kasabadır. Maden, işçiler, sakinler, öyküleri ve romanları boyunca sürekli geri dönerler. Gay, Cormac McCarthy, William Faulkner ve AC/DC severdi. Üslubu da bu iki yazardan etkilenmiş denebilir. Gay hakkında Türkçe’de belirmiş ilk metin olduğunu düşündüğümüz The Lost Country‘de yer alan bu önsöz, yazarın 2012 yılında 70 yaşındayken vefatının ardından yayıncılığını üstlenen Dzanc Books ve önsözün yazarı, Gay’in yakın dostu Sonny Brewer’in izniyle çevrilmiştir.

William Gay iyi biriydi. Ve iyileri bulmak o kadar kolay değildir. Büyük amcam bu konuda kesin bir detay verdi ve iyi bir insanın on binde bir bulunabileceğini söyledi. Kırk yılını kürsüde geçirmiş Harvard eğitimli bir papazdı. Bununla birlikte, sırf iyi davranarak önemli biri olma fırsatını verip beni etkilemek umuduyla rahip kıyafetinin ipini çekiştirdi durdu.

Konfüçyüs da iyi bir insan fikrinden bahsetmişti. İyi bir insanın kibar olduğunu, dürüst olmaya çabaladığını, çok şeye ihtiyacı olmadığını ve kendini diğer insanların emrine vermeye istekli olduğunu söylemişti. Ancak daha da önemlisi, bir arketip olmasına rağmen, zengin veya politikacı, oyuncu veya ünlü değil – sadece başkalarını anlayan ve ailesiyle ve arkadaşlarıyla ilişkileri her şeyden önemli sayan biriymiş. Filozof, kalabalıkta iyi birini ayırt edebileceğini söyledi. Onunla ilgili bir şey, sıradan bir bakışta bile, güveninizi memnuniyetle karşılarmış. İyi bir insanda farklı bir şey saptamak için sabahlık giyip mantra söylemene gerek yok.

William Gay ile tanıştığım gece Columbia, Güney Carolina’da bir bardaydık. Güneydoğu Bağımsız Kitapçılar Birliği yıllık konferansı için şehirdeydik. 1999 sonbaharıydı. Arkadaşım Tom Franklin bana bu isimden bahsetmişti. Pazar sabahı kitabının imzalı bir kopyası için sıraya girmek isteyeceğimi söylemişti.

“Bu adamı hiç duymadım” dedim. “Bu kendi yayınladığı bir şey mi?”

Tom, “Hayır. Ama kendi memleketinde yaşayan bir kadın tarafından bağımsız olarak yayınlandı,” dedi. “Sınırlı sayıda 250 kopyadan oluşan kısa bir hikâye. Hepsi numaralandırılmış.” Fairhope, Alabama’da bir kitapçım vardı: Müjde Ayağınıza Geldi – Kullanılmış ve Nadir Kitaplar isminde. Tom bir koleksiyoncuya 6.000 dolardan daha fazlasına bir kitap satma hikâyemi duymuştu. “Güven bana,” dedi,” William Gay’i hiç duymadın ama ilk romanı kasım ayında çıktığında çok duyacaksın ve kitaplarından biri bende olsun diye can atacaksın.”

Bar kalabalıktı, insanlar ayağa kalkıyor, sürtünerek geçip duruyordu, sonra Tom bir adamı selamlamak için döndü. “Hey William,” dedi. Ben de Sonny’ye senden bahsediyordum,” ve omzuma vurdu.

“Hey, Sonny.” Hafif Tennessee aksanındaki sesi tınılıydı ve yüzünde bir çeşit gülümseme diyebileceğimiz bir hal vardı. Kot pantolon ve geniş yakalı buruşuk siyah kadife görünümlü bir spor ceket giyiyordu. Modası geçmiş bir kıyafetti.

Ne bekliyordum bilmiyorum. İlk kez yazan, belki genç bir üniversite öğrencisi belki. Hayır, bu yazarın üzerinde aşılmış kilometrelerce yol vardı. Benden yaşlı olduğunu tahmin ettim. Uzun, kıvırcık saçlı. Gözlerini göremedim. Ama onda beni o anda çeken bir şey vardı.

Ben o yaşlı adamla olmaktan ve gösterişten uzak durmaktan memnun olduğum gibi William da daha canlı bir mekâna daha iyi bir teklifle kaçacak değildi. Böylece kendimi bir anda o adamla otururken buldum. Sadece ikimiz vardık. Editörler hakkında hafif bir sohbetin içine düştük. William’ın ağır çekimi, aktörlerin köylü filmlerinde sinemaseverleri kandırdığı o sahte duygunun gerçek versiyonuydu. Değişken zekâsını ve bir İngilizce öğretmeni seviyesindeki kelime hazinesini yalanladı durdu. Yazmaktan başka ne yaptığını sordum. “Biraz alçıpan astım,” dedi. Zekâsı karanlık bir köşede okuyabileceğin bir ışık saçıyordu. Bu adama çok ısındığımı düşündüm.

Bilardo oynayan iki adam gibi sırayla masanın karşısına geçtik. Önce o, sonra ben. Önce ben, sonra o. Barselona’da izinlerini geçiren sarhoş denizciler gibi çene çaldık. Önümüzdeki yıllarda bizi arabada oyalayacak ve dönüşlerimizi kaçırmamıza neden olacak bir şablon oldu bu. Jacksonville’de Atlantik Okyanus’nu görene kadar yakalayamadığımız, I-10 ‘un güneyindeki, 10 dönümlük temiz, iyi ışıklandırılmış bir eyaletler arası kavşağı geçmek gibi. Bunu nasıl olduğunu sordum. William araba kullanmayı, yola çıkmayı ya da köprülerin üzerinden geçmeyi sevmezdi ve tüm yolculuklarımızda direksiyon bendeydi. William, somut bir monotonlukla, “Sanırım konuşuyorduk,” dedi.

Ama konuşmamıza önemsiz bir dedikodu veya sohbet denemezdi sadece. New England gezimizde William bana Robert Penn Warren’ın “Blackberry Winter” şarkısının neden mükemmel bir kısa hikâye olduğunu açıkladı mesela. İçinden tek bir kelime çıkarırsan ya da eklersen mahvolacağını söyledi.

The Long Home‘dan bir paragrafı ezbere alıntıladığım aynı yolculuktu:

Sabah. Sıcak ağustos güneşi sallanan bir ağacın üzerinde tütüyordu. Hâlâ kötü niyetli sıcağın altında mücadele eden sarhoşlar, sanki değişmiş zamanda ya da kehribara dönüşen bir atmosferde hareket ediyorlarmış gibi yavaşça kıpırdıyorlardı. Vadide hiç yaprak kımıldamıyordu ve güneş tehditkâr, çok yakın ve korkunçtu. Güneşin dalgalanışı uzadı. Pencere camları kırılmış ateşle cilalandı. Orospular ve azmış herifler yüksükotu ve itüzümü kokusuyla ayılırken sumak yaprakları solmuş ve bükülmüştü. Kötü niyetli bir güneşe karşı isteksiz veya işe yaramaz garip yaratıklar, güneşin kavuruşuna bırakılmış gibi, tuhaf bir kırılganlığın varisiydiler, etleri kavrulup kararacak, uzuvları kavrulmuş örümcekler gibi kıvrılacak ve yarılacaktı.

Sonra ona zihnimi dağıtan ve göğsümü sıkıştıran o satırları dizmesinin ne kadar sürdüğünü sordum. William, “Ah, tamamlamak ne kadar uzun sürerse tam o kadar,” diye yanıtladı. Saçmalık dedim. O da “Hayır. O kitabı yazarken her gün alçıpan astım ve tahta asarken kafamda koca koca sayfalar oluşturdum” diye yanıtladı. Sonra sayfalardaki kelimeler için fotoğrafik bir hafızası olduğunu söyledi. Diğer yazarların kitaplarında da aynısını yapıyormuş. Bir ya da iki mil sessizce sürdüm. Yolcu koltuğundaki bu adamı düşünüp durdum.

Ölümünden birkaç hafta sonra, The Lost Country‘nin el yazmasını, o zamana kadar hangi sayfaların bulunduğunu okuduğumda kitabın başlığını içeren paragrafa rastladım, o zaman kalbim tekledi ve dostumun kaybı için nihayet ağlayabildim.

Gezilerimizden birinde üniversitenin bizim için ayarladığı pansiyonda – kahvaltı güzeldi ve her yer pastel renkliydi. William odasına gitti ve tekrar dışarı çıktı. Çantasını bile bırakmadı. “Bir motele gidebilir miyiz? Uykumda kelebekler tarafından boğulmaktan korkuyorum,” dedi. Gittik. Ev sahiplerimiz için bir hikâye uydurduğum kullanışlı bir motel buldum.

Yanlış dönüşlerimizi viskiye bağlayamazdık. William Gay’i bir kere bile sarhoş, yanımda yardımcı pilot gibi olsun olmasın, görmedim.

Ama o ve ben ara sıra bara gittik. Nashville’deki gece gibi, taburelere kaykılmıştık. Üç genç kadın yanımıza geldi. İçki ısmarladılar ve mekânı taradılar, barın ambiyansını orta sayfa görünümleriyle kutsadılar. On beş dakika sonra bir tur kokteylden sonra fırıl fırıl dönerek ayrıldıklarında, “Gördün mü? Yani, o kızlar açıkça oynaşacak birini arıyorlardı ve bize doğru eğik bir şekilde bakmadılar bile!” dedim.

William, “Sanırım kendinin son kullanma tarihini kontrol etmedin, değil mi?” diye cevap verdi.

Başka bir gece, bu sefer Memphis’teki Beale Caddesi’nde, William bana “Ne zaman istersen gitmeye hazırım. Cehennemin dibi için kostümlü provaya benziyor ortam,” dedi

Biz bir kasabada seyahatteysek William hep benimle takılırdı. Ben o yaşlı adamla olmaktan ve gösterişten uzak durmaktan memnun olduğum gibi o da daha canlı bir mekâna daha iyi bir teklifle kaçacak değildi. O, ben ve Suzanne Kingsbury, hafta sonu düzenlenen edebiyat konferansı sırasında Georgia’daki Jekyll Adası’nda öğleden sonra güneşlenen bir masada birlikte oturduk ve editörü masamıza geldi. William’a “Araba geldi. Gitme vakti geldi,” dedi.

William bana döndü ve dedi ki, “Hadi Sonny, gidelim.”

Editör, “Arkadaşınız bizimle gelemez,” dedi. Bana dönüp bakmadı bile.

William, “Beraber geldik ama,” dedi.

“Üzgünüm,” dedi editör, William’a. Tabii ki bir hanımefendiyi getirmesinin sorun olmayacağını ekledi. Onu bekleyen insanlar olduğunu ve gerçekten gitmeleri gerektiğini söyledi. William sandalyesine geri oturdu ve editörüne gitmeyeceğini söyledi ve kaldığımız yerden konuşmasına devam etti. Editörle daha fazla konuşmadı. Ona hiç bakmadı bile. Yerinden kıpırdamadı ve kendisine düzenlenmiş etkinliğe gitmedi.

Bence çoğu erkek benden özür dileyip havalı insanlarla dolu o yere giderdi. Ne de olsa William’ı bekliyorlardı. Ama William Gay çoğu insan değildi, çoğu yönden de kimseye benzemiyordu. Bir keresinde ona, insanların arasında kendini bir yabancı olarak bulduğunda hiç uzaylı gibi hissedip hissetmediğini sormuştum. Garip yaşam biçimleri, konuşma ve davranış biçimleri. “Hayır,” dedi. “Daha çok uzaylıların arasına yerleştirilmiş normal biri gibi hissediyorum.”

Evinde tamamen kendisi gibiydi ve çalıştığı şirket aradığında olduğundan farklı bir şeyi tamir etmesi gerekmiyordu ya da birilerince yakalandığında saklanma ihtiyacı hissetmiyordu. Hohenwald’daki kulübesinde her ziyaret ettiğimde her zaman önceden ne yemek istediğimi sorardı ve gittiğimde ocağın üzerine yemek hazır olurdu. Yatağında hep temiz çarşaflar vardı, uyumam için önceden hazırlanmıştı ve başka türlü olsun istemezdi. Kendisi ise kanepeye otururdu. Yanında hep ona eşlik eden köpeğiyle.

Bir keresinde yayıncımı editöryal çalışmanın tam sonlarına doğru, Blue Moon Café’den Hikâyeler için bir yazarın daha çalışmasını eklemek için zorladım. Adam, ki iyi bir yazar, son zamanlarda kurak bir dönemdeydi ve belli ki bir molaya ihtiyacı vardı. Sonra o yazar hikâyesini geri çekti. Basıma gitmemize ise sadece günler kalmıştı. İkonik bir edebiyat dergisinden daha prestijli bir teklif almıştı ve bana üzgün olduğunu söyledi ama açıkçası Southern Review’da yayımlanmaya bizim antolojimizden daha çok ihtiyacı vardı.

Çok sinirlenmiştim ve şikâyet edip içimi boşaltmak için Tom Franklin’i aradım. Tom sözümü kesti. “Sonny – sen ve ben – ikimiz de aynı durumda hikâyesini geri çekmeyecek tek bir yazar tanıyoruz ve üzgünüm ama ikimizi de bu sayıma dahil ediyorum.”

“William Gay,” dedim.
“William Gay,” dedi.

Bambaşka bir insandı, evet. Başkasının doktor faturalarına yardımcı olsun diye kendi edebiyat metinlerini satmaya gönüllü olan biri. Ya da 2008’de adliye merdivenlerindeki haciz satışında evimi kaybettiğimde bana yardımcı olmak için para vermeye çalışan biri.

Otoyol maceralarımızın birinde, biraz dolambaçlı yoldan gittik ve Alabama kırsalında annemin evinde durduk. Kardeşim Frankie onunla yaşıyordu, ona bakıyordu ve William Gay ile tanışmak istedi. İçeri girdiğimizde annem üzgündü çünkü Frankie’nin de kabul ettiği gibi dört gün boyunca annemin ondan ne istediğini anlayamamıştı bir türlü. Annem 15 yıl önce geçirdiği felçten beri konuşamıyordu ve sadece “Tamam, evet” ya da “Tamam, hayır” diyebiliyordu. Bir de ben deneyeyim dedim, televizyonda The Price Is Right yanıp sönerken kanepede yanına oturdum.

Annem, koridora, yatak odasına ya da banyoya ya da bilinmeyen bir mesafede dışarıda bir yerlerde bir yöne doğru işaret etti. William annemin yanında dikilmek için oturma odasına girdi o sırada. Annemin yaşadığı sıkıntı ilgisini çekmişti. “Ekmek kutusundan büyük mü” taktiğimle annemin yakınlardaki kasabalara doğru işaret ettiği yöne bakıp Vernon dediğimde, annemde bir parlama oldu nihayet.

“Tamam, evet!” dedi ve hatta biraz güldü sanki, az da olsa ilerleme kaydettiğimiz için rahatlamıştı. Frankie bakmaya devam etti. William izledi ve dinledi. Annem bir ara William’a “Lütfen şu aptal oğullarıma yardım et!” diye işaret etti.

“Bakalım,” dedim. Sonra, biraz neşe katmak ve ortamı yumuşatmak için “Vernon’daki hapishaneye gitmek ister misin?” diye sordum. Ama mizahi yanım zayıftı ve annemin yüzü bana hızla üzüntüye dönüşen derin bir hayal kırıklığını yansıttı. Ağlayacak sandım. Hemen ciddileştim. “Oraya gidip Carl Amca’yı ziyaret etmek ister misin?”

“Tamam, hayır,” dedi. Sonra dudakları titremeye başladı ve kanepeden aşağı, sonra pencereden dışarı baktı. Korkmuştu. Keskin zekâsını artık kırılmış bir ses tonuna iliştirmekte komik olan bir şey yoktu tabii.

“Vernon ilçe merkezi mi?” diye sordu William.

“Evet,” diye cevapladı Frankie,”Bu boktan eyaletteki diğer tüm eyalet birimleriyle aynı boktan şehir meydanındaki aynı boktan adliye binasıdır.” Kardeşim hükümeti hiç mi hiç sevmezdi.

“Arazi vergilerini ödediniz mi? Ben benimkini bir süre önce ödedim.”

Sonra annem bağırdı, “Tamam, evet, evet, evet!” Ağlamaya başladı ve elini William’a uzattı, o da elini tuttu. William onun diğer tarafına oturdu ve televizyon ekranında The Price Is Right izlemeye başladılar. Sanki bu dünyada önemli başka bir şey yokmuş gibi. Annem dizini sıvazladı durdu ve ara sıra bana ve diğer oğluna gülümsedi.

Daha sonra William ile çıkmaya hazırlandığımızda kardeşim Frankie bana doğru eğildi ve “Bu adamdan hoşlandım. Sanki uzun zamandır tanıdığı biri hissiyatı verdi,” dedi.

Evet, biliyorum. Bazen iyi bir insanla tanışınca tam böyle olur.

O kitaba ne mi oldu? Hiç duymadığım bir yazarın o kitabına mı? Ford Explore’ımın arka koltuğuna oturdum ve diğer ikisine, Kyle Jennings ve Frank Turner Hollon’a yüksek sesle okudum onu. Eve, Alabama’ya doğru güney yönüne gidiyorduk. “The Paperhanger, The Doctor’s Wife ve The Child Who Went into the Abstract” vardı içinde. Bitirdiğimde araç 75’ten 50 mile yavaşlamıştı. Sonunda biri “Hassiktir!” dedi.

Ben de dedim ki, “Bu adamı kitapçıma okuma gününe götürmeliyim. Ama araba kullanmadığını duydum.”

Kyle, “Kulağa bir yol hikâyesi olacak gibi geliyor,” dedi.

Evet, ne yolculuktu ama. Burada ve orada, tekrar tekrar, tekrar ve tekrar, oradan şuraya. Ta ki altı yıl önce bir gün direksiyon başında, William’ı alıp Lincoln Memorial Üniversitesi’ne okuma gününe götürmek için yolda giderken yolculuk yoldaşımın öldüğü haberini alana kadar. Ama kitaplarını yazdığı için ve bu taslak sonunda bulunduğu için, yolculuk devam ediyor diyebiliriz. ✪

Önceki

Massimo Furlan’ın futbol performansı: Yalnız ve topsuz

Sonraki

İlginç bir gelişme