[su_dropcap style=”light” size=”5″]Y[/su_dropcap]azmak kuşkusuz yaşanmış deneyimin maddesine bir biçim (ya da ifade) dayatmak değildir. Edebiyat daha çok, Gombrowicz’in söylediği ve uyguladığı gibi, kötü-biçimliliğin veya tamamlanmamışın tarafına çeker. Yazmak bir oluş meselesidir; her zaman tamamlanmamış, her zaman oluşmanın ortasındadır ve her türden yaşanabilir veya yaşanmış deneyimin maddesinin ötesindedir. O bir süreçtir, yani hem yaşanabiliri, hem de yaşanmamışı kateden bir Hayat geçişidir. Yazmak oluştan ayrılamaz: yazarak kadın-oluş, hayvan-oluş veya bitki-oluş gerçekleşir, algılanamaz-oluş’a kadar molekül-oluştur. Bu oluşlar Le Clezio romanlarında olduğu gibi özel bir çizgi halinde birbirlerine bağlanabilirler; ya da Lovecraft’ın kudretli eserindeki gibi, bütün bir kainatı oluşturan kapı girişlerini, eşikleri ve bölgeleri izleyerek, her düzeyde birlikte bulunabilirler. Oluş ters bir yönde işlemez ve adam kendini her maddenin üzerine dayatma iddiasında olan baskın bir ifade biçimi olarak sunduğu ve kadın, hayvan ya da molekül her zaman kendi biçimselleştirilmelerinin elinden kaçıveren bir kaçış bileşenine sahip oldukları ölçüde Adam olunmaz. Bir adam olmanın utancı –yazmak için daha iyi bir neden bulunabilir mi? Oluşan bir kadın olsa bile, kadın-oluş gerekir ve bu oluşun kendi olduğunu iddia ettiği halle asla bir ilgisi yoktur.
Oluşmak bir biçime erişmek (özdeşleşme, taklit, Mimesis) değil, birinin artık bir kadından, bir hayvandan veya bir molekülden ayırdedilemediği bir yakınlık, farkedilemezlik veya farksızlık bölgesinin bulunuşudur –bu ne belirsiz ne de genel bir haldir, ancak bir biçim altında belirlenmiş olmaktan ziyade, önceden görülemez ve varolmayan bir nüfusun içinden tek başına sıyrılıvermektir. Birisi herhangi bir şeyle bir yakınlık bölgesi oluşturabilir; bunun için gerekli edebi araçları imal etmek koşuluyla. Mesela André Dhotel yıldız çiçeğini kullanmaktadır: cinsiyetler, cinsler veya krallıklar arasından bir şey sıyrılıp geçmektedir[1]. Oluş her zaman “arada” veya “aralıktadır”: kadınların arasında bir kadın, ya da öbürleri arasında bir hayvan. Ama gramerdeki belirsiz harfi tarifin (İngilizce’deki ‘the’) gücü ancak oluş sözcüğünün önündeki ‘the’, biçimsel özelliklerinden sıyrıldığında bir etki yaratır (the animal in front of you). Le Clezio’nun Kızılderili-oluş’u, her zaman ‘mısır yetiştirmeyi ya da kano yapmayı bilmeyen’ tamamlanmamış bir Kızılderilidir, biçimsel özellikler alacağına Le Clezio, bir yakınlaşma bölgesi üretir.[2] Tıpkı Kafka’nın yüzme bilmeyen yüzme şampiyonu gibi. Tüm Yazı eylemleri bir atletizmcilik içerir; ancak bu atletizimcilik, edebiyat ile sporları uzlaştırmak ve yazıyı Olimpik bir olaya çevirmekten daha çok, bir kaçışın atletizmi, bütünlükçü bir gövdenin bozuluşu içindeki atletizmdir.—Michaux’nun ortaya koyduğu gibi yatakta bir atlet. Kişi, hayvan öldüğünde ancak hayvan olur; ve ruhaniliğin ön yargısının tersine, ölmesini bilen; ya da ölümle ilgili bir hissi, kötü bir hissi olan hayvandır. Edebiyat Lawrence göre bir kirpinin ölümüyle başlar; ya da Kafka’da bir köstebeğin ölümüyle:” zavallı küçük kırmızı ayaklarımız yumuşak bir anlayışın önüne serildi.”[3] Moritz’in dediği gibi insan ölmekte olan bir buzağı için yazar.[4] Dil kendini bu kadınsı, hayvansı, moleküler hatlara ulaşmaya adamalıdır; ve her hat bir ölüm-oluştur. Düz çizgiler yoktur; ne şeylerde ne de dilde. Sentaks, şeylerin içindeki hayatı-yaşamı ortaya çıkarmak için her seferinde yaratılan gerekli hatların kümesidir.
[su_quote cite=”GD”] Proust’un dediği gibi, edebiyat dilin içinde yabancı bir dil açar; bu ne başka bir dildir ne de yeniden keşfedilmiş yöresel bir ağızdır; dilin öteki-oluşudur; bu majör dilin minörleşmesidir; onu kapıp götüren bir hezeyandır; egemen sistemden kaçan bir büyücü-hekimin, şamanın, yoludur.[/su_quote]
Yazmak kişinin anılarını, yolculuklarını, aşklarını, üzüntülerini, düşlerini, fantazilerini anlatması değildir. Aşırı bir gerçekliğe düşmekle aşırı bir hayale düşmek aynı şeydir. İki durumda da şu evrensel anacım-babacım durumuyla, gerçeğe yüklenmiş ya da kendini hayali sanan Oedipal bir yapıyla karşı karşıyayız. Edebiyatın bu çocuksu algılanışının içindeki, yolculuğun sonunda ya da düşün ortasında aradığımız şey; bir babadır. Ana-babamız için yazarız. Marthe Robert edebiyatın bu çocuksulaştırılmasını ya da ‘psikanalizleştirilmesini’ aşırı uçlara götürmüş, romancıya Piç olmaktan, sokakta bulunan bir yetim olmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır.[5] Hayvan-oluş bile, ‘kedim, köpeğim’ türü Oedipal indirgemeciliğe karşı emniyette değildir. Lawrence’ın dediği gibi, “Ben bir zürafaysam ve benim hakkımda yazan sıradan İngilizler hoş, uslu köpeklerse; işte, hayvanlar birbirlerinden farklıdır…Olduğum hayvandan siz içgüdüsel olarak tiksinirsiniz.”[6] Genel bir kural olarak fantaziler basitçe, kişisel olan ya da sahip olunanlar için belirsiz olanı maskeler: “bir çocuk dövüldü” çabucak “babam beni dövdü”ye dönüşür. Ama edebiyat tam ters yola girer ve sadece görünen kişilerin ardında kişisel olmayanın gücünü keşfettiği anda var olur; ki bu bir genelleşme değil, en üst seviyede bir tekilleşmedir: bir erkek, bir kadın, bir hayvan, bir mide, bir çocuk…Edebi sözcelemin koşulu olarak iki kişiyle çalışan bir şey değildir edebiyat, içimizde, elimizden “Ben” deme gücünü alan bir üçüncü kişi doğduğunda başlar (Blanchot’un “neuter”i).[7] Elbette edebi karakterler mükemmel bir şekilde bireyleştirilmişlerdir ve ne belirsiz ne de geneldirler; ancak tüm bireysel özellikleri onları kapıp bir belirsizliğe sürükleyecek bir tasavvura yükseltir; onlara fazla güçlü gelen bir oluş gibi: Ahab ve Moby-Dick’in tasavvuru. Cimri bir tip değildir, tam tersine onun bireysel özellikleri (genç bir kadını sevmek, vs.) onu bir tasavvurun onaylayıcısı yapar: altını görür, belirsizliğin gücünü kazandığı bir şamanın yoluna sürülür—bir cimri…, biraz altın, daha çok altın… Masal anlatmayan edebiyat yoktur, ama Bergson’un görmeyi becerdiği gibi masal anlatma- masal anlatma işlevi- bir ego hayal etmekten ya da tasarlamaktan oluşmaz. Daha çok bu tasavvurlara ulaşır, kendini bu oluşların ve güçlerin seviyesine çıkarır.
Nevrozlarımızla yazmayız. Nevrozlar ya da psikozlar yaşamın geçitleri değil, süreç kesintiye uğradığında, önü kesildiğinde ya da tıkandığında içine düştüğümüz durumlardır. Hastalık bir süreç değil, sürecin durmasıdır, “Nietzsche durumu”nda olduğu gibi.Dahası bu tip yazar hasta değil daha çok bir hekimdir; kendisinin ve dünyanın hekimi. Dünya, hastalığı insanla birleştiren bir belirtiler kümesidir. O zaman edebiyat bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar: bu yazarın sağlığı mutlaka iyi durumda olacak anlamına gelmez (burada atletizmde olduğu gibi bir karışıklık sözkonusudur); ancak yazar çok güçlü ve kırılgan bir sağlığın etkisindedir; bu sağlık, kendisine çok büyük, çok kuvvetli gelen önceden görmüş olduğu, duymuş olduğu şeylerden; geçişleri kendisini yoran boğucu şeylerden gelir; ama öte yandan yine de baskın ve güçlü bir sağlığın olanaksız kılacağı oluşları ona verir.8 Yazar, gördükleri ve duyduklarından, kanlı gözlerle ve kulağında dayanılmaz uğultularla döner. Hangi sağlık, (insan tarafından ve insanın içinde, organizmalar ve onların alt kümeleri tarafından ve onların içinde) hapsolduğu yerden hayatı özgür bırakmaya yeter? Bu Spinoza’nın kırılgan sağlığına benzer; devam ettiği sürece, en son ana kadar, geçişine her zaman açık olduğu yeni bir tasavvura tanık olur; Sağlık, edebiyat gibi, yazmak gibi, olmayan bir halkı icat etmektir. Bir halk icat etmek, masal anlatma işlevinin işidir. İhanetleri ve reddedişlerinin içine rahatça yerleşen bir halkın kökenini ve ortak kaderini yaratmak için anılarımızla yazmayız. Amerikan edebiyatının, kendi anılarını yeniden anlatabilecek yazarlar üretmede ayrıcalıklı bir gücü vardır; ancak tüm ülkelerden gelen göçmenlerden oluşan evrensel bir halkın anıları gibi. Thomas Wolfe “Amerika’yı, tek bir adamın şu ana kadarki deneyimlerinden oluşan bir yazıyla anlatır.” 9 Bu dünyayı yönetmek için görevlendirilmiş bir halk değildir tam olarak. Bu minör bir halktır, sonsuza kadar minör, devrimci-oluş’un içine hapsolmuş minör bir halk. Belki de yazarın en küçük parçası içinde var olan, her zaman kayıp olan bir halk. Piçlik artık aileye bağlanan bir şey değildir, ırkların içinde bulunduğu bir süreci ya da sürüklenmeyi göstermektedir. Ben bir hayvanım, sonsuza kadar alçak bir ırktan gelen bir Zenciyim. Bu Yazar-oluştur. Kafka (orta Avrupa için) ve Melville (Amerika için) edebiyatı, minör bir halkın, tüm minör halkların kolektif bir ifadesi olarak sunar; bu halklar ifadelerini sadece yazarda ve yazar aracılığıyla bulur.10 Edebiyat her zaman tekil temsilcilere atıfta bulunsa da kolektif bir ifadeler montajıdır. Edebiyat bir hezeyandır; ancak hezeyan bir ana-baba meselesi değildir: halklardan, ırklardan, kabilelerden geçmeyen, evrensel tarihin peşini bırakmayan bir hezeyan yoktur. Tüm hezeyanlar tarihseldir, “ırkların ve kıtaların yer değiştirmesidir.”11 Edebiyat bir hezeyandır ve bu şekilde de kaderi hezeyanın iki kutbu arasında belirlenir. Hezeyan bir hastalıktır, bilinen bir hastalıktır; ne zaman ortaya bir ırk çıkarsa onun saf ve egemen olduğunu iddia eder. Ancak hezeyan durmadan ezilmelerin arasında kıpırdayıp duran, kendini ezen, hapseden her şeye karşı direnen bu ezilmiş piç ırka yalvardığı zaman bu bir sağlıklılık göstergesidir. Burada da yine, hastalanmış bir durumun, sürecin ya da oluşun önüne çıkma riski vardır her zaman; hem sağlık hem atletizmcilik aynı karışıklıkla, egemenlik hezeyanıyla, piçlik hezeyanının karışması riskiyle karşı karşıya gelir; bu edebiyatı tırtılsı bir faşizme, savaştığı hastalığa doğru iterek, kendi içindeki faşizmi teşhis etme ve kendisiyle savaşma anlamına gelse bile. Edebiyatın nihai amacı, hezeyanı içinde, bir sağlığın yaratılması ya da bir halkın icat edilmesi yani yaşamın olabilirliğini özgürlüğüne kavuşturmaktır. Olmayan bir halk için yazmak… (“için” burada “yerine” den çok “yararına” anlamına geliyor.)
Edebiyatın etkisini dil üzerinde açıkça görebiliriz. Proust’un dediği gibi, edebiyat dilin içinde yabancı bir dil açar; bu ne başka bir dildir ne de yeniden keşfedilmiş yöresel bir ağızdır; dilin öteki-oluşudur; bu majör dilin minörleşmesidir; onu kapıp götüren bir hezeyandır; egemen sistemden kaçan bir büyücü-hekimin, şamanın, yoludur. Kafka’nın yüzme şampiyonu şöyle konuşur: Seninle aynı dili konuşuyorum ve yine de söylediğinden tek kelime anlamıyorum. Sentaktik yaratı ya da biçem– işte bu dil-oluştur. Kelime ya da anlam yaratılmasının, içinde geliştikleri sentaksın değeri dışında hiç bir değerleri yoktur. O halde edebiyat daha şimdiden iki özellik sunar: sentaksın yaratılması aracılığıyla sadece anadilin parçalara ayrılmasına ya da yıkılmasına değil aynı zamanda dilin içinde yeni bir dilin uydurulmasına yarar. “Dili savunmanın tek yolu ona saldırmaktır… Her yazar kendi dilini yaratmak zorundadır…”.12 Dil, kendini zorla olağan kırışıklıklarının dışına çeken bir hezeyan tarafından yakalanmış gibi görünür. Üçüncü bir özellikte şudur: yabancı bir dil, bir dilin içinden, karşılığında o dili tamamen yok etmeden ya da sınırlarına itmeden, oyulup çıkarılıp, artık hiçbir dile ait olmayan tasavvur ve duyumlardan oluşan dış bir bölgeye, ya da öteki tarafa itilemez. Bu tasavvurlar fantezi değil, yazarın, dilin çatlaklarında, bunların aralarında gördüğü ve duyduğu hakiki Fikirlerdir. Bu tasavvurlar sürecin kesilmesi değil, onun bir parçası olan biçimin kırılmalardır; sadece bir oluş içinde kendini açığa çıkaran bir sonsuzluk ya da sadece hareket halinde ortaya çıkan bir manzara gibi. Bunlar bir dış dil değil, dilin dışıdırlar. Gören ve işiten olarak yazar, edebiyatın amacı: Hayatın, Fikirleri yapan dilin içinden geçişidir.
Sürekli hareket halinde olan bu üç özellik Artaud’da açıkça görülebilir: anadilin parçalara ayrılarak harflerin düşüşü (R, T…); bunların yeni bir sentaksa ya da yeni bir sentaks oluşturan yeni sözcüklere, bir dilin yaratıcılarına eklemlenmesi (“eTReTé”); ve son olarak nefes-kelimeler, tüm dilin gitmekte olduğu asentantik sınır. Ve Celine’de bile—Bunu söylemeden edemiyoruz, o kadar güçlü bir şekilde hissediyoruz ki: Gecenin Sonuna Yolculuk, ya da anadilin parçalarına ayrılması; dil içinde bir dil gibi yeni sentaksıyla Kurulma Planı Üstünde Ölüm; ve dilin sınırı gibi, patlayıcı görüntüler ve sesler gibi askıda kalan ünlemleriyle, Guignol’ün Orkestrası. Yazmak için anadilin belki de tiksindirici olması gerekir; ama öyle ki sadece sentantik yaratının kendi içinde yabancı bir dil açabileceği şekilde; böylece bir bütün olarak dil, tüm sentaksın ötesinde, kendi dış gövdesini açığa çıkarabilsin. Bazen yazarları kutluyoruz; ama onlar da kendi olmalarını başarmaktan, kendileri için koydukları sürekli kayan, kendilerinden uzaklaşan sınıra yaklaşmaktan çok uzakta olduklarını biliyorlar. Yazmak aynı zamanda bir yazardan başka bir şey olmak demektir. Edebiyatın ne olduğunu soranlara Virginia Woolf şöyle cevap veriyordu: Kime yazmaktan söz ediyorsunuz? Yazar ondan bahsetmez; onun derdi başkadır.
Eğer bu ölçütleri göz önüne alırsak, edebi bir niyetle kitap yapanlar arasında, hatta deliler arasında bile, kendine yazar diyebilenin çok az olduğunu görebiliriz.
Çeviren: Ege Berensel
(Essays Critical and Clinical/Ciddi ve Umursamaz yazılar (Eleştirel ve Klinik yazılar)’ın ilk yazısı)
[su_divider top=”no”][/su_divider] ✪