Robert Walser öldü. Karlara yığıldı kaldı. Böylesine anlar yaşanmıştır. Öncesinde, Zürih’te bir kitap okuma etkinliğine çağrılmıştır. Edebiyat Çevresi’nin organizasyon başkanı, Robert Walser’in hâlâ almanca konuşmayı öğrenemediğini açıklar. Kendi okuma gününde, onun adına başkası okuyacaktır. (Başkalarının hayatlarını, başka başkalarının yaşadığı günlerde bizi artık şaşırtmayacaktır.) Ertesi yıl, bu kez Theodor isimli romanını kendi okur. Bu kez ne okuduğunu bilemeyiz, çünkü kitap artık kaybolmuştur.
Robert Walser öldükten sonra, incecik şeritlerler halinde kesilmiş kağıttan oluşan sayısız sayfayı, boyu bir ya da iki milimetreyi geçmeyen puntoda harflerle yazdığı, çilesini karınca duasına benzettiği yazıları ortaya çıkmıştır, çıkacaktır, tarih ancak böyle ilerler. Yazan kurşunkalem öylesine kalınken, kullandığı dil öylesine antik almancayken, yazdıkları önce şifreli metinler zannedilmiştir. Değildir. Metni çözecek insan sayısı beş ya da altıdır. İki araştırmacı, on iki yıl boyunca neler yazdığını çözüp altı cilt kitabı bir araya getirebilir. Başka ne yazmıştır, hangi sırayla yazmıştır bilinmez. Robert Walser o dondurucu soğukta karlara düşmeden çok önce, 1933 yılında yazmayı bıraktığını iddia etmiştir.
Robert Walser ölmeden önce, yarattığı hikayeleri yazabilmek için harcadığı çabaya rağmen, okurların yazdıklarını aptalca bulacaklarından emin olduğunu yazmıştır. Yanılmıştır. Küçük metinler yazarak büyük yazar olabilir, bazı insanlar:
“Bir zamanlar bir şehir vardı. Orada yaşayanların hepsi kuklaydı. Yine de yürüdüler ve konuştular, hareket ediyorlardı, hisleri vardı ve gayet naziktiler. Sadece ‘Günaydın’ veya ‘İyi geceler’ demiyorlar, bunları içten söylüyorlardı, tüm kalpleriyle.”
Walser’in ayak izlerini takip ettim. Kendi adına başkalarının imza attığı tımarhaneden, o tımarhaneden buraya yirmi beş yıl gezinmesinin ardından yetmiş sekiz yaşında kaçıp, yürüyüp, düşüp kaldığı noktadan geriye doğru. Yeryüzünde incecik bir buz çatlağı oluşturmuş, çatlaktan sızan damlaların sürekliliğinde kendi tınısını bulmuş bir halde öylece yatarken, kendi geçmişinin artık kalınlaşmış, anlamını nicedir yitirmiş, anıları silikleşmiş geçmişinin üzerine kardan bembeyaz bir katman örtmüşken, kendi katmanlarını birbiri ardına yerleştirmiş orada öylece yatarken. Minicik harflerle ufacık kağıtlara yazdığı sayısız hikayelerinden birinde anlattığı gibi ölümünün ertesinde, bedeninin o buz çatlağına doğru küçülüp sızacağı noktadan yürüdüm. Robert Walser’in ölüsünün polis tarafından çekilmiş fotoğraflarında, açık gözlerinin, ayak izlerinin, paltosunun sayısız kere tekrar tekrar basılmasının yarattığı leş kokulu akıntıya kapılıp, yazarın 1913 yılında kendi kendine komik duruma düşmüş ve başarısız bir yazar olduğunu söyleyip Berlin’i terk ettiği yöne yüzdüm. İnatla kurşunkalem kullandığı ve arkasında çözülmek üzere bıraktığı beş yüz sayfada minicik sözcüklerin oluşturduğu devasa hikayeler arasında, Walser’ın kurşunkalem kullanırken nasıl neşelendiğini anlattığını hatırladım.
Robert Walser, mikrometinlerinde “yazmaya değil delirmeye geldim” yazdığı tımarhaneden birkaç yüz metre ötede öldü. Yürümeyi çok severdi, yürüyerek öldü. ✪