Cemal Süreya altı yaşındayken ailesiyle birlikte, Dersim Kürt isyanlarının ertesinde, Bilecik’e sürgün edilir. Trene bindirilmelerini hatırlar. Korkuyordur. Büyükannesi rahatlatmaya çalışır onu, “Göçmeniz biz” der, “Yer değiştiriyoruz.” O tren, jandarmalar eşliğinde yük vagonlarına tıkılan insanları belirli bir noktaya varmayan yolculuğa taşımıştır. O trende, Cemal Süreya ailesini, çocukluğunu kaybeder. Sonra şiirlerinde, garlar ve trenlerde yükünü hafifletmek isteyerek geçer ömrü. Kırgındır sisteme ve tanrıya. Şöyle yazar daha sonraları:
“Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani, / Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı; / Varto depremini düşün, yardım olarak Batı´dan / Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni.”
İskoç yazar Irvine Welsh’in modern zamanların kült statüsüne ulaşmış romanı Trainspotting ise, yukarıda yaşananlara uzak bir toplumda, Birleşik Krallık şehri Edinburgh’da bir grup canki arkadaşın maceralarını anlatır. Eroin, bu arkadaş grubunu didikledikçe, onlar da sisteme zarar verirler. Onlar makinenin çarklarından uzaklaşmak istedikçe, acı bir gerçekçilikle, yaşamın gerçeklerinden uzaklaşma yolunda ilerlediklerini hissederler.
Trainspotting, Britanya’da, gelip geçen vagonları gözleme hobisine verilen isim olarak biliniyor. Arka planında ise, bunu yapanların, yani trainspotter’ların, uyuşturucunun etkisi altına trenlere uzun uzun bakmaları olduğu düşünülebilir.
Irvine Welsh’in, kariyer ya da planlı bir iş hayatı yerine, yaşamlarını modern toplumun midesini bulandıran ilişkileri, sözleri ve davranışları üzerine kuran arkadaş grubunu anlatan romanı uzun yıllar önce Türkçe’ye çevrilmişti. Konuyu takip eden devam romanı “Porno” ise ülkemizde toplatılmıştı. Siren Yayınları’ndan Avi Pardo’nun yeni çevisiyle ve özel baskı kapağıyla tekrar yayınlanan Trainspotting, seksenli yılların ortasından sonlarına dek geçen bir dönemde, yüksek işsizlik oranının da etkisiyle gençliğin içine düştüğü derin zorukları anlatan, gerçekçi ve bugün için de aynı noktalara dikkat çeken bir modern yapıt.
“Bizi seç. Hayatı seç… Çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanepeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları seyretmeyi seç. Bir huzur evinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç.
İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum.”
Kitapta, “Büyük umutlarla başlıyoruz, sonra çuvallıyoruz. Hepimiz bir gün büyük sorulara cevap bulamadan öleceğimizi keşfederiz,” diye özetlenen hayatın tercih edilmemesi, romantik ve bireysel bir isyandan çok, bu tercihi yapanlara yıkım ve acı getiren zorlu bir sınav oluyor. Dolayısıyla, çevresinde gördüğü, statüye ve tüketim toplumuna dayalı hayatı seçmemeyi tercih edenlerin yaşamları dibe doğru hızla ilerlerken, okuyucunun bir yandan kahramanlara yönelen sempatisi artarken, mazlumun yanında olma isteğiyle sistemi sorgulamaya başlıyorsunuz.
Kitap, Danny Boyle’un yönettiği ve başrolünde Ewan McGregor’un oynadığı film ve muhteşem bir soundtrack ile sinemaya aktarılmıştı. Ayrıca tiyatro oyununa da dönüştürüldü. Irvine Welsh de hikâyelerinden oluşan kitabın aynı isimli filmi “The Acid House/Asit Evi”nin senaryosunu yazmıştı. Bu yönüyle sinemaya da yakın duran Welsh, Trainspotting’de güzide punk/rock müzisyenlere göndermelerle müziğe de güzel bir selam çakıyor. Welsh’in saygı sunduğu isimler arasında David Bowie, Joy Division, The Fall, the Pogues, Lou Reed, The Velvet Underground, Frank Zappa, The Smiths, The Stooges ve Iggy Pop bulunuyor.
Cemal Süreya’nın trenlerle ilişkisinden, boş gözlerle trenleri izleyen yenilmişlerin hikayelerinden başlayıp, Pablo Neruda’nın vagonlarıyla bitirelim, “Yolunu yitirmiş bu trenler, utançtan mı öldüler yoksa?” O trenlerin ölümlerinin nedenini bilemiyoruz, ancak sebebi politika ya da sermaye olmasın? Trenler acı çekenleri değil mutlu insanları taşısınlar, o trenleri de izleyenler, mutlu gözlerle baksınlar.
Bu yazı daha önce Taraf gazetesinde yayımlanmıştır. ✪