Sağaltım yalanlarına öfke: Karaçam Ormanı’nda ve Bataklık

Bilinçaltından doğmamış, en azından başlangıç noktasını o tekinsiz bölgeden çıkarıp oluşturmamış hiçbir kurgusal metne güvenmemeliyiz. Yoksa yazanın matematiksel ince hesaplarının gölgesinde bize sayfaları çevirmeye devam edelim diye tasarlanmış cümleleri takip etmekten başka bir şey yapmadığımız edilgen bir okuma edimine mahkûm oluruz.

Karaçam Ormanı’nda

Bilinçaltından doğmamış, en azından başlangıç noktasını o tekinsiz bölgeden çıkarıp oluşturmamış hiçbir kurgusal metne güvenmemeliyiz. Yoksa yazanın matematiksel ince hesaplarının gölgesinde bize sayfaları çevirmeye devam edelim diye tasarlanmış cümleleri takip etmekten başka bir şey yapmadığımız edilgen bir okuma edimine mahkûm oluruz. Şiir ile öyküde böylesi ince ince örülmüş, hedeflenen bir okur grubunun gözetilip kotarıldığı metinler şükür ki hala göze çarpar. Ancak konu romana geldiğinde karşınıza kusursuz örülmüş diyebileceğiniz bir metin çıkar. Aman aman cümleler ne denli etkilidir. Gramer hatasızdır, az kullanılmış sözcükler serpiştirilmiştir. Karakterlerin isimleri nüktedan zeka pırıltısıyla yaratılmıştır, memleketin büyük sorunlarını katmanlaştırıp anlatmıştır vesaire. Okur, sonrasında hayatımıza iyi bir roman okumanın hızla dibe itilen keyfiyle devam ederiz. Romanı o denli hızla sindirmişizdir ki atık kendisini üretemeden sızmış gitmiştir. Bir daha bize uğramaz, hayatımıza dokunmaz, saydamlaşmıştır. Gezi Parkı’nı özgürleştirenlerin cebinde Georges Perec kitabı gören oldu mu. Oysa bağıra çağıra Virginia Woolf alıntısı yapanlara şahitlik ederim. Bendeyse sadece Thomas Bernhard vardı. Polissizliği, devletsizliği tadıyorduk, aynı anda garip bir huzursuzluk hissindeydik. İnce bir kitap olmalıydı, çünkü sürekli hareket halindeydik, taş atıyor, barikat söküyor, tekrar yapıyorduk, fazla düşünmeden onu cebime atmıştım. Küçümen, ama hacimli. Fakat yazının iyisi iyi gömülememiş, boğulamamış, geri dönen ölülerden, sahile vuran bedenlerden oluşmaz mı. Romanda ardı ardına çatılmış cümleler hiç beklenmedik anda hayalet gibi geri dönüp irkiltmelidir. Gerilimi yazanın tehlikeli düşüncesinden alıp okuyana aktarmalı, bunu yaparken kendisinden bir şeyler eksiltmeli, o eksilen alana okuyanın tedirgince kendisini yerleştirdiği boşluğu açmalıdır. Birbirimizin içine girmeliyiz. Yer değiştirmeli, dönüşmeliyiz. Buna cüret eden metinler kuşkusuz anlatmayı tercih etmedikleriyle, metinde bıraktıkları sessizlik anlarıyla öne çıkarlar. Muğlak sözler ediyorum, çünkü bir okur olarak uzun süredir hakikatin dışına itilmiş durumdayım sanki, bu yüzden sırtım ağrıyor. Bahtin’in orkestralama uyarısına karşın zemin kaymış durumda. Hemen bilinsinler, hızla dolaşıma sokulsunlar, hemen unutulsa da önemli değil yine parlatırız sisteminin, Türkiye’nin bir türlü yüzleşemediği kötülüklerinden özenle seçilip dayattığı klişeler rejimine karşın hikayelerimi bulabilmek için bana sunulan tüm mesiyanik tanıtımlara karşı kendimce çatışıyorum. Hiçbir yazara güvenmiyorum, bu nedenle sabitlenmiş fikrimin olmaması doğal. Kurgusal metinlere karşı birtakım şüpheci hislerin vesayetinde yazıyorum. Edebiyata dair kaygımın çoktan umudumun ötesine geçtiğini biliyorum.

Yaraların öfkesiyle çatılmış iki kitap. Fatih Balkış’ın 2019 yazında bir twitter hesabından verilen google drive linkinden e-kitap şeklinde okumaya açtığı – henüz basılmamış, dünyaya verilmiş- Karaçam Ormanı’nda ile Ozan Can Özübal’ın 2015 yılında Raskol’un Baltası tarafından yayımlanan Bataklık isimli metinleri. Raskol’un Baltası’nın herhangi bir pazarlama, tanıtım çabası göstermeyen tavrından dolayı, bünyelerinde basılmış hemen hepsi nitelikli kitapların güncel yayın ağının dışında kaldığı düşünülebilir. Birbirlerine biçimsel benzerlikleri yok. Okuduğumda tonlarındaki grameratik gerginliği özdeşleştirdiğimden birlikte anıyorum.

Roman montajlanmış paragrafların toplamıysa, cümleler de bunların çekirdekleriyse, alt alta okuduğumuz kitap formu yerine yataylaştırılmış ekrandan tıpkı zihinde belirdikleri gibi yan yana geldikleri e-kitap formundaki sayfaların daha uygun okuma biçimi sunduğu görülebilir. Balkış okuyanlar üslubunu doğrudan Thomas Bernhard’a dayandırdığını bilir. Bunu pastişin gölgesine sığınıp yapmaz. Bütünlük kuramamış, deneyimi eklemleyememiş, parodileşmiş bir hal değildir. Fars’tan bu yana kendi öznelerinin oluşum/gelişimini yereldeki dertlerinin üzerinden açar. Beton bloklar gibi ördüğü paragraflarda olaylar öznenin sorularla çoğalttığı malzemeyi/meseleyi işler. Kendi çağındaki sığıntılara işaret eder. Bernhard’da müzik takıntılı karakterler Balkış’ta zamanımızın post-pank ozanlarına, Mark E. Smith, Thurston Moore, Ian Curtis’e takılır. Benzer hislerle farklı söylevler çeker. Entelektüel, fakat üzgün, kırılmış zihinler türlü linkler verirler. Yazarlar, müzisyenler, yönetmenler, kitaplar, filmler, mekanlar geçitler açmaya çabalar, yarıkta sıkışmış karakterlerin çırpınışlarıdır. Balkış’ın ait olduğu edebiyat çevresi tanıdığımız yerlerde vakit geçiriyor gözükse de hep uzaklarla ilintilidir. David Albahari, Horacio Castellanos Moya -bir türlü kurtulamadığından şikâyet ettiği yazar için San Salvador’daki Thomas Bernhard’ı yazmıştır, Tim Parks, Geoff Dyer, William Gaddis (Agapē Agape), W.G Sebald’ın peşindedirler. Bahsi geçen yazarlar hikâye anlatma biçimlerini Balkış gibi Bernhard’a dayandırırlar. Dyer bunu romanının hemen başında açıkça söyler. Albahari bunu yapmamak için çaba gösterse de kurtulmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını belirtir. Yazmak, diğer edimlerle birlikte artık sıkıntıdır. “Artık okumak, yazmak ve dinlemenin yerini yalnızca gözlemler almıştı. Dahası hikâyenin içine giriyordu.” (Fars, FB) Haysiyet ve Mahçubiyet’teki Elias’ın yılların entelektüel birikiminin aslında gözlemler akışından başka bir şey olmadığını fark ettiğindeki yenilmişlik hissinin muadili. Kabullenilmiş durumlara karşı çaresizliğimiz. Edebiyatın nicedir sadece sağaltım yolu olduğunun propagandasını yapan oligarşik gürültüye karşı başka imkanlara çabalayan sözlere yoğunlaşma çabası var Balkış’ın. Biliyoruz ki yer sınırsız değil. Alan işgal edilmiş durumda, başka pek çok şeyle birlikte hakikatin yaralarından roman açmaya giden mücadele dışarıda bırakılıyor.

Hangi yaralar bunlar. İşaret edilen izlerden alınmış, çevresine örüldüğümüz, hızla geçmiş kategorisine itilip ortadan kaldırılmaya çalışılan düşünce biçimleri. Öfkeyi yolunda kırıp, estetik, kristalize edilmiş halde yazma uğraşısı. Yoksa şöyle söylenir mi, “Ruh bir kere bu huzursuzluğu tadınca sakinleşmesi mümkün değil. Sonuç ne olursa olsun, kimsenin umurunda olmayan bir operanın tamamlanması gerek. Bu gücüm var, buna inanıyorum. Yeterince düşündüm, yeterince zaman harcadım, yeterince okudum ve her okuyuşumda ruhumun aydınlandığını hissettim. Bu bir şey. Bu benim için yaşamda her şeyin önüne geçen bir şey.” (Baht Dönüşü, FB) Sakinleşemiyorum. Sıkıntımız üretilenin sadece zenginlerin, tuzu kuruların değil herkesin ulaşabilmesi değil. Sıkıntımız çalınmakta olan edebiyat ile adil alışveriş refleksimizi öldürmeye çalışmaları. Basitleştirilmiş, heyecansızlaştırılmış, çilesi çekilmemiş, kitlenin isteklerinin matematiksel birtakım hesaplamalarla anlaşılıp oluşturulan kurguyu önümüze koyup onlarla tapınmamızı beklemeleri. İstisnaları savunmalıyız, bir kere bu huzursuzluğu tatmış durumdayız, sonuç ne olursa olsun mezhepleştirilen romana karşı patikalara sapacağız. Furyaları alt etmek için başka ne yapacağız.

Balkış’ın Yerçekimi kendi mecrasında bir aksama sanki. Veya başlama noktasından hatalı kurulmuş, yazıldıkça amacından sapmış. Gözlemlere teslim olmuş, izlenimlerin rahatlığında iç mücadelesini kaybetmiş karakter yayınevine yürürken bir grup siyahlar giymiş pank görür. Aralarına aldıkları Afrikalı’yı tedirgin etmişler diye düşünür, bunu gözlerinden okur. Panklardan sarışın bir kız Afrikalı’ya kolunu uzatmıştır, her yanı çizikler, kesikler ve derin yaralarla dolu bir koldur bu. Ürperir geçer. Yayınevine girince uzun toplantı masasındaki editör iki boş sandalye olmasına rağmen yer yok, der. O ise bulduğu yere oturur düşünmeyi sürdürür, bu kadar. Çevirmene göre yaşamın neresinde durduğunun bir önemi yok. Öncelik her zaman sözcükler. (Yerçekimi, FB) Zayıf, körleme analojiler var Yerçekimi’nde. Oysa Fars’ta anlatıcının gözlem edimi daha çok hesaplaşmaya bükülüyor. Bulantı bilinçaltından yükseliyor, oradan tekrarın gücüne yaslanıyor, anlatı üzerinden yayılıyor. Bu temsil kendini belirli bir dil formuna doğallıkla zorluyor. Balkış tam da bu noktada Bernhard’ı başarıyla tekrarlıyor. “Kendilerini var eden bu ortamı sürdürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Hepsi koltuklarını terk etmiş, arka vagonlarda neler olduğuyla ilgilenmiyorlar. Gerçek yolcuların hafif ışıklandırılmış vagonlarda neler yaptıklarından habersizler. Çünkü burada olmayı oyunun bir parçası haline getirmişler. Ellerinde metinleri var, ama hiçbiri okumuyor.” (Fars, FB) Elimizdeki metinleri okumayı bile beceremiyoruz, çünkü tertibatımızla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Baskı araçlarını yıkmak üzere silaha sarılmayıp roman yazıp okuduğumuz için olabilir mi. Boşlukta sallandığımızdan boşluğa katılmış olabilir miyiz.

Karaçam Ormanı’nda bir yazarın, ormana çekilmiş bir başka yazara bir kurum -PEN International- aracılığıyla daveti üzerine başlıyor. İlgisiz işlerde çalışırken, üç roman yazıp ülkesinde unutulmuş bu göçmen yazar davete inanamıyor. Çünkü tema İçeride ve Dışarıda. Kendisi bunca yıldır yazı dışında her iş ile uğraşan biri olarak, çoktandır dışarıda kalmış. Yazdıklarını önemseyen birkaç kişi dışında unutulmuş gitmiş. Görünmezleşmiş, otoriter edebiyat varoluş kurallarının alanına bu keskin davete şaşırıp inanamıyor. Yazarlığını hatırlaması için Avusturyalı romancıları kütüphaneden çıkarıyor, kendi metinlerini yeniden okuyor, ormana çekilmiş kadın yazarla buluşmak üzere yola koyuluyor. Bu noktada roman herhangi bir iç hesaplaşmaya giren yazarın yol romanına evrilmiyor. Ziyaretçi yazara ilk şok, konuşulan dile ne denli yabancılaştığını fark etmesiyle çarpıyor. Dile ait ne varsa unutmuştum, bir ulusu ulus yapan dildeki bütün detayları unutmuştum. Metin anlatıcının dil vasıtasıyla yabancılaşmasını aktardığı bir romana mı dönüşüyor. Hayır, Balkış bu zamanımızın kahramanlıklarının hiçbirine yüz düşürmüyor.

Ülkesinde nedensizce iki yıl hapse girmiş, nedensizce salıverilmiş, sürgüne gitmek zorunda kalmış bu kadın yazarın Karaçam Ormanı’ndaki sığınağına geldiğinde, o ana dek aklında olmayan yazarla, ziyaretçi yazarı o güne dek hiç okumamış kadın yazarın bir araya gelişinden edebiyat, yaşam, bilinçaltının saplantılarına dair akışın metni örülmeye başlanıyor. Kadın yazarın saplantısı Witold Gombrowicz’in bankada çalışırken gizli gizli Atlantik’in Ötesi’ni yazmasıyla direniş nüvelenir. Savcının suçladığı kadın yazar neler olduğunu anlamaya çalışırken, polisten kütüphanesindeki kitapların isimleri yüksek sesle okunması istenir.

“Duvar Geçen, Onun Karısı, Sustalı, Cuma Akşamı, Veba, Bitik Adam , Palyaço, Bilinmeyen Değer, Woyzeck, Yanık Saraylar, Değişme, Bir Kış Gecesi Eğer bir Yolcu, Körleşme, Uyku Evi, Narcissusun Zencisi, Üç Deniz Öyküsü, Ayakizlerinde Adımlar, Cinayeti Gördüm, İngiliz Posta Arabası, Yeraltından Notlar, Ben Gidiyorum, Ses ve Öfke, Gönül Yakınlıkları , Atlantik Ötesi, Ara Perde, Teneke Trampet, Aşkın ve Denizin Dalgaları, Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Solak Kadın, Temel Parçacıklar, Bir Savaşın Tasviri, Epepe , Sığınak Öyküleri, Tedirginliğ in Kadınlığı, Michel Kolhass , Usulca , Tanrı Gelini Sybill, Ölen Adam, Kıssalı Hisseler, Evin İçi, Büyülü Dağ, Genç Törless , Heinrich von Ofterdingen, Gözlerini Kaçırma, Kader, Uçuyoruz, Mathia Pascal, Deniz Kenarında Geyikler, Sessizlik Zamanı, Don Carlos, Uykunun Kardeşi, Rüya Roman , Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, Satürn’ün Halkaları, Macbeth, Oidipus Kolonos’ta, Kızıl ve Kara, Duygusal bir Yolculuk, Kopuklar, Açık Deniz Kıyısında, Sis, Myra, Düello , Jacop von Gunten , Av, Voss , Sonny Boy , Agape’ye Ağıt, Tragedyanın Doğuşu, Deccal, Wilhelm Meistre ’nin Çıraklık Yılları, Marie Grubbe, Hamlet, Bilinmeyen Değer, Hedda Gabler, Bir Yazarın Öğleden Sonrası, Mikrokozmoslar, Ouidah Naibi, Ali Abher, Gölün Sırrı , Profesör Y. ile Konuşmalar, Yardımcı, Amras-Watten, Uzun Kuraklık-Kazı , Bay Perşembe.”

Polisin, edebiyat manifestosu denebilecek bu listeyi yüksek sesle okuduğu pasajdaki tuhaflık, savcının devreye girmesiyle devletin edebiyatın alanına asla girmeyeceğini ispatıdır: “Bu kitapların sizin olduğunu kabul ediyor musunuz? Başımı salladım. Şimdi bu listede bulunan kitapların size ait olduğunu kabul ettiğinize göre kâğıdın altını imzalayın. Biliyorsunuz evinizde bulduğumuz her şey, bu kitaplar birer delil. Sanırım bugün bu işi bitireceğiz, büyük resme buradan ulaşmamız mümkün olacak. Bize evinizdeki bütün bu kitapların bağlantılarını anlatacaksınız. Özellikle de şu üçünün diye devam etti, demişti kadın yazar. Neden Deccal , Bir Savaşın Tasviri ve Yanık Saraylar kütüphanenizde yan yana duruyor? Bir Savaşın Tasviri adlı kitap hangi savaşa gönderme yapıyor? Deccal ile kimi kastediyorsunuz? Yanık Saraylar ’la planlanan bir saray yakma eylemi mi var?”

Demek ki kadın yazar, kolluk kuvvetlerinin edebiyatı okuyamaması üzerine hapse girer. Çünkü iktidar suçun tanımıyla oynamayı, onda delikler açmayı, içini boşaltmayı seviyor. _Bunu yaparken kitapların isimlerini yanlış okuyor, anlamları eğiyor, böylece edebiyatı insanların yaşamları kadar anlamsızlaştırıyor. Savcıyla kadın yazarın, mahkemeyle iddia edilen suçun arasında yaşanan kopuş, edebiyatın tanımını aşıyor, neye dayanarak var olduğumuz sorusuna geliyor. Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğü Bozma ve silahlı terör örgütüne üye olma suçlarından şüpheli hakkında tutuklama istemi vesaire okunurken kadın yazar kendisine hitap edildiğinin bile farkında olamadığı bir şaşkınlığın esrikliğini yaşıyor. Mahkemeyi, hücresini anlattığı pasajlarda başına geleni anlatırken söylediği gibi, devletin gündelik hayat diliyle apar topar içeri tıktığı benliğinin insansızlığı dehşet vericidir. Yazma eylemindeki insansızlıktan ötede bir insansızlık hissinin deneyimlenemez şiddeti olanca ağırlığıyla yazara yüklenir. Peki bu roman bir davaya düşmüş yazarın devlet tarafından maruz kaldığı şiddetin romanı mıdır. Ne mutlu ki değil. Çünkü Balkış kurgusunu üzerine ördüğü iki yazarın buluşmasındaki konuşmalarda iki karakterin birbirlerinden, oradan kendi geçmişlerini saran yaşamlarından bu felaket arasındaki bağı kopartacak derece inceltip metni özgürleştiriyor. Ziyaretçi yazar ile ormandaki eve sığınmış yazar arasında salınan anlatı hiç de o alışageldiğimiz tavsiye edilen tarifiyle _okurla arasına mesafe koyan bir üslubu dayatmıyor. Yazarla yazar aralarındaki kırılgan, incinmeye hazır, öfkeli sohbete okurun katılımını talep ediyor.

Ormana sığınmış yazar yazılamamış Gombrowicz hakkındaki romanının zihnindeki tahribata konuk yazarı davet eder. Düşünüldüğü halde yazılamayan, hapse atılınca kesintiye uğrayan yazının borcu kimin üzerindedir. Gombrowicz hakkında anlatılanlar metin için uygun olmasa dahi, bulanık fikirlerin aktarımında belirse dahi biliyoruz ki bir roman aslında yanlışlığını üzerimize geçirmesinden, eksikliklerinden oluşur. Gombrowicz hakkında yazılamamış romanın, onun nazarında beliren borcu sohbetlerinde ödenebilir. Yazı vasıtasıyla aranan hakikat ancak bu kesişimde ortaya çıkıyor. Hücresinde avucuna ancak sığan bir kağıt parçasına önlü arkalı bir öykü yazmayı başaran yazarın kızgınlığı şu noktada: “Artık insanlar okusun diye bir şey yazmak boşunaymış, daha ileri gittiği de oluyormuş, büyük suskunluğa geçiş yapmak. Bunu düşünür olmak bazen yeterli, demişti bana. Bir sınırı geçmek gibi bir his(…)” Sessizliği seçmek, sonucuna bakmaksızın haysiyetli bir eylemdir. Yine de bu eylem, alçak olduğunu düşündüğün toplumun içine doğru değil, dışarı doğru yapılmış gözükse dahi, önce sessizliği seçen insanı dönüştürür, o zaman insan daha geri çekilip, çepere yönelip, kendisinin neye dönüştüğünü anlamaya çalışır.

Hapishaneden kurtulunca kadın yazarın tekrar o binaya dönüp, dışarıdan Google earth ile kuş bakışı izlemeye çalıştığı binanın avlusuna merceği odaklamasıyla aslında oradan kurtulmuştur. Veya hapishanenin arka duvarının tımarhaneye açıldığını fark edince bahçeden kendisine laf atan hastaya kendi yarısını verince yarılmış, tekrar içeriye girmiştir. İçeriye alındığında yazıdan feragat etmemekte direnen, nihayet dışarıya saldıklarındaysa özgürleşemeyen insanın insanlaşmaktan sıyrılışındaki gerginliğine borçluyuz.

Askerdeyken arkadaşımın adı Tarzan’dı. Saldırgandı, şizofren eğilimleri nedeniyle ona koğuş bekletirlerdi. Herkesin dışarıda eğitimde olduğu zamanlarda tüm gün koğuşlarda tek başına gezinir bir sandalyede otururdu. Aramız iyiydi. Gün içinde sayesinde koğuşa kaçardım. Keyifle sigara içip kitap okuyayım diye bana subay tuvaletlerini açardı. Bir gün tuvalet çıkışı cigara tellendirirken beraber, adın neden Tarzan diye sormak nihayet aklıma geldi. Subaylar Kürtçe ismini -Rezan, e’de şapka var- söylememek için, ses benzeri Tarzan ismini bulmuşlar. Tarzan da güzel ama, seviyorum dedi, sonra kalkıp koğuşa koştu. Ranzalara tırmandı, kendisini oradan oraya atarken aaaaaaaaaaa diye bağırdı. Tuhaf sesler çıkarıp güldük. Düştüğü duruma zorla gülüp geçenlerin sesi farklı çıkar. Madem devlet sana Tarzan diyor, o zaman mekanını ormana çevirmek borcunun altına girmiştir. Alacaklı da hakkını, adaletini o anda delice talep etmiştir. Tarzan’ın Türk ordusunun subaylarının sesteş sakinleştirici etkisi değil borcumuz, isimleri ellerinden alınanlara onu iade etmeliyiz. Lise birdeyken edebiyat öğretmeni BBP’liydi, sarkık bıyıklı, iri bir adam. Bir gün kompozisyon sınavında on verdi, sonra not düştü, şunu yazmıştı: Barış, adın hariç, diğer huyların ile yazdıkların güzel. Yazının sonsuz seçenekli yollardan birine itelemek, bir faşist bile yazdıklarınızı onaylayabilir veya daha trajik biçimde, sevebilir. İkamesi olmayan sözcükleri kasıtsız kullanmayalım diye çabalayanlar için. Bataklık’a bir adım.

Bataklık

Ozan Can Özübal’ın ilk kitabı İtlaf bende bir duygu uyandırmamıştı. Bence bir kitapla kurulacak en adil ilişkilerden biridir. Oysa okuma anımı hatırlıyorum, Galata kulesinin dibindeki muhtarlığın oradaki çay bahçesinde birkaç sigara çay içiminde bitmişti. Birkaç iyi pasaj, hafiften kendisini belli etmeye yeltenen, ancak bileğini serbest bırakamamış izlenimi veren bir metindi. İyi bir fikrin çağın ironisini yapma çabasına kurban gittiğini düşünmüştüm, hikayeleri böylesi cinayetlere kaybetmemiz sık sık yaşanır malum. Ardından o yılın elli öne çıkan roman listesine alınmasına doğal olarak şaşırmıştım. Bu nedenle ikinci kitabı Bataklık’ı yıllar sonra, yazarının beni hayal kırıklığına uğratması yüzünden okudum. O da şöyle oldu, başka bir ülkeye taşınmıştım, yaşamam gereken ev bir başkasının evden çıkmayı geciktirmesiyle işgal altındaydı. Şans eseri evi bir aylığına boş duracak bir akademisyenin evini işgal ettik böylece. Öfkemi kontrol etmekte zorlanıyordum çünkü aşina olmadığım çeşitli dillerin tuhaf gürültüsünden kendimi duyamaz olmuştum. Yanımda bir sürü kitap taşıyıp nehir kenarına oturuyor, kaydettiğim radyo programlarını dinleyip okuduklarımdan not alıyordum bir yandan. Bunu yapınca bazen okuduğunuzla dinlediğiniz üst üste binip, hepsinden bağımsız bir karakterin sesi beliriyor. Özübal bu radyo programlarından birinde hayata dair üzüntüyle karışık kızgınlığı olduğunu düşündüğüm kırık bir ses tonuyla yazılardan yazarlardan kitaplardan konuşurken, “Modernist romanın sadece ben diliyle yazılacağını düşünüyorum,” diye beni dehşete düşüren bir cümle sarf etti. Şimdi, Bataklık.

Biliyoruz ki yazı uzun süredir sermaye alışverişine dahildir. Kutsiyeti olmaması bir yana, çözüm sunma yetisi veya iddiasından yoksun kalmıştır. Yine de çatlaklar mevcuttur. Kodlanamayan, üslubunda yarılmalar üzerinden ilerleyen metinlerdeki işaretleri el yordamıyla buluruz. Yoksa neden, nasıl yazılar yazıları kışkırtmayı sürdürsün. Özübal’ın Bataklık’ına saplanıp kalan Yakup kendi edebiyat çabasında bu alışverişin dışında kalmıştır, hiçbir zaman ona dahil olamamıştır bile. Öylesine bir yenilgi ki, daha kafasındaki taslak aşamasında becerememiştir. Demek takıntılı bir halde tutulduğu edebiyata dair bildiği, ona temasıyla hissettiği edebiyatın kendi gerçeğiyle herhangi bir ilişki içinde değildir. Yarığa dahi yerleşememiştir Yakup, özünde edebiyatın güncel kargaşasının, pazar ortamının kenarına bile gelememiş, yazısını tam da orada kuramamıştır.

Roman okumanın çıkmazı okuma eyleminin daha başlangıcından itibaren bitişe göre konumlandırması. Sonuca doğru ilerlerken, nihayete erecek kitabın kaç sayfa kaldığının bilincinde okuyoruz. Biçimsel olarak önlerine serilen bu katılığa karşı, insanların giderek farkında olup -veya olmayıp- kendilerini metnin gerçekliğine teslim etmekte isteksizleşmesine şaşırmamalıyız. Özübal bunu farkında -veya değil, şu modernist romana dair tek olanağı iddia ettiği yorumu beni çok şüphelendirdi- Bataklık’ı paragraf bloklarında ziyadesiyle görsel mesajlarla açmayı tercih ediyor. Görsellik paragrafların ölçülmüş biçilmiş uzunluklarında. Sanırım sapkınca bir özenle metni yüksek sesle okuyup okuyup müziğini de hesaplamış. Yakup metinde yazamamasını yazıyor, lakin yazarı Yakup’un hallerini yüksek sesle söyleyip tınısını ayarlıyor. Bunu postmodern yollara sapmadan yapıyor.


Özübal ilk kitabında da yer yer görülen, ince espri yapayım, çağdaş detaylarla mesaj göndereyim hatasına düşmese veya çabasına girmese daha etkili yazacak oysa. Kötüye örnek: “Özgür hissetmek için köşeleri olmayan mekânlar seçilmesini öneren, kuşe kâğıda basılmış tatil dergileri yanılıyordu; Yakup bu evde dolanırken hayatında bugüne kadar hiç olmadığı kadar özgür ve canlıydı. Bankta oturmuş sigarasıyla uzak bir ufka bakan dul bir kadın kadar özgürdü.”

Böyle kuru ironi denemelerini yapmamalı. Zekasını faş eden yazarlara neden ihtiyacımız olsun. Yazanın aklına hayran olmak istediğimiz romanları terk edeli çok oldu, böylesi metinler sürekli bir parodileşme tehlikesini yanlarında taşırlar. Charles Dickens olsa şu an html kod yazamaz, ortalama kentli insanın hayatta kalma becerilerini gösteremezdi, ancak şu yukarıdaki cümleye de asla yer vermezdi, değil mi. Oysa Özübal hemen ardından şunu yazabilecek beceriye sahip:

“Yakup’un kısa hayat özeti: İnsansız uzay aracı Mariner 9, bilgi toplamak üzere ABD tarafından Marsa gönderildiğinde Yakup doğdu. Saddam Hüseyin Irak devlet başkanı olduğunda Yakup’un sıra arkadaşından başka hiç arkadaşı yoktu. Brecht’in şiir kitabı toplatıldığında satın aldığı ilk kitap olan Monte Kristo Kontu’nu bir gecede okudu Yakup. Fak-fuk-fon mecliste kabul edildiği gece hoşlandığı kızı sinemaya götürmüş, çıkışta onu evine kadar yürüyerek bırakmış, sabaha kadar Fındıklı sahilinde yerden topladığı yarım sigaraları içmişti. Milli Piyango İdaresi Kazı Kazan’ı piyasaya sürdüğü gün arkadaşları gidecekleri üniversiteleri anlatıyor, Yakup ise bir sinema salonunda getir götür işlerine bakıyordu. Çakal Carlos, Sudan’da yakalandığı gün Yakup da Kadıköy’de bir pasajdaki dükkândan kaset araklarken yakalandı ve geceyi nezarethanede geçirdi. Herkesin aksine Özal öldüğünde ne yaptığını hiç hatırlamasa da James Brown’un öldüğü gün ayaklarını tabureye uzatmış televizyon karşısında rakı içiyordu.”

İşte Dickens bunu yazamazdı. Yakup’u doğrudan buraya yanımıza getiren, daha paragraf bitmeden sıkıntısını, çağımıza dair ancak yaşayanın bilebileceği, derdini daha hiçbir şey anlatmadan özdeşleştirebildiğimiz, anlatılanın gerçekliğine ikna olabileceğimiz bu pasajda Özübal’ın çabası yerini buluyor. İroniden parodiye geçiş yaparken bir anda gerçekle yüzleşmek. Yakup da komşusunun evinde gezinirken kendi gerçeğiyle burun buruna geliyor. Yazar olduğunu düşünüp hiçbir şey yayımlatamamış bir insan. Eksik midir. Binlerce yıllık yazı becerisi geliştirdiğimiz tarihte gömülmemek, toprak altında kalıp unutulmamak için kendisini yazıya taşıyanlardan biri Yakup. Aşınmaya karşı, gizlice evlerde geziniyor. Herhangi bir evde değil, gözetlediği bir evde. Demek ki yazı çabasıyla idealini yüklenir, sonra sahnesini kurar, yaşlı komşusunun evi. Artık Yakup, romanında karakter değil, maktul diyelim ona. Çünkü ailesinin felaketinin kurbanıdır. En azından Özübal bize böyle sunuyor. Oysa kurban kendisinden bir şeyler veren, minnetini sonuna dek elinde ne varsa sunan, kendisinden artık alınacak bir şey kalmamış olan değil midir. O zaman Yakup o sözde felaketin maktulü değil belki mücrimidir. Öyle bir çağa denk geldik ki, hayal kırıklığına uğramış iyi aile çocuklarının minik kıyametlerinden dehşete düşmemiz bekleniyor. Oysa herkesin özenle sakladığı, hikâyeleştirmeye çalıştığı kıyametleri var.


“Sigarası biterken kalktı, canı alkol almak istedi.” Doktorun yer aldığı bir sahnede bunu okuyunca Yakup gidip etil alkol alacak sanıyorsunuz, oysa Asmalı Mescit’e gidip içki içmeyi tercih ediyor, doğal olarak. Babasızlığın da çeşitleri vardır, kendimden bilirim. Sen jenerik gerçekliğin sallantısında gidip gelirken etrafında onlarcasının baba figürleriyle kurdukları sana oldukça tuhaf gelen gülümseyen kocaman açılmış ağızlarını şaşkınlıkla izlersin. Bu durumda sahteliğini baştan kurmuş modeli sürekli tasarlamak zorunda kalırsın. Sürekli karanlık bir şekli yeniden yeniden yaratırsın. Bunun için gecelerde uzun saatler harcarsın. Sonra beliren figürü parçalarsın bir anda. Hesaplaşmanın doğru zamanı yoktur, ancak olduğunda bilirsin ki, o andır. Yakup ise hesaplaşmaya pek yeltenmeyip babasından bazı sebepleri ödünç alıyor, kesik kesik, ince nedenler. Yaraları doktorun birkaç dikişte halledebildiği çizikler. Felaketin hesabını birilerinin üstlenmesi lazım, heyhat, ne yazık ki gençlerimiz artık fedakarlığa yüz vermiyor. Kaybedecek bir şeyi olmayanların inatla olmayanı kaybetmemek için direndikleri zamanlar. Ödip kompleksinin kıyısındaki metnin sonundaki The Doors göndermesinin Riders on the Storm olmasına kırıldım, orada sahnede çığlık çığlığa The End’deki anne baba hesaplaşması olmalıydı, ama bunu Yakup’tan bekleyemeyiz. O daha çok yetişememiş bir Chuck Palahniuk karakteri gibi zamane mahşeri düşlüyor. Fakat bütün çocuklar deli değil midir, bütün çocuklar delirtilmiş değil midir. Bizim çocuk şehitlerimizin hesabını kim soracak.

Radyo programındaki söz karşısında dehşete düştüm. Çünkü zamanımızın romanı kuşkusuz katillerin dilinden yazılmalıdır. Birinci çoğul şahıs, hepimiz. İçte olan ile dışarıda kalan, anlatılmaya uğraşılan ile gösterilmeye çalışan, bunların pek önemi kalmadı sanki. Üslubu neresinden yıkarsak oradan bir şeyler kurabiliriz belki. Denemeye değer.

Bu da kendimce yası anlama çabam, şu ana dek ölülere değil de ölüp silinme ihtimallerine ağlamışken sadece, kendi kendimin yasına yelteniyorum. Hikayelerin hikayeleri anlatıcının gönüllü geri çekilişiyle anlatabileceğine kendimi ikna ediyorum. Hiç olmadığım yerden çekilemem, fakat nasıl olduysa oradan dışarı çıkarılmışım.

“Tarih bir anlatıdır.” Kadın Yazar’ın tarihi akışı anlatısını çoğaltarak sürdürüyor. Geçmişte erimiş değil. Yakup yazar olarak okurunu buluyor. Kadın Yazar, Fatih Balkış, Yakup, Ozan Can Özübal, sizi özellikle seviyor veya sevmiyor değilim, ama kızgınlığınızı paylaşıyor, sizler için adalet istiyorum.*

*Ozan’ın bir mektubundan ✪