H.P. Lovecraft’ın yarattığı “Cthulhu Miti” üzerine kendisinden sonra yazan, kenarından dolaşan ya da doğrudan konuya giren sayısız yazar oldu. Pek sevdiğimiz Alan Moore, 1994 yılında The Courtyard ile Lovecraft’ın yarattığı mitosa katkı yapmıştı, arkasından, 2003 yılı olmalı, Neonomicon geldi. Aldığımız habere göre Alan Moore, on bölümden oluşacak Providence ile Lovecraft üzerine en ilginç yapıtlardan birini ortaya çıkarıyor. Moore, son yıllarda özellikle Lovecraft incelemelerine yoğunlaştığını ve yazar hakkında tekrarlanan klişeler ve birçok yanlış bilgilendirme dışına çıkmayı amaçladığın belirtiyor.
Evde iki raf dolusu Lovecraft incelemesi kitabı olduğunu fark ettim. Lovecraft ve Felsefe, Lovecraft ve Batının Çöküşü gibi kitaplar. Eskiden edebiyat incelemelerine mesafeyle yaklaşırdım, okulu hayvan gibi erken bir yaşta bırakmış olmak, kendimi eğitmiş olmam gibi nedenlerle bu türden kitaplara uzak durdum. Hepsini değil, fakat bazı edebiyat incelemelerini okumak kafamı çok değiştirdi.
Michel Houellebecq’in Locevraft hakkındaki kitabını okumadım. Pek yeni bir şey söylemiyor sanırım, yine Lovecraft’ın mizantropluğunu işaret ediyor. Bunu Lovecraft’ın söylediklerinde zaten çıkarabilirsin. Kendisinin ömrü boyunca yüz binden fazla mektup yazdığı tahmin ediliyor, bu mektuplardan en az bir tanesinin yetmiş sayfa uzunlukta olduğunu biliyoruz: Dolayısıyla varoluştan nefret eden birinin, diyelim ki erken dönem bir varoluşçu Jean Paul Sartre gibi, Lovecraft’ın nefretini yansıtan bir sözünü bulmak zor olmaz. Fakat Lovecraft’ı daha geniş biçimde okuduğunuzda dostlarını sevdiğini görebilirsiniz, Providence’ı seviyordu, çevresindeki manzarayı seviyordu, soğuk bir adam değildi, yüksek ihtimalle sinir hastasıydı. Bazen pireyi deve yapardı muhtemelen, örneğin kendisini otuz yaşına gelinceye dek sakat diye nitelemişti. Oysa bir şeyi yoktu. Oldukça sağlıklı, iri, Providence’da insanları uzun yürüyüşlere götüren, kendisinden çok daha genç insanları nefes nefese bırakan biriyken, buna rağmen işe yaramaz ve dünyaya uyum sağlayamayan bir kişi olduğunu iddia ediyordu.
Lovecraft’ın felsefesinden değil, felsefenin bakış açısından Lovecraft’a bakıldığında, son dönemde spekülatif gerçekçilik hakkında ne varsa inceliyorum. Lovecraft’ın “varoluşal yabancılaşma” yarattığının söylenmesi göz kamaştırıcı.
Lovecraft’ın mevzusu yabancılaşma, ötekileştirme. Canavarları anlatım biçimi, Cthulhu’yu ilk tasvir ettiği dönemlerde Cthulhu’nun kesinlikle olmadığı dört şeyin listesini verir. Harika. Bu anlatım bir taktiktir, zayıflık değil. Charles Dexter Ward Olayı gibi hikayelerde, ki bu öykü Providence’da geçer ve Providence’ın tarihini çizer, konu Lovecraft’ın zamanında yüksek ihtimal “bölgecilik” diye nitelenebilirdi. Bugün bile bu terim geçerli diyebiliriz. Lovecraft, bu hikaye gibi yazdıklarında, yerel alanda kozmik alana eklemlenmeye çalışıyor. Çok sevdiği New England manzarasında yazmayı seviyordu, yaşadığı yerin görünümünü, her şeyini sevmişti. Bu açıdan bakıldığında son derece taşralı bir ruh hali vardı. New York’da kaldığı zamanı dehşet verici bulur mesela. Bunun yanında zamanının bilimsel gelişmelerini takip eder. O dönemki bilimsel gelişmelerin neticelerinin farkına varır, izafiyetin, kuantum fizikçilerinin çalışmalarının etkisinin ne olacağını, kısmen de olsa, anlıyordur. Kendi bakış açımızdan kendimize nasıl merkezsizleştirilmişiz gayet iyi anlamıştır, artık bir tür özel öneme sahip olduğumuza dair o evrensel görüş mevcut değildir. Göz alabildiğine uzanan boşlukta, hayal bile edilemeyecek genişlikte bir alana tamamen tesadüfen dağılmış yıldızlarda en ufak noktayız, nispeten önemsiz bir galaksinin uzak bir köşesinde, yüz binlerce yıldız arasından bir yıldızda Lovecradt’ın Nyarlathotep’leri ve Yog-Sothoth’larıyla bir olmaya çalışmasındaki neden bu yabancılaşmaydı.
İnsanın evrenin merkezi olduğuna dair o düşüncenin yok olup gittiğini görmüştü. Yaratıklarının kötü görülmesini istemiyordu. İyi, kötü ya da nefret gibi kavramların geniş sonsuzluklarda bir anlamı olmayan insan üretimi kavramlar olduğunu söylüyordu. Fakat bir insan olarak çevresindeki dünyayı sevmişti. Çevresinde bir anlam ve bir sıcaklık bulmuştu. Bir entelektüel olarak çevresini saran her şeyin tesadüfi evrendeki devasa kaotik anlamsızlığın bir parçası olduğunu farkındaydı. Bana kalırsa hikayelerinde New England ortamlarında beliren korkuları açığa çıkarıp, kişisel olan, çok yakınında olan bildiğimiz insan dünyası ile uçsuz bucaksız, bildiğimiz kadarıyla insan olmayan kozmos arasında köprü kurmaya çalışıyordu. ✪