[Ali Abaday] Tanrıların Şatosu – Okuma Parçası

Cumhurbaşkanı yukarı bakmak istedi ancak görebildiği sadece alevler ve güvercinlerdi. Bir an güvercinleri, cennetin işareti olarak düşündü. Sonra eskiden kuşları beslemeyi ne kadar sevdiğini hatırladı ve bunu uzun zamandır yapmadığı aklına geldi. Camideki alevler onu da sardı. Teni yanıyor, canı acıyordu. Çığlık atmak istedi ama başaramadı. O gün camiye giren kimse dışarı çıkamadı. (Kitaptan)  Türkiye’nin seçilmiş ilk cumhurbaşkanının yeni inşa ettirdiği konutundaki camide suikasta uğraması bütün dünyayı şok etmişti. Türkiye’nin geleceği yeniden yazılmak üzereyken Hamas’ın ünlü bombacısı Yaser İbrahim’in İsrail’de gerçekleştirdiği saldırıyı Türk Cumhurbaşkanı’na adaması iki ülke arasındaki ilişkileri yeniden kopma noktasına getirmişti. Türkiye, İsrail ve ABD siyasetinde ortaya çıkan

[Ali Abaday] 1Cumhurbaşkanı yukarı bakmak istedi ancak görebildiği sadece alevler ve güvercinlerdi. Bir an güvercinleri, cennetin işareti olarak düşündü. Sonra eskiden kuşları beslemeyi ne kadar sevdiğini hatırladı ve bunu uzun zamandır yapmadığı aklına geldi.

Camideki alevler onu da sardı. Teni yanıyor, canı acıyordu. Çığlık atmak istedi ama başaramadı.

O gün camiye giren kimse dışarı çıkamadı.

(Kitaptan) 

Türkiye’nin seçilmiş ilk cumhurbaşkanının yeni inşa ettirdiği konutundaki camide suikasta uğraması bütün dünyayı şok etmişti. Türkiye’nin geleceği yeniden yazılmak üzereyken Hamas’ın ünlü bombacısı Yaser İbrahim’in İsrail’de gerçekleştirdiği saldırıyı Türk Cumhurbaşkanı’na adaması iki ülke arasındaki ilişkileri yeniden kopma noktasına getirmişti. Türkiye, İsrail ve ABD siyasetinde ortaya çıkan yeni politikacılar tarihin akışını değiştirmeye çalışırken, istihbarattan sürülmüş Toprak Kazak, kimsenin ilgilenmediği Divane Hüseyin’in cinayetini çözmeye çalışıyordu. Güvercinlerin sırrı neydi?

Türkçe

272 s. – Ciltsiz – 13,5×19,5 cm.

İstanbul, 2015, 1. Basım

ISBN: 978-605-5055-29-5


 Tanrıların Şatosu’ndan…

Ülkenin bu kadar göç alması iyi değil.”

Hüseyin kıraathaneden içeri girdiğinde, yine aynı cümleyi söyleyerek kafasını iki yana sallamıştı.

Havaların yavaş yavaş soğuduğu ama ülke gündeminin hâlâ sıcak olduğu zamanlardı. Türkiye’nin kalbinin attığı kahvehane ve kıraathanelerde de durum farklı değildi. Herkes çeşitli konular hakkında fikrini söylüyor, kendisiyle aynı şekilde düşünmeyenlerle tartışıyordu.

Osmanlı’dan beri yaşanan bir durumdu bu, ancak hiçbir zaman görüşler böylesine ayrışmamış, taraflar bu kadar birbirine düşman olmamıştı.

Hüseyin, iki metreye yaklaşan boyu ve boyuna uygun kalıbıyla içeri girdiğinde, üzerinde yaz kış çıkarmadığı yeşil kabanı vardı. Sakalları çoğunlukla beyaz, tepesi kelleşmiş olsa da siyah saçları hâlâ yerinde sayılırdı. Her ayın ilk haftası Berber Orçun, Hüseyin’in saçlarıyla sakalını kısaltırdı.

Hüseyin, Berber Orçun’a gittiğinde bekleyenlere bakılmaz, ilk sıra Hüseyin’e verilirdi. Orçun, her iyi berber gibi müşterisinin hangi konuda konuşmayı sevdiğini bilir, ona göre muhabbet etmeye başlardı. Hüseyin için konu kuşlardı. Kuşlar hakkında konuşmaya başladığında susmak bilmezdi.

Hüseyin, mahallenin bir nevi delisiydi ama zararsızdı. Lakabı da Divane Hüseyin’di. Mahalleli onu sever ve korurdu. Herkes elinden geldiği kadar yardım ederdi. Hâlâ bozulmamış kimi Anadolu geleneklerinin devam ettiği bir yerdi onların mahallesi ancak yakın zamanda, her yerde olduğu gibi, bu mahallede de bozulmalar olacaktı. Gelişen şehirlerdeki mahallelerin kaçınılmaz kaderiydi bu durum.

Hüseyin’in o aralar en çok takıldığı konu göçmenlerdi. Onun göçmen anlayışı, ülkenin fazla göç almasına karşı tutumu tamamen farklıydı ama kimse anlamıyordu bunu. Divane Hüseyin’in ne dediğini bir kendi anlardı.

Son dönemde, sıvaları yer yer dökülmüş, içeride okey taşlarının, tavla zarlarının sesinin eksik olmadığı, ara sıra bezik de oynan kıraathaneye her girişinde, “Ülkenin bu kadar göç alması iyi değil,” diyor ve bu lafı hemen tartışmalara yol açıyordu.

Bir taraf ülkeye son yıllarda gelen Suriyeli mültecileri savunur, diğer tarafsa daha çok hükümetten hoşlanmadığı için Suriyeli mültecilerin durumuna karşı çıkardı.

Mültecileri savunan taraf, Suriye’de böyle kanlı bir iç savaş yaşanırken göz göre göre onca insanın öldürülmesine karşı çıkarak Türkiye’nin üzerine düşeni yaptığını, Müslüman kardeşlerini koruduğunu, Batı’nın verdiği sözleri tutmadığı için krizin büyüdüğünü söylerdi.

Mültecilere karşı olanlarsa, son dönemde artan suç oranlarından, kimi Suriyelilerin dilencilik yaptığından başlayarak bir sürü iddiada bulunurdu. Ayrıca ülkenin ekonomisi ne kadar iyi gözükürse gözüksün, “bu kadar boğazı beslemek oldukça maliyetli olmalı, onun parası da halktan çıkıyor,” deniyordu. Bu grubun bir özelliği de son dönemde artan Suriyeli-Alevi tartışmalarını kullanarak Alevileri kendi yanlarına çekmeye çalışmasıydı.

Divane Hüseyin çayını bitirdiği vakit, kıraathanedeki hava öyle bir değişmiş olurdu ki, Hüseyin bir çocuk gibi şaşırırdı buna. Bir hışımla geldiği kıraathaneden yine bir hışımla çıkardı.

Mahalleli “Deli Hüseyin”, “Divane Hüseyin” dese de Hüseyin, akli melekeleri sorunlu bir şekilde doğmamıştı. O, iyi bir ailenin ortanca oğluydu. Ankara’ya Kars’tan gelmiş, Ankara Üniversitesi’nde veterinerlik okumaya başlamıştı. O dönemde ailenin hali vakti yerinde olduğundan, Hüseyin’in Ankara’da okumasını cömertçe destekliyor, onu baş tacı ediyorlardı. Kolay değil, nesillerdir hayvancılıkla uğraşan Yaşar ailesinden biri, Ankara’da hayvanlar üzerine üniversitede okuyordu. Döndüğünde hem kendi hayvanlarına, hem de komşularınınkine Hüseyin bakacaktı.

Hüseyin’in çocukluktan beri hayvanlara özel ilgisi vardı. Ancak onun esas tutkusu kuşlardı. Biri kuş dediğinde hemen oraya koşar, adeta uçardı. Bu yüzden, köyde adı Kuş Hüseyin’e çıkmıştı.

Ankara’daki ilk iki yılında yurtta kalmıştı. Bu esnada arkadaşlarıyla birlikte yurt kantininde otururken gördüğü bir kıza abayı yakmış, o kız yüzünden bilmediği siyaset işlerine girmişti. Kızın ismi Sevda’ydı ve ODTÜ’de mimarlık okuyordu. Ancak o dönemki çoğu genç gibi vaktini okuldan çok eylemlere ve gösterilere harcıyordu.

Sevda’yı görür görmez abayı yakan Hüseyin, siyaseti hiç bilmediği halde aniden solcu oldu. Sevda’nın ela gözleri, hafif çilli yüzü, insanın içini ısıtan gülümseyişi Hüseyin’in başını döndürüyordu. O ne kadar iri yarıysa, Sevda o kadar küçüktü. Minyon ama hoş bir kızdı. Pek çok erkeğin hayallerini süslese de devrim olmadan aşk olmaz inancı gereği, romantik ilişkilerden uzak duruyordu. Yine de ilk görüşte içini garip bir elektriğin sarmasına neden olan Hüseyin, kısa zamanda en yakın yoldaşı olmuştu.

Hüseyin de sırf Sevda’nın yanında olabilmek için örgüte girmiş, toplantılara katılmaya ve Sevda’nın verdiği kitapları okumaya başlamıştı. Ama ne kadar okursa okusun, ne kadar eylemlere katılırsa katılsın, içinde devrim yapmak gibi bir istek olmamıştı. Sevda’yla evlenip köyüne, hayvanlarına, özellikle de kuşlarına dönme hayalleri kuruyordu. Ne var ki, bu hayallerini Sevda’ya bir türlü açıklayamıyor, onun ters bir tepki vermesinden, sonrasında bir daha hiç konuşmamasından ölesiye korkuyordu.

Hüseyin, örgütteki arkadaşlarıyla bir araya geldiklerinde pek konuşmaz, sadece dinlerdi. Arada soru sorulursa fikrini söylerdi. Sevda’yla baş başa kaldıklarındaysa dili çözülür, çocukluğunu, köyünü ve kuşları anlatırdı. Çocukken kuşlarla birlikte nasıl uçmak istediğini söylemişti bir keresinde.

“Ben de kuşlarla uçmak isterdim Hüseyin, belki çocukça gelecek ama hâlâ uçmak isterim. O yüzden kuşları anlatmanı çok seviyorum. Özellikle de güvercinleri,” demişti Sevda da onun gözlerine bakarak. Hüseyin’in elini ilk defa o zaman tutmuş, sonra ne yaptığına kendisi de şaşırıp gülümsemişti. Hüseyin de bu gülümseyişe karşılık vermiş, o günden sonra güvercinlerin ayrı bir anlamı olmuştu ikisi için de.

Hüseyin, Sevda’yla birlikte duvarlara sloganlar yazdı, ölen yoldaşlarının cenazelerine katıldı. Sevda’ya aşkını kanıtlamak istercesine her türlü görevi üstlenmeye başladı. Okula da pek gitmiyordu artık. Sadece sevdiği bir-iki dersi kaçırmıyor, gidemezse arkadaşlarından notları almaya çalışıyordu, o kadar. Onun dışında bütün zamanını Sevda’yla katılacakları toplantılar, yürüyüşler ve eylemler alıyordu.

Bir akşam örgütten arkadaşlarının evinde toplantı yaparken polis evi basınca her şey değişti. Sorguda yapılan hiçbir işkence Hüseyin’e sökmedi, çünkü bildikleri çok azdı. Onları da hemen söylemişti. Polis yine de ona inanmadı. İşkenceler artsa da Hüseyin konuşmuyordu. Sonunda Sevda’ya aşkı öğrenilince durum değişti.

Onu konuşturmak için gözünün önünde Sevda’ya tecavüz etmeleri, sonra işkenceye devam etmeleri Hüseyin’i çıldırttı. Sorulan her soruya cevap vermek için çırpındı ama sorulan sorular hakkında hiçbir fikri yoktu.

İşkencenin sonunda Sevda ölürken, Hüseyin aklını kaçırdı. Ondan sonra da adı Divane Hüseyin kaldı.

O, ailesi onu Kars’a geri götürmeye kalksa da Ankara’dan ayrılmamıştı. Sadece bir kere, o da kimsenin haberi olmadan Tunceli’ye gitmişti. Eski örgüt arkadaşlarından yerini öğrendiği Sevda’nın mezarının başında saatlerce durmuş, üzerinde uyumuş, o gecenin sabahında da mezardan cebine koyduğu bir avuç toprakla yeniden Ankara’ya dönmüştü.

Kars’ın Kuş Hüseyin’i, Ankara’da Divane Hüseyin olduktan sonra sadece güvercinlerle ilgilenmeye başlamıştı.

Üniversiteden eski iki arkadaşı, bu zavallı adama arada erzak ve kuşyemi getirirdi. Mahalleli dışında ona yardım eden, arada cebine biraz para koyan bu iki arkadaşıydı. Hüseyin’i mahalleli kabullenmiş, onu kendi halinde bir deli olarak görmeye alışmışlardı.

Mahallede onun neden delirdiğine dair pek çok rivayet dolaşırdı ama en yaygını, evleneceği kızın kollarının arasında ölmüş olmasıydı. Kimi araba çarpmış, ölmüş diyordu, kimisi kaza kurşunu. Gerçek ne olursa olsun, mahallelinin gözünde Hüseyin aşk kurbanıydı.

Babası müteahhit olan eski bir arkadaşı onu mahalledeki Songüz Apartmanı’nın çatı katındaki ufak bir müştemilata yerleştirmişti. Kışlar sert geçtiğinde, ki Ankara’da hep sert geçerdi, burası epey soğuk olurdu. Fakat müştemilatın penceresinden baktığında gördüğü kuş kafesleri ısıtırdı içini. Bütün hayatı, varı yoğu bu güvercinlerdi. Şefkatle beslerdi onları. Her biri özeldi çünkü. Hüseyin herkes gibi taklacı güvercin yetiştirmezdi. Başka türlüydü onun güvercinleri…

Güvercinlerini renklerine ve cinslerine göre kafeslere kapatır, arada da göğe salıp uçururdu. Aslında tek tek tanıyordu hepsini, huyunu suyunu biliyordu ve buna göre isimler de takmıştı onlara ama hiç gerek yoktu bunca isme. Tek bir isim yeterdi: Ona göre bütün güvercinlerinin adı Sevda’ydı.

Bir seferinde mahalleden iki genç onu korkutmaya çalışmıştı. Hüseyin gençleri güvercin kafeslerinin yanında bıçakla görünce deli gibi koşmuş, ikisini de boş bir un çuvalıymış gibi kafeslerin yanından fırlatmıştı. Hüseyin’in mahalleyi birbirine katan “Sevda!” diye bağırışını duyunca tabanları yağlayıp kaçışmıştı bu iki genç.

Hüseyin o gün çayını bitirdikten sonra yine kıraathanedeki konuşmaların fazla alevlenmesine şaşırıp biraz da sinirli bir şekilde çıktı. Etrafta biber gazı kokusu duyuluyordu. Anlaşılan polis, hükümete yönelik protestolara yine müdahale etmişti ve devamı da gelecekti. Kuşlarını düşünen Hüseyin koşarak apartmanına vardı.

Apartmanın en üst katından tahta merdivenle çıkılan ve sadece bir odası bulunan evinin orada polisin sıktığı biber gazının kokusu yoktu. Hüseyin’in içi rahatladı ama güvercinlerin kafeslerine yaklaşırken bir gariplik sezdi. Ne olduğunu bilemese de bir farklılık hissetmişti.

O sırada bir parfüm kokusu aldı. Aynı anda iki güçlü el kollarını tuttu. Kurtulmak için cebelleşirken, bir anda karşısında bir adam daha belirdi. Hüseyin uzun boyluydu ama adamların da ondan geri kalır yanı yoktu. Siyahlar giymiş adamı gören Hüseyin tam çığlık atmayı düşünürken, bir anda boğazını kesen bıçak, çığlık atmasına izin vermedi.

Hüseyin yerde kanlar içinde can verirken kuşlarına baktı, orada kendisine gülümseyen Sevda’nın yüzünü gördü.

 

  ✪

Önceki

[Uğur Aydemir] İktidar Girdabı

Sonraki

Günlük