Freddie Mercury şöyle der şarkıda: “It lastly occurred – I am slightly mad – oh expensive!”
Başımız ne zaman sıkışsa koşup TDK’ya sığınıyoruz ya hani, “Deli olmak, aklını yitirmek, çıldırmak” demiş delirmek fiili için. Peki inek nerede diye sorduğumuzda da akıl için “Düşünme, anlama ve kavrama gücü, us” dedi camdan bakan Arap Bacı. Anlamıyorsak olan biteni deliyiz o zaman topluca ve biz deliysek topluca, Foucault arkamızdan çığırsın avaz avaz: “Ha sen çıldırmışsın, ha dünya.”
Delirmenin azı ya da çoğu olmaz diyenlere kafa tutar gibi. Bu şarkının klibi siyah beyazdır ve herkes tımarhane kaçkını gibi görünür. Klibin siyah beyaz olmasına tezat bir şekilde birbirinden renkli tipler; kafasında kettle ile gezen davulcu Roger Taylor ya da kafasında bir demet muz ile Freddie Mercury…
Bu klibi diğerlerinden ayıran ise Freddie Mercury’nin sağlığının son demlerine yaklaşırken çektiği son iki klipten biri olmasıdır. I am Going Slightly Mad‘in ardından Mercury These Are the Days of Our Lives ile son kez kamera karşısına geçer.
İki klibi arka arkaya izlerseniz zaten Mercury’nin hareketli ve neşeli halinin nasıl da hareketsiz ve durgun bir şekle büründüğünü kolaylıkla seçebilirsiniz.
Kronolojiye bakacak olursak Şubat 1991’de I am Going Slightly Mad‘in videosu, Mayıs 1991’de ise These Are the Days of Our Lives‘ın videosu çekildi. Kasım 1991’de ise Mercury hayata veda etti.
AIDS ile verdiği mücadelenin son evrelerindeyken çekilen These Are the Days of Our Lives‘ın siyah beyaz çekilmesinin bir sebebi de Mercury’nin sağlığındaki kötüleşmenin fiziksel yansımasını saklamaktı. Fakat daha sonra bu klibin kamera arkasının renkli görüntüleri ortaya çıktı.
Klibin bir özelliği de Mercury’nin şarkının sonunda kameraya doğrudan bakarak “Sizi hâlâ seviyorum” demesidir ve bunlar da kameraya alınan son sözleri olur.
Bu şarkı daha sonra Nisan 1992’de düzenlenen “Freddie Mercury Tribute Live Performance”ta George Michael ve Lisa Stansfield tarafından söylenir, ki bence hiç de fena söylenmez.
Lee Noble, No Kings namlı, avangard, sınırlı sayıda kasetler yayımlayan yeraltı plak şirketini de bir yandan ilerleten bir müzisyen. Ensemble Economique ise prodüktör Brian Pyle’nin solo projesi. İkilinin split plağı 20 Haziran’da yayımlandı. Albüm, Hands in the Dark’dan çıktı. Özellikle “Woman in Dunes” diyoruz.
[dropcap type=”3″]J[/dropcap]orge Luis Borges’in ailesiyle, babasının rahatsızlığı nedeniyle, yedi yıl süren Avrupa’da yaşama hikayesi, önce isviçre sonra İspanya’da geçen günler sırasında Borges’in okumalarıyla geçen ve edebi anlayışının temellerini oluşturan dönem olarak nitelenir çoğu zaman. Aile Buenos Aires’e dönerken, Borges’in babasının hukuk okulundan arkadaşo Macedonio Fernandez de yanlarındadır. Aslında vukat olmasına rağmen sadece yazı yazarak yaşamını sürdüren Macedonio ölümüne kadar, Borges’in akıl hocası ve entelektüel gurusu olur. Biyografilerinde sıklıkla adı anılmasa da, Borges’in yazı yazarken örnek aldığı ilk kişidir. Arjantin edebiyat dergi ve gazetelerinde “Borges, Macedonio’nun ürünüdür” derler.
Bir Arjantin şiir toplamasında, Borges Macedonio’nın şiirlerinden birini de ekler. İsmi “Bir dostun oğlu için” olan şiir kuşkusuz Borges için yazılmıştır. Macedonio ayrıca Borges’e içlerinde çeşitli metafiziksel düşüncelern olduğu uzun mektuplar yazmıştır. Bu mektuplara ek olarak Borges’in editörlük yaptığı dergilerde de yoğun olarak evren, evrenin dönüşümü, bir başkası olmak, başkasının düşünce olmak, gerçekliğin bir düş olması gibi temaları sıklıkla yazan Macedonio’nun Borges hikayelerine konu olduğu belirgindir. Hem Borges hem de Macedonio sanatta orijinal yaratıcılığa inanmadığından bir anlamda metafiziksel etkideki Borges’i Macedonio, edebiyatçı Macedonio’yu ise Borges yaratmıştır.
Macedonio, 1920 yılında dört çocuğunun annesi hayatını kaybedince, çocukların legal yükümlülüğünü bıraktı. Tanıdıklarının yanında kalmaya başlayan Macedonio’nun tavası, ocağı, bir gitarı ve hayranı olduğu felsefeci William James’in bir fotoğrafından başka bir eşyaya sahip olmadı.
Borges anlatıyor: “Onu bir putperest gibi sevdim”
“Buenos Aires’e dönüşümün belki de en büyük olayı Macedonio Fernandez’di. Tanıdığım insanların –ki gerçekten bazı olağanüstü insanlar tanıdım- hiçbiri beni Macedonio kadar derinden ve kalıcı bir biçimde etkilememiştir. Gemiden indiğimizde, Darsena Norte’de, siyah melon şapkalı, ufak tefek bir adam bizi bekliyordu. Babamın dostuydu Macedonio. İkisi de 1874 doğumluydu.
Macedonio aslında sohbetine doyulmaz bir adam olmasına karşın tuhaftı, kimi zaman uzun suskunluklara dalar, ağzını bıçak açmazdı. Cumartesi akşamları Plaza del Once’de bir kahvede, Perla’da buluşurduk onunla. Sabahlara kadar konuşurduk, tabii sohbeti çekip çeviren her zaman Macedonio olurdu. Benim için Madrid’de bütün bilgiyi Cansinos temsil etmişti, şimdi de Buenos Aires’de bütün düşünceyi Macedonio temsil ediyordu. O aralar çok fazla okuyor, çok az geziyordum (hemen her akşam yemek yenir yenmez doğruca gidip yatağıma uzanıyor, kitap okuyordum), ama Macedonio’yla buluşup konuşacağım cumartesi günlerini bütün bir hafta iple çekiyordum. Aslında bize çok yakın oturuyordu, istediğim zaman görebilirdim onu, ama nedense böyle bir ayrıcalığı haketmediğimi, Macedonio’yla geçireceğim cumartesinin tadını çıkarabilmem için hafta boyunca onu görmekten kaçınmam gerektiğini düşünüyordum.
Sözünü ettiğim buluşmalarda Macedonio topu topu üç dört kez konuşurdu. Sakin sakin birkaç gözlemde bulunur, onu da yalnızca en yakınında oturana söylüyormuşçasına söylerdi. Hiç dayatmazdı söylediklerini. Son derece nazik ve tatlı dilliydi. Sözgelimi, “ee, sanırım siz de farkındasınızdır,” diye lafa girer, ardından çarpıcı, çok özgün bir düşünce atıverirdi ortaya. Ama her seferinde, söylediklerini karşısındakine mal ederdi.
Külrengi saçları ve bıyığıyla Mark Twain’i andıran, zayıf, yaşlı bir adamdı. Mark Twain’e benzetilmek hoşuna giderdi, ama aynı zamanda Paul Valery’ ye de benzediği anımsatıldı mı bayağı içerlerdi. Fransızlardan pek hoşlanmazdı. O siyah melon şapkasını başından hiç çıkarmazdı; bana kalırsa, yatarken bile çıkarmıyordu. Hep giysisiyle yatar ve dişi ağrır korkusuyla cereyandan korunmak için başına havlu sarardı. Bu görünüşüyle Araplara benzerdi.
Tuhaflıkları bu kadarla da bitmezdi Macedonio’nun. Kendine özgü bir milliyetçiliği vardı, seçimle göreve gelen her Arjantin devlet başkanına hayrandı. Arjantjnli seçmenlerin asla yanılmayacağına olan inancı, bu hayranlık için yeterli bir nedendi Macedonio’nun gözünde. Dişçiye gitmekten o kadar korkardı ki, dişçinin kerpeteninden kurtulmak için dişini herkesin ortasında kendi eliyle çektiği bile olurdu. Bir de, arada sırada sokak kadınlarına sırılsıklam âşık olmak gibi bir huyu vardı.
Macedonio bir yazar olarak birçok olağandışı kitap yayınladı. Yazılarıysa, öleli neredeyse yirmi yıl olacak, hâlâ derleniyor. 1928’de yayınlanan ilk kitabının adı No toda es vigilia la de los ajos abiertos (Gözlerimiz Açıkken ille de Uyanık Değilizdir) idi. Sanırım, gerçekliğin karmaşıklığını yansıtabilmesi için bile bile karmaşık ve belirsiz bir biçemle yazılmış, idealizm üstüne uzun bir denemeydi. Ertesi yıl yazılarından bir güldeste yayınlandı: Papeles de Recienvenido (Yeni Gelenin Kağıtları). Bu kitabın bölümlerinin derlenip düzenlenmesinde benim de payım oldu. Bir tür iç içe geçmiş nükteler derlemesiydi.
Roman ve şiir de yazıyordu Macedonio, gerçi hepsi de şaşırtıcıydı, ama pek okunacak gibi değildiler. Yirmi bölümden oluşan bir romanına ellialtı ayrı öndeyiş yazmıştı. Bütün parlaklığına karşın bana kalırsa, Macedonio’yu yazılarında aramak yanlıştır. Gerçek Macedonio’yu sohbetlerinde aramak gerekir.
Macedonio pansiyonlarda gösterişsiz bir biçimde yaşardı, ama gördüğüm kadarıyla kaldığı pansiyonları sık sık değiştiriyordu. Nedeni de, kirayı ödemekte her zaman güçlük çekmesiydi. Her taşınışında arkasında yığınla müsvedde bırakırdı. Bir keresinde, dostları bütün o yapıtların yitip gitmesinin utanç verici bir şey olduğunu söyleyerek onu paylamışlardı. Macedonio da, “gerçekten de, benim herhangi bir şeyi yitirecek kadar zengin olduğumu mu sanıyorsunuz?” demişti.
Hume ve Schopenhauer okurları Macedonio’da yeni bir şey bulamayabilirler, ama asıl şaşırtıcı olan vardığı sonuçlara kendi başına varmış olmasıdır. Sonradan Hume, Schopenhauer, Berkeley ve William James’i gerçekten okudu. Ama bana öyle geliyor ki, okudukları yalnızca bunlardı, hep aynı yazarlardan alıntı yapıyordu çünkü. Belki de sırf bir çocukluk hevesinden kurtulamadığından, Sir Walter Scott’u en büyük romancı sayardı. Bir zamanlar William James’ le yazışmış ve mektupları İngilizce, Almanca, Fransızca karışımı bir dille yazmıştı. Bunu da, “o dilleri o kadar az biliyordum ki, durmadan dil değiştirmek zorunda kalıyordum,” diye açıklıyordu.
Macedonio’nun, bir iki sayfa okuduktan sonra düşüncelere dalıp gidişi geliyor gözümün önüne.
Salt düşlerden dokunmuş birer kumaş olduğumuzu öne sürmekle kalmaz, hepimizin gerçekten bir düş dünyasında yaşadığına inanırdı. Gerçeğin dile getirilebileceğinden kuşku duyardı. Kimi düşünürlerin gerçeği bulduğu, ama bütünüyle dile getiremediği kanısındaydı. Ama aynı zamanda gerçeği bulmanın çok kolay olduğuna da inanıyordu. Eğer dünyayı, kendini ve kendi serüvenini unutarak pampaların üstüne uzanabilse, gerçeğin ansızın karşısına çıkabileceğini söylemişti bana. Tabii, o apansız bilgeliği sözcüklere dökmenin pek mümkün olmayacağını eklemekten de geri kalmamıştı.
Macedonio, zeki insanların söylediklerini bir defterde toplamaya meraklıydı. Bunlar arasında, tanıdığımız çok hoş bir hanımın, Quica Gonzalez Aeha de Tomkinson Alvear’ın adına rastladığımda çok şaşırmıştım. Ağzım bir karış açık kalmış, nedense Quica’ nın Hume ve Schopenhauer’le bir tutulamayacağını düşünmüştüm. Bunun üzerine, “düşünürler evreni açıklamaya çalışmak zorunda kalmışlardır, Quica ise evreni yalnızca duyumsar ve anlar,” demişti Macedonio.
Quica’ya dönüp, “Quica, varlık nedir?” diye sorardı. Quica da, “ne demek istediğini anlamıyorum, Macedonio,” diye karşılık verirdi. O zaman Macedonio bana döner, “gördün mü?” derdi, “o kadar iyi anlıyor ki, bizim şaşkınlığımızı kavrayamıyor bile!” Quica’nın çok zeki bir kadın olduğunu böyle kanıtlıyordu. Sonradan, ona, bir çocuk ya da kedi için de aynı şeyi söyleyebileceğini belirttiğimde, Macedonio bana fena halde içerlemişti.
Macedonio’yla tanışana kadar safdil bir okurdum. Onun bana verdiği en değerli armağan, kuşkuyla okumayı öğretmek oldu. İlk başlarda, kendimi tıpkı onun gibi yazmaktan, onun belli üslûp oyunlarını olduğu gibi kullanmaktan alamadım. Sonraları bundan epey pişmanlık duyacaktım.
Ama şimdi oturup Macedonio’yu düşündüğümde, Cennet Bahçesi’nde kendinden geçmiş bir Adem olarak görüyorum onu. Dehâsı yazdıklarının yalnız birkaç sayfasında kaldı, ama etkisi Sokrates’in etkisi gibi bir etkiydi. Gerçekten sevmiştim onu, hatta belki de bir putperest gibi.”
César Vallejo, avangard modernist şiirin sıradışı isimlerinden sayılır. 27 ocak 1931 tarihinde bir Madrid gazetesinde yayımlanan röportaj, şairin bilinen, günümüze ulaşan – tek “konuşmasıdır.” İçeriği çok güçlü olmasa da, şairin tek röportajı olması nedeniyle önemli olan metni buraya alıyoruz. Röportajın yayımlandığı gazete, Cumhuriyetçi İspanya’da önemli bir yayındı. 1939 yılında yayın hayatı sona erdi.
1892-1938 yılları arasında yaşayan César Vallejo, ülkesinde sokak gösterilerine katıldığı için 1920’de tutuklanıp hapse girdikten sonra 1923 yılında Paris’e gelmiştir. SSCB’yi üç kez ziyaret etmesi dışında tüm yaşamını Avrupa’da geçirmiş, arada İspanya’da yaşamış ve tekrar döndüğü Paris’te ölmüştür. İspanya’da cumhuriyetçilere etkin biçimde destek olan Vallejo, devrimci-mistik şiirler yazdı. Kara taş, ak taşın üzerinde, İnsanları çocuklara bölen öfke [Bu şiire Futuristika! selamı] gibi şiirleriyle bilinen Vallejo, 1938 yılında açlık grevine girip yaşamını nihayete erdirmiştir. Öldüğünde yanında sevdiği bir kadın olduğu söylenir.
Peru asıllı Vallejo, röportaj sırasında Paris’den Madrid’e geçmiştir.
[sws_2_column title=””]
[/sws_2_column]
[sws_2_columns_last title=””]
Buraya neden geldiniz?
Kahve içmeye.
Kahve içmeye nasıl başladınız?
Lima’da ilk kitabımı yayımladım. Los heraldos negros [Kara haberciler] isimli bir toplamaydı. Yıl 1918. [F! Notu: Doğru tarih 1919 olacaktı.]
O yıl Lima’da ne gibi sıradışı olaylar olmaktaydı?
Bilmem. Kitabımı yayımladım. Burada savaş sona eriyordu. Bilemiyorum.
Los heraldos negros’da ne tür bir şiir yarattınız?
Modernist şiir diyebilirsiniz. İspanyol modernizmine eklenmiş şiirler denebilir geleneksel bir bakış açısıyla. Gerçi, gerekli Amerikanizmlerle de kaplanmıştı.
Mesela?
Sevgili Andean Rita, tam da şu an ne yapıyordur,
Yaban kamışı ve alacakaranlık meyvesi
Bizans şimdi boğuyor beni ve kan
Uykuları var içimde, tatsız bir içki gibi
Sevgili Vallejo, her şairde oldukça önemli olan bir şey hissettim. Ne şairlerde ne de düzyazı yazarlarında bile anlamı olmayan o duyarlı değişim: Tatsız içki.
Duyarlılık beni takıntılılık noktasına kadar ilgilendiriyor. Şu sıralar bugünlerde en çok neye arzu duyduğumu soracaksanız, şu olabilir: her bir rastlantısal kelimeyi buharlaştırmak, saf anlatımı serbest bırakmak, ki bugün, her zamankinden çok, isimler ve fiillerde aranmalıyız… Hele de dilden vazgeçemeyeceğimizi düşünürsek!
Trilce’den bir pasajı, söyledikleriniz belirginleşsin diye, okur musunuz?
Yaratılmış ses asileri,
ne açık ne de aşk olacak
Aşıklar sonsuza dek aşık olacaklar
Sonrasında 1’i arama, sonsuzluğa dek çınlayacak
0’ı da arama, sessizliğe bürünecek
1’i uyandırıp ayağa kaldırana dek
Kitabın isminin neden Trilce olduğunu söyler misiniz? Trilce ne demek?
Trilce’nin bir anlamı yok. Tüm çabama rağmen, değecek bir isim bulamadım. Bu nedenle bir tane uydurdum: Trilce. Güzel ama değil mi? Geriye dönmedim… Trilce.
Avrupa’ya, Paris’e ne zaman geldiniz?
1923 yılında, Trilce yayımlanmadan bir yıl önce.
Fransız şairlere aşina mıydınız?
Bir tanesine bile değil. Lima bir başka alemde. Tabii ki bir merak vardı ancak orada oldukça karanlıktaydık diyebilirim.
Öylesi bir kitabı nasıl ortaya koydunuz? Sadece dildeki becerileriyle değil, böylesi enerji ve seviye yetkinliği olan bir kitaba?
Kara habercilerden sonra kesintisiz bir akıştı. İspanyol klasiklerinde oldukça piştim. Ancak dürüstçe, inanıyorum ki şair, dilin tarihinde kendi anlatımını n adım adım peşinde sezgisel bir kavrayışa sahiptir.
Paris’te tanıdığınız insanlar kimlerdi?
Pek az. Söylemeye gerek yok, yazarları takip etmeyi denemedim. Nihayetinde Şilili Vicente Huidobro ve İspanyol Juan Larrea ile tanıştım.
Son soru olarak dostum Vallejo, yayımlanmamış çalışmalarınız neler?
27 Mayıs 1894’de Courbevoie Seine, Com du Vin’de doğdum. Annem kan tükürerek, sefalet içinde öldü denebilir. 74 yaşındaydı. Dantel tamiratı yapardı, işler kötüye gidince dükkanı kapayıp annesinin yanına tezgahtarlık yapmaya gitti. Kör bir kadın olarak öldü. Ailemde hep çok çalıştılar, lanetliydik. Babam memurdu. Edebiyata ilgiliydi. geceleri, sabaja kadar masasında yazardı. Birbirine iğnelediği 80.000 sayfa kağıdı vardı. Pek bir şey yemez içmezdi. Sigara da içmezdi, pek uyumazdı da. Çalışırdı.
Sonrasında Choiseul Passage’a gittim. O zamanlar gazlı sokak lambalarıyla aydınlanıyordu. Akşam saatlerinde caddedeki 360 lambadan sadece 4 tanesi yanıyordu. Hep gaz kokuyordu.
Bir gaz lambasında büyüdüm ben.
Kokulara karşı paniğim o zamandan gelir. Annemi sevmiş miydim? Bu soruyu hiç kendime sormadım. Her şey geçer, her şey yemek sorunu üzerine kurulur, değil mi? Ben öyle hatırlıyorum. Aklıma gelen bir şey var, evde sadece tek pencerede gaz lambası yanardı, çünkü başka yoktu. Diğer lamba hep boştu. Dolayısıyla böyle bir soru soramazsınız. Şimdi ne biliyorum? Karışık değil herhalde? Yemek yeme derdindeydik, üzerine çökecek bir şeyler bulmak derdinde… Evde sürekli makarna yiyorduk. Neden makarna? Ucuzdu çünkü. Et, balık filan söz konusu değildi. Makarna ve makarna! Sonra, annem, zavallı kadın, elden geldiğince çıkar, makarna yapmaya çalışırdı. Bir parça yağ ile makarna yapardı.
Makarna ve ekmek çorbasıyla büyüdüm ben.
Annem beni Louis diye çağırırdı. Zenginler olmasaydı yiyecek bir şeyler bulamazdık evladım derdi. (Malum, o zamanlar da bir kısım fikirlere ulaşmıştım.) Zenginler olmasaydı biz ne yerdik? Zenginlerin de sorumlulukları var, derdi. Annem zenginlere tapardı. Boynuna takıp tamir ettiği mücevherlerin kendilerini takma hayalleri bile yoktu. Onlar müşterileri içindi. Benim için hayali ise bir dükkanda işimin olmasıydı. Yaşamdan hiç keyif almadı. Son ana dek çalıştı. Bu yönüyle ondan etkilenmedim diyemem.
Babam, Gece 1932’de yayınlanmadan hemen önce öldü. Zaten okusaydı da sevmezdi. Kıskanabilirdi hatta. Beni bir yazar olarak değerlendirmedi, kendimi de bir yazar olarak görmedim zaten. En azından bu noktada aynı fikirdeydik. Annem ise kitapların sıkıntı yaratacağını düşündü. İşin sonu kötüye gidecek diye gördü. Bu açıdan ileriyi görüyordu. Kitaplarımı okumadı da. Okuyan biri değildi. Öldüğünde hapishanede miydim acaba? Hayır, tam Kopenhag’a vardığımda öldüğünü duydum. Berbat bir yolculuk, rezillik ve bu durum, mükemmel bir orkestrasyon değil mi?
Doğayı ilk bir mezarlıkta keşfettim. Büyükannem öldüğünde mezarına gittiğimde. Ölümden korkmuyorum, hele şu anda, bu bir rahatlama bile olabilir. Gecenin Sonuna Yolculuk sırasında ise, hala yaşama nedenlerim vardı. Bugün umurumda bile değil. Kendimi öldürebilirim yakında, herkesin önünde, kamera önünde iyi olurdu. Ama o zaman hayaller vardı, hayal demeyelim de, yaşama güdüsü. Doktor olmayı, ilaçlarla uğraşmayı hep istedim. Yaratıcı insanları seviyorum, yıkıcıları değil. Sadece bir tarzı olanlarla ilgileniyorum. Tarzı yoksa ilgimi çekmiyor. Ama bu da çok nadir. Çok. Her yer hikaye dolu. Sokaklar hikaye dolu. her yerde hikayeleri görüyorum. Karakollar hikaye dolu, mahkemeler hikayelerle dolu. Sizin yaşamlarınız hikayelerle dolu. Hikaye herkeste var, binlerce hikaye var. Her nesilde sadece bir iki tane tarzı olan yazar var. Diğerleri berbat tekrarlayıcılar. Hep birilerini tekrar ediyorlar. İyi bir hikaye seçip anlatıyorlar. Bunda ilginç bir şey göremiyorum. Yazarlığı bırakıp eleştirmen olmayı seçtim değil mi? Kendimi koydum ortaya, çünkü, büyük bir ilham kaynağı var, ölüm. Yaşamını risk etmiyorsan, hiçbir şey değilsin. Bedelini ödemeli! Bedavaya yaptıkların gözden kaçar, daha beter olur hatta. Şu anda sadece böyle beleşe takılan yazarlar var. Beleş olan ise, beleş kokar.
Zamanımızda üç kişinin yazar olduğunu düşünüyorum. Morand, Ramuz ve Barbusse. Onlarda his vardı. Başardılar. Diğerleri beceremedi.
Yaşamımda en mutlu olduğum anlar nelerdir? Pek olmadığını kabul etmeliyim. Neşeli biri değilim ben. Öldüğümde mutlu olacağımı itiraf etmeliyim. İşin aslı bu. Karamsar okuldanım ben. İnsan mizantropiktir. Herhangi bir şeye dair umudum yok. Olabildiğince en acısız biçimde ölmek. Sadece bu. Çünkü gerçekten, acıya karşı bir açlığım yok.
Tanrıya inanmıyorum. Hayır hiç inanmıyorum. Pozitivistim ben. Size tanrıya inanmaktan daha iyi bir seçenek sunamam. Ancak kesinlikle mistiğim. Tanrıya gelince, benimle aynı şeylere ilgi duymuyor. Ancak kesinlikle bir mistiğim.
İnsanların yaptıklarıyla, kötülükleriyle ilgilenmiyorum. İnsanlar ilgi alanımda değil. Ben tabii ki nesnelerle ilgileniyorum. Yaşamı oldukça keyifli bir şey gibi algılarsanız tabii ki orada aşk da vardır. Bayağılık da… Ama ben mesela, komünal olan, bayağı olan bir şeyden hoşlanmıyorum.
Şu anda ölecek olsam, son düşüncem Hoşçakalın ve Teşekkür Ederim! olur. İşe yarar bu. Kötü olmanızı dilemem, kendinize dikkat edin yeter. Çok da endişeli değilim kendi adıma. Bencilliğim yoktur benim. Dünya zaten oldukça bencil, değil mi?
Willam S. Burroughs ve Allen Ginsberg, diğer bazı beatniklerle birlikte Louis-Ferdinand Céline hayranıydı ve kendisinden oldukça etkilenmişlerdi. Beatniklerin tam tayfa şeklinde yaptıkları Paris ziyareti, Man Ray’ın sürekli yediği kurabiyeler, Marcel Duchamp’ın Burroughs’a, tanışmaları sonrasında Gregory Corso’nun ayakkabısını yediğini söylemesi gibi nedenlerle verimsiz geçiyordu. Corso da karşılık olsun diye Duchamp’ın kravatını yemiş ve midesini bozmuştu.
Paris seyahati böyle geçerken, La Nouvelle Revue Française editörü Michel Mohrt beatniklerle röportaja gelmişti. Ancak öncesinde, Allen Ginsberg’in otel odasının kapısının altından arkadaşlarının yüzlerce dolarlık kokaninin olduğu zarf atmaları sonucunda, beatniklerin sürekli banyoya gidip çekmeleri neticesinde, röportaj felaketti. Yine de, Mohrt hepsini ayıltan bir şey söylemişti: Louis-Ferdinand Céline’i tanıyordu, bir görüşme ayarlayabilirdi.
Céline özellikle Burroughs’yu etkilemişti. Ginsberg ve Kerouac’a Gecenin Sonuna Yolculuk’u okuması için veren de kendisiydi. Hepsi üzerinde özellikle de kendi üzerinde çok etkili olduğunu söylüyordu. Diğerleri yazınsal olarak etkilenirken, kendisi daha çok düşünce olarak etkilenmişti. Céline’in “geleneksel” biri olduğunu düşünüyordu, tıpkı kendisi gibi. Céline için Fransız edebiyat dergilerinde “bir orta çağ insanı” yorumları da yapılmıştı daha önce.
Mohrt görüşmeyi ayarlamıştı. Tek yapılacak olan Céline’e telefon açıp zamanı belirlemekti. Allen Ginsberg çevirdi telefonu. “Sesinizi duymak ne güzel,” dedi Ginsberg. Céline’in sesi genç tınlıyordu, biraz çekingen gibiydi hatta. Céline duraksayarak “Salı günü saat dörtten sonra herhangi anda…” dedi.
Böylece, 8 Temmuz 1958 tarihinde, Allen Ginsberg, William S. Burroughs, Paris merkezden trene binip güneydoğu Paris’e gittiler. Céline orada, eşi Lucette Almansor ile yaşıyordu. Seine nehrinin St Cloud’a doğru kıvrıldığı alanda bir villaydı. Paris’i yukarıdan gören bir manzarası vardı. Ginsberg ve Burroughs ön kapıya gelip kapıyı çaldılar. Kocaman köpekler gelip havladı kendilerine. Sonrasında Céline geldi ve karşıladı.
Céline uzun boylu, 67 yaşında, kamburu çıkmış, ipince, gözleri parıldayan bir adamdı. Yaz olmasına rağmen kaşkol takıyordu. Kendisi, ilerlemiş yaşına rağmen aile hekimliği yapıyordu. Karısı bale dersleri veriyordu. Ancak fazla hastası yoktu. Yazarlık kariyerinde bir geri dönüş dönemindeydi. Yeniden basılan kitapları ve üzerinde çalıştığı taslak romanı vardı. Dergilerde sürekli röportajları çıkıyor, edebi anlamda sıkça görüşlerine başvuruluyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yaşadığı sıkıntılarla Danimarka’ya kaçmak zorunda kaldığı günler geride kalmış gibiydi.
Aslında tam olarak öyle değildi. Céline’in edebi anlamda önü hep kesilmişti. Kitapları öne çıkarılmıyor hatta yasaklanıyordu. Savaş sırasında, Nazi işgalinde işbirliği ve anti-semitizm ile suçlanmıştı. işin ilginci, Céline’in kitapları, Hitler’i ağır eleştirdiği için Nazi Almanya’sında da yasaklanmıştı. Naziler hakkında görüşlerinin Fransızlar hakkında görüşlerinden farkı yoktu. 1961 yılında bir röportajında şöyle demişti: “Yahudilere karşı hiçbir şey yazmadım. tek söylediğim, -Yahudiler bizi savaşa itiyor- oldu. Onların savaşı Hitler’leydi ve bu da bizi ilgilendirmezdi. Mevzuya karışmamalıydık. Yahudilerin ikibin yıldır süren bir ağlama savaşı var ve şimdi Hitler onlara ağlayacak daha fazla konu veriyor…” Céline, komünistlerden nefret ettiği kadar, liberallerden de nefret ediyordu. Onu insanlık iğrendiriyordu. Gerçek bir nihilistti. “Olmaya ve öyle kalmaya devam edeceğim, Fransa’nın en zengin olmasa da en sevilmeyen kişisi olmayı sürdüreceğim. Tüm insanlığın toptan aşağılanması bana büyük keyif veriyor,” demişti.
Paris’te direnişçiler dairesini basıp yakıp yıkmıştı. Yazdıklarını da yok etmişti. Komşuları bile kendisinden çekiniyordu. Dolayısıyla cebinde kalan parayla Danimarka’ya geçti. Orada, iki yılı Fransız hükümetinin işbirliği suçlaması nedeniyle hapishanede olmak üzere altı yıl geçirip ülkesine döndü. İşbirliği suçlamaları düştü.
O akşamüstü, Ginsberg, Burroughs ve Céline arkada bahçede oturdular. Céline’in eşi onlara şarap getirdi. Ginsberg, çevrelerinde dolanıp sürekli havlayan köpekler için, köpek fobisi olan Burroughs’u da düşünüp, fransızca köpeklerin zarar verip vermeyeceğini sordu. Céline ingilizce cevapladı: “Gürültü yapıp insanları sinir etmekten ve uzak tutmaktan başka işe yaramazlar. Postaneye giderken beni yahudilerden uzak tutsunlar diye yanımda gezdiriyorum sadece.” Bunu –bir yahudi olan- Ginsberg’e bakıp söylerken ekledi, “Komşular köpekleri öldürmek için zehirli et verdiler.”
Céline ve Burroughs kaldıkları hapishanelerden bahsettiler. Céline, bir ülkeyi ancak hapishanelerini görürseniz gerçekten tanırsınız dedi. Danimarkalıların nasıl tırsak olduklarını anlattı Céline. Burroughs’un uyuşturucu alışkanlığından konuştular. Céline, kitaplarında da kullandığı bir detayı anlattı: Batmakta olan bir gemide paniğe düşmüş yolculara morfin enjekte edip nasıl rahatlattığını.
Jean-Paul Sartre, Samuel Beckett, Henri Michaux ve Jean Genet gibi dönemin önemli yazarlarını tartıştılar. Céline hepsini reddetti, “edebiyat okyanusunda küçük balıklar onlar.”
Beatnikler Céline’e Uluma, Gasoline ve Junkie kopyalarını verdiler. O’ndan nasıl etkilendiklerini anlattılar. Céline ingilizcesi artık eskisi kadar iyi olmasa da, “bir göz atarım” dedi. Artık fazla ziyaretçisi olmayan Céline’in fazla hastası da yoktu. “Genç kadınlar kendilerine genç doktorların bakmasını istiyor. Daha yaşlı kadınlar ise, genç doktorların önünde soyunmayı tercih ediyor. Burada hekimlik yapmak oldukça boktan bir iş.”
Céline, eşi Almansor ile beatnikleri kapıya kadar uğurladı. Amerika’dan Fransa’nın en büyük yazarına selam olsun diyen beatniklere Almansor cevap verdi: “Evrenin!”
Céline ve Lucette Almansor evlerinin kapısında
Bir nevi kaynakça:
– The Beat Hotel: Ginsberg, Burroughs, and Corso in Paris, 1958-1963, Barry Miles
– Mistaken beliefs about Louis-Ferdinand Céline, Michael Hoffman
Her alanda, asıl yenilgi, unutmaktır. Özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derecede hırt olduklarını, asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız. İnsanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da, yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine…
İnsanlar o boktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir türlü vazgeçmek istemezler ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan intikam almak için geleceği bokla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde. Hem adil hem de ödlektirler aslında. Doğaları budur
Ah şu çekip gitme isteği yok mu: uyuyabilmek için! Öncelikle! Ve eğer uyumak için çekip gitme olanağı gerçekten kalmadıysa, yaşama isteği de kendiliğinden kaybolur zaten. Çünkü yaşamaya devam ettiğimiz sürece alayı arıyormuş gibi yapmak gerekecek.
Bu dünyada zamanımızı birbirimizi öldürerek ya da birbirimize taparak geçiririz. ‘senden nefret ediyorum. Sana tapıyorum.’ yol almaya devam ederiz; depoyu doldurur, sonra yeniden doldururuz; kendimizi var kılmak en büyük zevklerdenmişçesine, her şey söylenip her şey yapıldıktan sonra bu bizi ölümsüz kılacakmışçasına, azgınlıkla ve bedelsiz olarak kendi ömrümüz içinde bir sonraki yüzyılın iki ayaklısına dönüşürüz. Öyle ya da böyle, öpüşmek de kaşınmak kadar kaçınılmazdır.
Boşuna heveslenmemekte yarar var,insanların asında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyaninki de hepimize. İnsanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar.”çok güzelsiniz, küçükhanım” derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar, “ne de güzelsiniz küçükhanım!…
Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de, gelgelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı. Bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça giderek daha da çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas ettiğimizi gizlemekten bile aciz kalırız, en sonunda insanın ta derinlerinden suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi, otuz yıl, hatta daha fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvaşmadık yer bırakmaz. İnsan dediğin işte bu işe yarar, sadece bu işe, ekşi bir surat ifadesi üretmek, biçimlendirmesi tüm ömrünü alan, hatta gerçek ruhunun bütününü eksiksiz yansıtabilmek için oluşturulması gereken asıl surat ifadesi o kadar ağır ve karmaşıktır ki, bunu tamamlamaya insanın ömrü bile her zaman yetmeyebilir.
Ne dersek diyelim, ne iddia edersek edelim, dünya gerçekten çekip gitmeden çok öncesinde terk ediyor bizleri.
Daha önce de en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde zorlanırız. Hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir… Kısa keseriz… Vazgeçeriz… Otuz yıldır konuşuyoruzdur zaten… Haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. Zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz… Kendimizden iğreniriz.. Azıcık karnını doyurmak, birazcık ısınmak ve hiçbir yere varmayan yolda giderken mümkün olduğu kadar çok uyuyabilmek artık başkalarının önünde takınacak yeni surat ifadeleri bulmak gerek.. Ancak artık repertuarımızı değiştirecek gücümüz kalmamıştır. Eveleyip geveleriz. Onların, yani dostların arasında kalabilmek için bin türlü numara ve bahane ararız, ancak ölüm de artık buradadır, leş kokulu, yanı başımızda, artık daima orada kalacaktır, bir el pişpirik kadar bile gizemi kalmamış olacaktır. Gözümüzde bir anlam ifade etmeye devam eden tek şey olarak ufak tefek üzüntülerimiz kalmıtır, sözgelimi o küçük şarkısı bir şubat akşamı ebediyen susan bois-colombes’daki ihtiyar amcamızı henüz sağken ziyaret etmeye bir türlü zaman ayıramamış olmanın üzüntüsü. Yaşamdan geriye sakladığımız bir bu kalmıştır. Yani bu ufacık korkunç pişmanlık, gerisini ise, az çok yolda kusmuşuzdur, epey çabalayarak ve zorlanarak da olsa. Artık kimsenin geçmediği bir sokağın köşesindeki eski püskü bir anı fenerine dönüşmüşüzdür.
Önlerine geceyi gündüzü ve yaşamı katmış gidiyordu insanlar. Kendi gürültülerinden hiçbir şey duymuyorlardı. Sallamıyorlardı.
Yıllar sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için…ama giden gitmiştir… Kimse onlar hakkında birşey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içindeki yolculunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor.
Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar! Galeyan denen o kaltak, maalesef! Bize mahsus.
Nisan ayının sona erdiği günlerde, Türkiye’nin ve dahi İstanbul’un pek farkına varmadığı özel bir sanatçının yolu Peyote’ye düştü. Kanada’lı müzisyen Sam McKinlay‘ın “harsh noise” olarak adlandırılan ses sanatı projesi The Rita, yanına Amerikalı müzisyen Gordon Ashworth‘un solo projesi Concern’i de alarak, Analog Suicide ile birlikte –sigara içme isteğine göre- değişen sayıya bağlı olarak 11-16 kişiye konser verdi. Konserin bir önemli özelliği ise, bize göre, bu noise performansını kaçırmamak için içeriye girmenin yolunu babasıyla gelmekte bulan 17 yaşında takdire şayan bir dinleyicinin de olmasıydı.
Sam Mckinlay, çeşitli analog ses kaynaklarını, distortion pedalı ve büyük amplifikatörleri kullanarak oluşturduğu harsh noise ile akademik deneysel ses ve performans çalışmaları gerçekleştiriyor. Resim, heykel, yerleştirme gibi analog medya sanatları arasındaki paralellikleri dikkate alan Mckinlay, ses üzerine araştırmalarını sürdürüyor. Sanatçı Avrupa turnesine Türkiye’den başladı, arada fırsat bulup türe ve çalışmalara dair birkaç soruya da cevap verdi. Bizim açımızdan önemi, mevzunun, gürültünün sadece sesleri ve frekansları dinlenebilirlik sınırlarının dışına çıkarmanın ötesinde, bir sanatsal bakış açısı ve birikim/üretim sürecinden gelmesi gerektiğini vurgulaması oldu.
Barış Yarsel/Futuristika!: Sizi gürültü yapmaya teşvik eden aslında ne oldu?
Sam Mckinlay / The Rita: Çok küçük yaştan, çocukluk arkadaşımın bir okul radyosunda DJ olduğu dönemden itibaren punk rock’la ilgiliydim. Küçük yaşta The Clash, Skinny Puppy, FEAR gibi grupları dinliyorduk. Liseye girince, boğazıma kadar punk/hardcore/skateboard yaşam biçimine gömülmüştüm. Sürekli çiğ ve sağlam hardcore gruplarının peşindeydik.
Thrasher dergisinin bir sayısında Big Black hakkında, kendilerinin etraftaki en şiddetli ve kanırtıcı grup oldukları hakkında bir yazı okudum. Oldukça ilgimi çekti ve elimden geldiğince çabucak Atomizer kasetlerini edindim. Dergideki yazı Big Black[1. Amerikan punk rock grubu. Atomizer ve Songs About Fucking albümleriyle ırkçılık ve homofobi karşıtı sözleriyle, gerçek bir yeraltı projesiydi.] konusunda mevzunun tam üstüne basmıştı ve müziğin ne olması gerektiğine dair bu “yön” için ilgi kafamda oluşmaya başladı. Aynı anda Steve Albini’nin (Big Black, Rapeman) Zeni Geva[2. Japon noise rock grubu. KK Null namlı özgün adamın projesi. Death metalden progressive rock’a kadar çeşitli türlerde çalışmaları var.], KK Null [3. Link] gibi yan projeleriyle de ilgilenmeye başladım.
Atılan bu adım beni doğrudan Merzbow[4. Dada’dan yoğun etkilenen Japon noise müzisyeni Masami Akita’nın kayıtlarında kullandığı isim. Avangard ve postmodern kültür konularında da çeşitli dergilerde yazı yazan müzisyenin 350’den fazla albümü ve 17 kitabı var. Akita ayrıca Japon bondage -bağlayarak seks- ve porno konularında sıklıkla yazıyor. Yeraltı ve ekstrem kültürlerde önemli katkıları bulunan yazarın hiçbir çalışması ingilizceye çevrilmedi.]’a yönlendirdi. Tamamlanmıştı. Hep aradığım ses buydu: saf, kulak tırmalayan gürültü; harsh noise. Oradan itibaren, gidişat Skin Crime, Macronympha[5. Özellikle ABD’de bilinen bir noise grubu. Çoğunlukla kaset formatında üretim yaptılar. ABD’lilerin aslında Japon noise sahnesinden etkilenen ve bir nevi onların devamı olan müzisyenlerinden. Japon Yasutoshi Yoshida ile ortak çalışmalar da yaptılar.], Taint gibi tanınmış Americanoise projelerine gitti. Sonra, özellikle “Low-Fi Power Carnage” isimli kasetleriyle İtalyan Dead Body Love projesinden haberdar oldum. O çalışma hatır hutur, kütür kütür bir harsh noise mükemmeliyetiydi. Bana nihayet kendi seslerimi yaratmam için ilham kaynağı oldu.
Her zaman sanat ile iç içe oldum. Şu sıralar güzel sanatlar lisans eğitimindeyim, ayrıca Vote Robot[6. Elektronik ikili. Analog aletlerle üretilen seslerle çalıştılar. Kevin Rivard ve Scott August’dan oluşan ikili, Rivard, August’un bebek bakıcılığını yaparken tanıştı.]’dan Kevin Rivard başta olmak üzere dostlarımla ses sanatı üzerine çalışıyorum. Kevin bana temel kayıt tekniklerini ve ekipmanları gösteren kişidir.
The Rita Retrospective DVD Promo
Çağdaş gürültüyapıcılardan önce, dada, fluxus ve hatta futurist sanatçılar vardı. Çağdaş sanat performansları ve sizin gürültünüz ile ilişkisini nasıl tanımlarsınız?
Özellikle de bazen konseptlerle şekillenmiş şartlardaki performanslarıyla Marina Abramovic[7. Link], Chris Burden[8. Kendisini bir Volkswagen Beetle’a çarmıha germiş olan sanatçı. 1970li yıllarda henüz öğrenciyken, bir galeride kendisine 22 kalibrelik tüfekle kolundan vurdurduğu Shoot isimli performansıyla biliniyor.], Joseph Beuys[8. Link] gibi sanatçıların performans yanlarını, The Rita’nın motorsiklet motoruyla, yine canlı şnorkel dalış tüpüyle gerçekleşen Decima MAS gibi performanslarını karşılaştırmamak zor olur tabii.
Ancak işin aslında, ben kendi harsh ses çalışmalarımı yine de enstalasyon/yerleştirme, peyzaj ve minimalist resimle iç içe değerlendiriyorum. Ses çalışmalarımın ardındaki asıl etkinin bir kısmında hep Richars Serra[9. Büyük ölçekli çelik sac çalışmalar yapan Amerikalı heykeltraş ve video sanatçısı.] bağlantısıyla devasa çelik çalışmalarını, Michael Heizer[10. Büyük ölçekli heykelleri ile tanınan Amerikalı heykeltraş ve ressam.]’in büyük ölçekli açıkhava çalışmalarını ya da Ad Reinhardt[11. Link]’in siyah resimlerini görüyorum. Resim, yapılar ya da toprak ile karşılıklı ilişki benim aşındırıcı ses çalışmam ile bilinçli olarak etkileşime geçiyor, çünkü genellikle çeşitli parçalar halindeki dokularla kesilip temizlenmiş değişken sesle de hareket edilebilir.
Futurist L’Arte dei Rumori[12. Gürültü Sanatı: Luigi Russolo 1913 yılında futurist besteci Francesco Balilla Pratella için yazdı. Manifestoda, gürültü kavramının 19. yy makineleri sonucunda ortaya çıktığı savunulur. Manifestoda, hışırtılar, cızırtılar, çarpmalar, patlamalar, sızıntı sesleri gibi ana etmenlerle yeni bir tür orkestra önerilir.] manifestosunda, sanayi devriminin yaratıcılığa ve gürültü yapmak için tasarlanmış teçhizata etkisini görebiliriz. O zaman size iki soru: Noise sahnesinin özellikle gelişmiş ülkelerde güçlü olduğunu düşünüyor musunuz? Ayrıca gürültü yaparken kullandığınız alet edevat, yazılımlar, araçlar, nesneler nelerdir?
21. yüzyılda ve temel çağdaş şartlarda sürükleyen takıntıları ve çalışmaları, biraz daha adanmış, kafaya takmış, kuytudaki, daha ufak şehirlerden gelen sanatçılarda görüyorum. Sanayi devrimi bir bütün olarak dünyadaki sanat çalışmalarını genel bir kapasiteyle değiş tokuş ve araçlar vasıtasıyla bir bütün olarak yaratıcı gelişme için etkiliyor. Ancak yine de tekrarlıyorum, sadece çağdaş sanat dünyasını bilen belirli sanatçıların daha sürükleyici ve güçlü çalışmalarını gördüm; fakat “daha az gelişmiş” kişisel kaynaklardan yararlanıyor ve kendi materyallerini sunmak için analog ekipmanları kullanıyorlardı.
Kuşkusuz, birçok istisna vardır. Ancak bazen daha büyük ve sanayileşmiş kentler ve onların “gelişmiş” sanat toplulukları bir boşvermişlik kısır döngüsüne veya kapalı, neredeyse gizemli, sadece belirli bir kısım seçilmiş kişilere yönelen yapıya döner. Çoğu zaman bu yaratıcı diziliş dış çemberlere bile açılmaz. Oysa “daha az sanayileşmiş” bölgedeki sanatçıdan çıkan oldukça dikkat çekici samimiyette bir çalışma, eğer yeterince güçlü ve doğru bçimde oluşturulursa, kendi şiddetli çarpıntısı ve kişisel olarak da harlanmış estetiği sayesinde nesillere yayılabilir.
Bana gelince, gürültü üreticilerini, mikrofonlarını ve distorsiyonlarını, ortaya çıkması için uğraştığım belirli ve kesin ses parçalarını oluşturmam için yardım eden yeterince arkadaşa sahip olmak gibi bir şansım var. Asıl ekipmanlar olarak, filtrelenmiş beyaz parazit üreticilerini Ryan Bloomer ve Damion Romero’dan, Lake Shark fuzz efektini Ryan Bloomer’dan ve kapalı/bias temelli fuzz pedallarını çeşitli üreticilerden edindim. Ayrıca kaydedilmiş kaynak malzeme de ses yapısını oluşturmak için çok önemli. Çünkü çalışmalarınızın kişisel yanlarını sürükleyen ana etken.
Gürültü/ses duvarı yaratmak birçok açıdan tıpkı resim gibi yaratıcı bir süreci andırıyor diye değerlendirme yapılabilir. Öte yandan, dada, nihilizm ya da devrimci politik hareketler de yıkıma ve yeniden yapmaya dair benzer ruh halini paylaşır. Politika ile gürültü arasında, size göre böyle bir iletişim varsa tabii, nasıl bir ilişki görüyorsunuz? Bunu sormamızın nedeni ise bir dergide tarafınızdan yazılmış HNW’nin Politikası isimli makalede belirttiğiniz bazı görüşlerinizdir.
As Loud As Possible isimli dergide yayımlanan HNW’nin Politiği isimli makale/manifesto, sürekli devam eden ve hiç bitmeyecek gibi duran, harsh noise alt türlerine odaklanan öfkeli bir tartışmaya dair aslında. Bir açıdan, çağdaş “gürültü duvarı”nın erken dönem saflığındaki dizelerde, katılımcıların ilk yazılarda çıkan başlangıç temizliği ve harekete geçiş manifestolarında yapıbozumcu fikirlerle oynanmıştır. Özllikle statükoyu alaşağı etmek üzere şiddetli ve keskin belirli politik hareketler harsh noise’da değişmiştir. Belki de yanlış yönde ilerlemiştir çünkü arılık açıklamaları (kişisel olarak) daha çok ilk katılımcılara, Incapacitants[13. Toshiji Mikawa ve Fumio Kosakai’den kurulu japon noise grubu. ], OVMN (Optimum Volume Maximum Noise), MXM daha klasik “gürültü duvarı” çalışmalarını için görsel bir rehber olma amacındaydı. Bütünü yapıbozuma uğratan ve devasa bir çatırdayan, çuturdayan dokusal parçalara tutulan dev aynalarının ışığındaydı. Böylece benim, The Cherry Point, Killing for…, Paranoid Time, Knives, Werewolf Jerusalem gibi erken dönem “gürültü duvarı” ya da Harsh Noise Wall katılımcılarının çalışmalarında çağdaş bir ilham oldu. Tüm bu sanatçıların gayet açık değişmez devasa kulak tırmalayan ses duvarları, arkaplanı ve hemen dikkat çekmeyen kaydırmaları öne çıkarıp harsh noise’un bunaltıcı kütlelerine çeviriyor. Hatta eninde sonunda, hemen farkedilmeyen çatırdama ve arkaplan çalışmalarına evriliyor. Politika ve manifesto kişisel olarak “harsh noise nesnesinin yapıbozumu” etrafındaki temel dayanağın altını çizmek için kişisel bir güdüydü.
The Rita – Wolf Pack
THE RITA “THE ENGINE AS FUZZ PEDAL”
Röportajda geçen müzisyenler ve sanatçılar hakkında, bir mini harsh noise ve etkileşimleri notlar derlemesi: