Blog

  • Geceyarısı Kahkahası

    Geceyarısı Kahkahası

    Avustralya Çin Vakfı’nın kurucusu Yashian Schauble’nin katkılarıyla gerçekleşecek Midnight Laughter / Geceyarısı Kahkahası sergisinin küratörlüğünü ArtReview dergisinin Asya editörü Aimee Lin üstleniyor.

    Farklı medyumlardan yapıt üreten Chen Wei, Hu Weiyi, Li Qing, Ling Jian, Miao Xiaochun, Shao Yinong & Mu Chen, Zheng Jiang MERKUR’deki çalışmaları 11 Kasim saat 18.00’ de küratör Aimee Lin’in yapacağı açılışla birlikte 1 Aralık tarihine kadar izlenebilecek.

    “20.yy’ın en entelektüel Çinli yazarı Lu Xun (1981-1936), bir keresinde, uyuyanı uyandırmayan ama etrafındaki tüm havanın bu kahkahayla yankılandığı boğuk bir ‘Geceyarısı Kahkahası’ duyduğu bir sonbahar gecesinden bahsetmiştir. Eğer burada sonbahar gecesi, tarihinin görkemini ve mirasını ve daha batılı bir modele hızlı evrimini gösteren modern Çin’in bir metaforu olarak kullanılırsa, o zaman bütün sanatçıların sanatsal uygulamaları da boğuk ama bütün hava boyunca yankılanan o kahkaha olurdu. Başka bir deyişle, sanatçıların yaptığı şey, kendilerine has seslerini kullanarak, gecelerin gündüzlerden daha uzun olduğu bir mevsimde, ışığın karanlıkla buluştuğu ve ikisinin sosyal tarihler ve insan ruhuyla kesiştiği vakitte, geçmişe, şimdiye ve geleceğe iştirak etmektir.” Aimee Lin

    MERKUR
    Adres: Mim Kemal Oke Cad. Erenler Apt.
    No: 12 D: 2 Nisantasi / Istanbul
    Açılış: 11 Kasım 2015, Çarşamba
    Saat: 18:00 – 20:00
    Sergi Süresi: 11 Kasım – 1 Aralık 2015
    Bilgi İçin:
    Telefon: 0212 225 37 37- 0212 231 69 87
    Fax: 0212 231 55 07

    Geceyarısı Kahkahası 1 Geceyarısı Kahkahası 2 Geceyarısı Kahkahası 3

  • [W.S. Burroughs] Defolup gitmem lazım

    [W.S. Burroughs] Defolup gitmem lazım

    Ben düşkün değilim. Ben düşkünlüğün kendisiyim. Bu varyeteyi, bu esrarlı yolda sürdüreyim diye açığa vurduğum düşkünlüğün. Görüp göreceğin her bir düşkünlük ve her bir kafa benim asıl. Ebediyen kafayım ve müptelayım. Burda kafa derken gözünüzde iyi kötü bir şey canlansın maiyetinde diyorum. Devamını siz getirin. Hakikat benim ve müptelayım o hakikate. Önüme döküntü bir duvar ve bir çöp tenekesi koyun, Allahıma, ölene dek kılımı kıpırdatmadan oracıkta otururum. Duvar benim çünkü, teneke benim. Bana yalnızca, orda oturup duvara ve çöp tenekesine bakacak biri gerekir. Buyur edecek bir insan evladı yani. Ben hiçbir şeye bakamam. Körüm. Hiçbir yerde de oturamam. Üstüne kıçımı koyacağım bir şey yok.

    Dur, hazır ağzımı açmışken şu malın gözü aleyhtarlarıma da iki çift laf edeyim. İnsan soyundan nefret ettiğimin aslı yoktur. Ben sadece, insanoğlundan haz etmiyorum. Hayvanlardan haz etmiyorum. Nefret değil hissettiğim. Şu tadına doyamadığınız laf salatanıza dalarsak en makul sözcük midemi kaldırıyor olabilir. Yine de insan bedeninde ve insan bedeniyle yaşamaya mecburum.

    Asla katlanamayacağınız bir hadiseye eyvallah diyeceksiniz. Olayı şöyle netleştirelim:

    Üzerinde haşaratların yaşadığı bir gezegene düştüğünüzü hesap edin. Körsünüz. Keşsiniz. Allem edip kallem edip, haşaratlara esrarlı şeyler getirtmeyi başarmışsınız. Binlerce sene orda, onlarla yaşamış olsanız da, haşere köleleriniz halen daha, içten içe midenizi kaldırıyor. Ne zaman bir yerinize değseler aynı hisse boğuluyorsunuz.

    Ben de insan kölelerim için tam tamına böyle hisler besliyorum işte. Beş yüz bin bilmem kaç yıl önce teşrif ettiğim bu yere ayak bastığım andan beri aklıma takılan tek bir şey var. Sizin insanlık tarihi dediğiniz şey, benim kaçış planımın başlangıcına dayanıyor.

    Sevilmeye lüzum yok. Affedilmeye lüzum yok. Benim defolup gitmem lazım buradan.

  • [Didem Erbaş] sukut-u hayal

    [Didem Erbaş] sukut-u hayal

    Hush, Didem Erbaş’ın “sukut-u hayal” isimli ilk solo sergisine “17 Ekim-
    5 Aralık 2015” tarihleri arasında ev sahipliği yapıyor. Sanatçı anlık hissettiği duygularla ana malzemesi olan resimle birlikte nesneler ve fotoğraflar topluyor. Oluşturduğu arşivle kurduğu diyalog sonucunda hiç görülmemiş/unutulmuş hikayeleri izleyiciye anlattığı ve umudun kalmadığı noktada bireyin dönüşümüne ayna tutan sergi, Pazar ve Pazartesi hariç her gün 11.00-18.00 saatleri arasında Yeldeğirmeni’nde konumlanan Hush’da gezilebilir.

    Cümleleri ve hikayeleri görünür kılmayı amaçlayan Didem Erbaş hikayelerinde yarattığı birey ve toplum ilişkilerinde: “Umut öldüğünde insan yaşayabilir mi?” “Gerçeklikten uzaklaşıldığında geriye ne kalır?” sorularını soruyor. İçinde bulunduğumuz sosyal ve siyasi düzlemde “umut” ve “umutsuzluk”un çatışmasını ve birbirlerini besleme ve yıkım noktalarını araştırıyor. Eugenio Borgna’nın deyişiyle: “Umutsuzlukta umut, varoluşsal yıkımın ve anlamsızlığın girdabına kapılmıştır, zaman durmuş ve sonu olmayan bir şimdiki zamanda taşlaşmıştır, şimdiki zamandan geleceğe yönelik atılım kalmamıştır, zira gelecek geçmişin hayaletlerinde ve saplantılarına kapılmıştır.”

    “Sukut-u hayal”de Erbaş, kendine seçtiği gerçek nesneler ve fotoğraflardaki yüzleri hikayeler kurgulayarak canlandırırken bir yandan da kimlik ve hafıza kavramlarını sorunsallaştırıyor. Kendi yaşadığı deneyimler üzerinden umutsuz kimlikler ve hafızaları mekana taşıyor. Oluşturduğu resim ve yerleştirmeler ile izleyicinin kendi deneyimleri doğrultusunda bir yüzleşme yaşamasına fırsat sunuyor. Mekanı bütün olarak “karanlık” bir forma dönüştürmesi ve kullandığı hiç sönmeyen “mum” objesi ile kendi umuduna dair duruşunu ortaya koyuyor.

    “Sukut-u hayal” sergisi izleyicileri daha önceden karşılaşmadıkları hikayeler içerisine sürükleyerek sanatçının umutsuzluğu şiddetlice sorguladığı dünyasını keşfetmeye davet ediyor.
    [Didem Erbaş] sukut-u hayal 1 [Didem Erbaş] sukut-u hayal 2 [Didem Erbaş] sukut-u hayal 3

  • [Alejandro Zambra] Hakikati anlatmanın ve paylaşmanın mücadelesi

    [Alejandro Zambra] Hakikati anlatmanın ve paylaşmanın mücadelesi

    Recep Şener, Akın Çetin ve Barış Yarsel, Fütüristika! namına, ortak ruh halini paylaştıkları Alejandro Zambra ile konuştular. “Eve Dönmenin Yolları”, “Bonzai” ve “Ağaçların Özel Hayatı”, Notos tarafından yayımlandı ve memlekette fena sayılmayacak bir karşılık gördü. Bunda, anlatılanların, benzer acılar yaşamış bir ülkenin bellek-mekansızlıkta sıkışmış çocuklarının, hakikati paylaştıkları insanları kalabalığın içinde gözlerinden tanımalarının payı var düşüncesindeyiz. Ayrıca, Zambra’nın filmi sinemaya gelmişti. Sinemaya film gelince, perdededen yansıyan ışığın izleyicinin sırtını verdiği loşluk arasındaki noktada, anlatılanların tetiklediği hatırlamanın verdiği ortaklaşma da Zambra ile temas etmeye neden oldu. Kuşkusuz, Marcelo Salas ve Zamorano Türkiye’ye bugün yarın geldi gelecek diye yazlarını geçirmiş bir kuşağız.


    [Fütüristika: Recep Şener, Akın Çetin, Barış Yarsel] Yazmaya nasıl başladınız? İlk kitabınız yayımlanmadan önce nasıl süreçlerden geçtiniz? İlk iki kitabınız şiir kitabıydı. Hala şiir yazıyor musunuz? Roman yazmaya başlamanız nasıl oldu?

    [Alejandro Zambra] Yazmak doğaldı, nedendir bilmem. Belki büyükannemin etkisi yüzünden, kendisi sürekli yazar ve şarkı söylerdi. Okur değildi ama şiir ve öykü yazardı. Ben de yazmayı, gitar çalıp şarkı söylemeyi sevdim. Çok iyi bir yedi-yaşında-gitar-çalan-çocuktum. Sonra tıkandım. Şu anda ise hala oldukça iyi bir yedi-yaşında-gitar-çalan-çocuk gibi çalıyorum.

    Şiir yazmayı sürdürüyorum fakat pek iyi değiller, bu nedenle yayımlamıyorum. Şiir, Şili’de oldukça önemlidir, güçlü bir geleneğimiz vardır. Söylemek istediğim, gerçekten önemlidir.

    O kadar şairin nereden geldiğini açıklamak kolay değil, belki de topluluğun ruh hali şairleri yetiştirdi. Şairler hep birbirlerine yardımcı olurlar ve aralarında kavga da ederler, bir topluluk şeklinde hareket ederler. Çok güzel ve gergin bir dünya. İlk, dostlarımla yazmaya başladım, ilk kitabımı yayımladığımda yirmi üç yaşındaydım – şiir yayımlama şeklin neredeyse her yerde aynıdır: kendinin ve arkadaşlarının kitaplarını ufak bir yayınevinden yayımlatırsın.

    Sanırım roman yazmaya tam anlamıyla karar verdiğim bir an olmadı. Akıp gitmeye çalışıyordum, farklı yönlerde ilerliyordum. İşin aslı, “Bonzai” isimli bir şiir kitabı için şiir yazmaya çalışıyordum. Lakin şiir ortaya çıkmadı. O zaman ben de bir hikaye anlatmayı denedim.

    Bonzai’nin giriş cümlesi, okuduğumuz en iyi giriş cümlelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer, Emilia’nın öldüğünü kitabın hemen başında söylüyorsanız yazmaya başlamadan önce bir taslak çalışması yapmış olmalısınız diye düşünüyoruz. Yazmaya başlamadan önce bir taslak çalışması yapar mısınız yoksa her şey doğaçlama mı gelişir? Yazma disiplininizden söz edebilir misiniz? Nasıl bir yol izliyorsunuz? Öğrencilerinize yazmakla ilgili nasıl öğütler veriyorsunuz?

    Teşekkür ederim. İlk paragrafı ne zaman yazdığımı tam olarak hatırlamıyorum. Fakat tekrar tekrar okuduğumu, sevdiğimi ve “işte her şey başlıyor” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yani, bir ilk satır arayışında değildim.

    Her zaman bir taslak yazdığımı düşünüyorum. Başka türlü akıp gidemem. Tıkanırım. Yazarken düşünmeye son verdiğiniz bir an vardır. O anı çok seviyorum. Kontrolü kaybediyorsunuz, belki birçok fikriniz var fakat yazmak, planlarınızı tekrar ve tekrar değiştiriyor.

    Ben ve disiplin. Aslında birçok duruma bağlıdır. Günlük tutuyorum, oldukça sıkıcı bir günlük. Alışkanlık. Bir kitabın ortasındayken, ona odaklanıyorum, gün içinde saatlerce yazdığım oluyor. Disiplinli olmaktan çok takıntılıyım. Yazmak bir olmaktan ziyade, bir alışkanlık ve takıntı durumudur.

    [/vc_column_text][/vc_column][/vc_row][vc_row full_width=”stretch_row_content” full_height=”yes” bg_type=”image” parallax_style=”vcpb-default” bg_image_new=”36833|https://futuristika.org/wp-content/uploads/futuristika_alejandro-zambra-hakikati-anlatmanın-ve-paylaşmanın-mücadelesi_01.jpg” bg_override=”browser_size” parallax_content=”parallax_content_value”][vc_column][/vc_column][/vc_row][vc_row][vc_column][vc_column_text]

    Julio sürekli yalan söylüyor. Söylediği yalanı devam ettirmek adına bir roman yazmaya bile girişiyor. Julia için yalan söylemek hayatını devam ettirmenin bir yolu sanki. Julio da  Bonzai gibi  formunu mu arıyor?

    Bu soruyu yalan söylemeden cevaplayamam. İşin aslı “doğruyu söylemek” diyecektim ve hepimiz biliyoruz ki, bu da yalan söylemeye başlamanın klasik bir yoludur.

    Bonzai oldukça hüzünlü bir finale sahip. Emilia’nın öleceğini başından bilmemize rağmen etkileyiciliğinden bir şey kaybetmiyor. Emilia’nın ölüm haberini aldıktan sonra Julio’nun yaptığı şey çok tanıdık geldi. Sizin de acı verici durumlar karşısında devreye soktuğunuz reçeteleriniz var mıdır, yoksa akışına mı bırakırsınız?

    Üzüntüyle yüzleşmenin birçok yolu var diye düşünüyorum. Kesin olan, yüzleşmeniz gerektiğidir. Yine de, her ne kadar istesem de, bir tarifim yok. Bir şeyler yapmanız gerekiyor, her gün süren şeyler. Umursamadan ilerlemenin nihayetinde durup, düşünüp, konuşup yüzleşmekten çok daha incitici olacağını düşünüyorum.

    Bonzai, Eve Dönmenin Yolları ve Ağaçların Özel Hayatı kitaplarınızı bir üçleme olarak okumak mümkün.   Bu açıdan, Bonzai’deki  Julio’nun  ailesiyle olan ilişkisinin kopuk olmasının nedeni Eve Dönmenin Yolları’ndaki aile içi politik hesaplaşma olarak değerlendirmek mümkün mü?

    Evet, olası. Kitapları bir üçleme olacaklarını düşünüp yazmadım fakat sanırım sürekli aynı kitabı yazıp duruyorum. Her şey çok büyük bir hızla değişiyor, yani farklılar, fakat dürtü, arzu aynı. Bu arada, zaten bir kitap yazmışken, ikinci ya da üçüncü bir kitap yazmayı neden istersiniz? otomatik cevap, “Çünkü bir yazarsınız” olabilir ama bunu kabul etmiyorum. Kendimi bir yazmak zorunda biri şeklinde kurmuyorum, yazmak isteyen biri diye düşünüyorum. O zaman yeni bir kitabı yazmak istemenin nedeni, önceki kitabın artık bitmiş gitmiş olduğu ve tekrar o yerde olabilmek için, tekrar yazmak istemen. Fakat her durumda, bahsedilen noktanın neresi olduğunu bilmiyorum.

    Her üç kitapta da kadınlar “gidiyorlar”, o insanların gidişlerinden doğan boşluğu doldurmanın bir yolu da edebiyat oluyor denebilir. “Boşluksuz edebiyat” mümkün mü, kayıplarımızı anlattıkça, kayıplarımızı bulmaya yakınlaşıyor muyuz?

    Söylediğiniz şey hem çok hüzünlü, hem de çok güzel. Nasıl cevaplayacağımı bilmiyorum. Sürekli kendime sorduğum bir soru gibi.

    İlgimizi çeken şeylerden biri de; Bonzai’deki karakterlerin birbirlerine sürekli yalan söylerken, Eve Dönmenin Yolları’ndaki karakterler birbirlerine karşı fazla dürüstler. Kitaplarınızda yalan söyleyen ya da gerçeği gizleyen karakterlerle sıkça karşılaşıyoruz. İslami kültüründe günah çıkarma ya da yüzleşme gibi bir eğilim olmadığı görülüyor. Şili’de ya da Güney Amerika’da günah çıkarmanın, geçmiş ile hesaplaşmanın rolü nedir?

    Cevaplamaya çalışacağım başka bir soru daha. Bana kalırsa Eve Dönmenin Yolları ve Belgelerim [My Documents] kitaplarında yer alan hikayelerin hepsi, bir şekilde, bir tür topluluğa ait olma hakkında, bir çeşit “hakikati” paylaşmanın hikayeleri. Bence hakikati anlatmak zorunludur ve aynı zamanda imkansızdır. Bir mücadeledir, çünkü hakikat salt “bilgi”den fazlasını içerir. Şili’yi düşünürsem, hakikati anlatmaya alışık olmadığımızı söyleyebilirim. Örneğin son on yılı ele alırsak, nasıl yapacağımızı öğrenmekteyiz, yine de alınacak çok yolumuz var.

    Bonzai çok güzel bir uyarlama. Çekimlerde bizzat bulundunuz mu? Müdahil olduğunuz yerler oldu mu?

    Hayır, hayır kesinlikle. İlk gösterime girdiğinde, Cannes’da, oradaydım ve Cristián Jiménez ve Diego Noguera ile iyi dost olduk.

    Cristian Jimenez’in üç filmi de festivaller kapsamında ülkemizde gösterildi. Ilusiones opticas Malatya Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü kazandı hatta. Senaryosunu yazdığınız Vida de Familia da büyük ihtimalle ülkemizdeki festivallerden birinde gösterilecektir. Davet edilmeniz halinde gelir misiniz Türkiye’ye?

    Tamamen mümkün. Gelmeyi çok isterim. Cristian’a asistanı olabileceğimi söyleyebilirsiniz.

    Kitaplarımın Türkiye’de sunuluşundan çok mutluyum. Lütfen buradan çevirmenim Çiğdem Öztürk’e teşekkürlerimi iletin.

    Marcelo Salas ve Ivan Zamorano’yu canlı izleyebildiniz mi hiç? Copa America 2015’te Şili namağlup şampiyon oldu. Futbol ile aranız nasıldır? Bizim buralarda futbol gündelik yaşantıyı fazlasıyla etkiler. Şili’de durum nasıldır? Ayrıca güzel futbol güzel bir kitap, film ya da şarkıdan aldığımız tadı veriyor sanki. Siz ne düşünüyorsunuz?

    Copa America’da Şili’nin bütün maçlarına gittim. Muhteşemdi. Çok gergindim. Yine de stadyumda olmayı ve özellikle de Mati Fernández’in o güzel golle penaltı atışlarına başladığında özellikle çok mutlu oldum. Mati’nin Villareal’de Nihat ile oynadığı zamanlarda birçok maçını da yıllar önce izlemiştim.

    Evet, Salas ve Zamorano’yu stadyumda izledim. Aslında ben çocukken insanlar evimizin yakınlarında yaşayan ve delikanlı dönemindeki Zamorano hakkında konuşurlardı.

    Bir futbol maçını izlerken bir film ya da kitaptan aldığım zevki alacağımdan emin değilim. Yazmak çok soğurgan bir eylem, sürekli yazmayı düşünüyorsunuz. Futbol maçı izlerken ise, tamamen aptallaşıyorum. Evet hoşuma gidiyor ama tümüyle farklı bir biçimde…

  • William S. Burrough – Şimdi Anneyle Ben Şunu Öğrenmek İstiyoruz

    William S. Burrough – Şimdi Anneyle Ben Şunu Öğrenmek İstiyoruz

    O huzursuz 1988 baharı. Uyuşturucu kontrolü bahanesiyle bütün Batı dünyasında baskıcı polis devletleri kuruldu. Duyuru 2332’de özetlenen, düşünce duygu ve duyumsal izlenimlerin teknoloji tarafından kesinkes programlanması politikası saye­sinde, polis devletleri demokratik bir görünümün ardına gizle­nip kontrol makinesine karşı çıkan herkesi yüksek sesle suçlu, sapkın ve uyuşturucu bağımlısı ilan edebiliyor. İsimsiz, sahte telefon ve mektuplar aracılığıyla verdikleri yanlış bilgilerle polisleri şaşırtan yeraltı orduları büyük şehirlerde faaliyet gösteriyor. Polisler silahlan ellerinde Senatör’ün akşam yemeği davetini basıyor; ihtiyaç fazlası uçaklara dair ballı bir anlaşmanın yapıla­cağı çok özel bir parti bu.

    “Bize burada çıplak bir esrar partisi yapıldığı ihbarı geldi. Ço­cuklar şöyle biraz açılın ve siz de üstünüzdekileri çıkarmayın sa­kın yoksa o pis bağırsaklarınızı havaya uçururum.”

    Polisin kısa dalgasına yanlış alarmlar koyarak devriye araba­larını var olmayan suç ve ayaklanmalara yönlendiriyoruz, bu da başka bir yerden saldırıya geçmemize olanak tanıyor. Sahte po­lis timleri vatandaşların üstünü arayıp onları dövüyor. Sahte in­şaat işçileri caddeleri parçalıyor, su borularını ve elektrik bağlantılarını kesiyor. Ses-altı aygıtları şehirdeki bütün hırsız alarmlarını devreye sokuyor. Amacımız mutlak kaos.

    Çatı katında bir oda, duvarda şehrin haritası. Elli oğlan taşı­nabilir ses kayıt cihazlarıyla TV’den ayaklanmaları kaydediyor. Tek tip gri flanel takım elbiseler var üzerlerinde. Kayıt cihazlarını gabardin pardösülerinin altına takıyor ve kıyafetlerinin üzerine birazcık göz yaşartıcı gaz püskürtüyorlar. Kama düzeninde bir grup oluşturup en kalabalık saatte saldırıya geçiyorlar, kayıt ci­hazları açık: ses patlaması, polis sirenleri, çığlıklar, polis copla­rının kırdığı camların sesleri, kıyafetlerinden çevreye yayılan göz yaşartıcı gaz. Etrafa dağılıp basın kartlarını takıyor ve olayları takip etmek için geri dönüyorlar. Sakallı Yippiler caddede elle­rinde çekiçlerle koşup her iki yandaki camları kırıyor ve geride çığlık çığlığa öten hırsız alarmları bırakıyor, sonra sakallarını çı­karıp yakalarını ters çeviriyorlar ve elli temiz rahibe dönüşüyor­lar ve bütün arabaların altına molotof kokteyli atıyorlar, BUUUMMM, arkalarında bıraktıkları cadde patlıyor. Bazıları işi bitirmek için itfaiyeci üniformaları içinde ellerinde çekiç ve hor­tumlarla olay yerine geliyor.

    Meksika, Güney ve Orta Amerika’da gerilla birimleri Amerika Birleşik Devletleri’ni özgürleştirmek için bir kurtuluş ordusu ku­ruyor. Kuzey Afrika’da, Tanca’dan Timbuktu’ya kadar benzer bi­rimler Batı Avrupa ve Britanya’yı özgürleştirmeye hazırlanıyor. Uzlaşmaz amaçlarına ve üyeler arası farklılıklara rağmen yeraltı hareketi temel hedefler konusunda uzlaşıyor. Her yerde polis makinesine karşı yürümek istiyoruz. Polis makinesini ve bütün kayıtlarını yok etmek istiyoruz. Bütün dogmatik sözel sistemleri yok etmek istiyoruz. Aile birimini ve onun kabilelere, ülkelere ve uluslara kanserojen bir madde gibi yayılımını kökünden yok edeceğiz. Ailelerin, annelerin, babaların, polislerin, rahiplerin, ülkelerin ya da partilerin konuşmasını istemiyoruz artık Taşra ağzıyla söyleyecek olursak; yeterince saçmalık duyduk biz.

    – William Seward Burroughs II

    Metin, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Ahmet Ergenç çevirisinden alınmıştır.

    Özgün adı: The Wild Boys.


  • [Alejandra Pizarnik] Günlükler’den

    [Alejandra Pizarnik] Günlükler’den

    Jokey Klübü’nde şöhretli bir ressam, acemi bir ressam, olgun bir şair, çaylak bir şair ve bir psikoanaliz uzamanı arasında geçen konuşma. Konu: İççamaşırı takıntısı.

    Olgun şair: Bir kadının iççamaşırını çıkardığında dudaklarını yalayan bir sadist tanıyorum.
    Psikoanalist tutkunu: O özel bir durum. Kadınların,şiddet kullanmadan nazikçe davrandıktan sonra iççamaşırlarının yırtılmasından hoşlandıklarını biliyorum.
    Olgun şair: her durumda, gerçek şu ki iççamaşırlara takıntılıyım.
    Psiko…: O zaman her sevgilinin bir çamaşırını saklamalısın.
    Şöhretli ressam: Evet ama onlar yıkayıp ütüleyip renklerine göre dizmeden önce, pembe, mavi, beyaz vs.

    (Herkes gülüyor. Psiko… uzmanı alelacele ayağa kalkıp buz gibi bir suratla uzaklaşıyor.)
    Olgun şair: Tahrik olmuştur.
    Şöhretli ressam: Evet çünkü ona göre “iççamaşırı” kelimesi “idrar” ile eş anlamlı. Zemin karolarına yazık, dediklerine göre ciğerinde bulduklarından bu yana çişinde taşlar varmış.
    (Herkes gülüyor.)
    Psiko… uzamanı tutkunu dönüyor: şöhretli ressam elini sırtına koyup soruyor, Nasıldı?
    Uzman cevaplamıyor.
    Mevzu dönmeye devam ediyor.
    23 Eylül 1954

    But we picture the future as a reflection of the present projected into an empty space, whereas it is the result, often almost immediate, of causes which for the most part escape our notice.
    The Captive (p. 280) [Proust, In Search of Lost Time]Herhangi bir şey tesis etmenin imkansızlığına ani bir kanıt.
    Proust, Verdurinler’in Baron Charlus’u Morel’den ayırmak amaçlı nefret dolu entrikalarını tasvir ediyor. Bu feci insanlara, yalanlarına ve komplolarına o an bir parça bile iyilik hissetmek imkansız. Fakat aniden, hayat! Saniette’nin rezaleti, çöküşü zaruri bir sefalete yol alıyor. O andan sonra anlıyoruz ki (ruhları değişmişçesine) iki insan bu rezil arkadaşlarına olacak en iyi şekilde önyargısızca aracılık ediyorlar. Onlar hakkında tam o anda nazikler diye düşünebilir miyim? Hayır, çünkü önceki sahnedeki (Charlus Baronu’na saldırıda) kötülüklerini ve adaletsizliklerini hatırlıyorum. Bu kötülükleri nedeniyle onların tümüyle sapkın olduklarını düşünebilir miyim? Hayır, çünkü Saniette’in ketum yardımı alicenaplıklarını gizliyor… Herkes ve her şey ile aynı gidiyor!

    Ah, Bize gebe kalan melekler!
    Ah, Bizi doğuran melekler!
    ***
    Divana yığıldım kaldım, içime dolan akıl dışı sıkıntıya şaşkın ve endişeli tanıklığı taşıyorum. Gelecek korkusundan belli etmeden sakınıyorum: Benden ne olur?
    Derbeder, bohem varlık yeşil ve rahatsız uyarıları kabul etmeyecektir. Arzular sonsuz susuzluğunu benim asitli, sorunlu içime akıtıyor.

    Bilinmez bir kitapçıya giriyorum. Rengarenk raflara yaklaşıyorum, merak dolu ve yoğun hislerle. Yeni bir şey bulma umudum bir çalışanın hangi kitabı aradığımı sormasıyla yıkılıp gidiyor. Kadına ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Nihayet, aklıma geliyor. Orada yok. Bakmaya devam etmek istiyorum fakat üzerimde kitapçı kadının bakışlarının ağırlığını hissediyorum, ne istediğini bilmeyen birini onaylamayan kısık gözler bunlar. Hep aynı şey!
    Birinin muhakkak bir amacı olmalıdır! Her zaman ileriye doğru giden bir yolu izlemelisin!

    23 Eylül 1954

    ————–

    Her zaman mutlak olanı arar ve her zaman sadece şeyleri buluruz.
    – Novalis
    Eylemde önemli olan nedir, içeriği mi yoksa şekli mi?

    Alejandra: kırk günlük konuşulamayacak ızdırabın var. Nefesini kesen ve herhangi bir şekilde itirafı mümkün olmayan kırk günlük yalnızlığın. Alejandra: o güzel yüz tek kalan şey. Her şeyi senden söküp almışlar gibi. Seni günlerin o soğuk yekününe daldırmışlar ki yokluğunu unutmaya çalışırken şoka girmiş olabilirsin. Alejandra: müthiş savaşmalısın. Kendinle ve bu defterle savaşmalısın. Her ikisiyle de, çünkü o güzel gözlerin böyle olmazsa her şeyin kaybedileceğini söylüyor. Belki kurtaracak bir şeyler kalmıştır. Ne? Sorular! Ruhun Alejandra, ruhun!

    Kırk gün planı:
    1) Romana başla.
    2) Proust’u bitir.
    3) Heidegger oku.
    4) İçme.
    5) Şiddet içeren eylemde bulunma.
    6) Gramer ve Fransızca çalış.

    19 Temmuz 1955

    Kayıp Zamanın İzinde’yi okumaya başladım. 14. sayfaya geldim. Ne kadar kapalı bir analiz! (“ve beni düşünmeye ve hissetmeye itiyor, her zaman üzücüdür bu.”)

    Avenida de Mayo’da kör bir adam kalem satıyor ve ufak bir zili çıngırdatıyor. [Okunmuyor] merdivenlerinde kör bir kadın ilahi söylüyor. Zeyrek kırmızı saçlı bir adam geçiyor. Yeşil çerçeveli gözlükleri [Okunmuyor] püskürtüyor. Umarsız gözüküyor. Çirkin notalar seline nasıl dayandığını merak ediyorum. Daha sonra siyahlar içinde üç ya da dört kişi çıkageliyor. Korku dolu hareketler yapıyorlar, büyük şehirde yeni olduklarını belli ediyorlar. Hepsinin hizmetçilerin elleri gibi kırmızıya çalan tenleri var. Kuyu sularının ve alçak evlerin insanları. Sert ekmek ve şaraptan sertleşmiş ağızlarıyla. Üzerlerinde iç karartıcı bir hava var. Varoşlarda dükkanların kapalı olduğu ve radyo spikerlerinin hiç durmadan futbol maçından grotesk biçimde söz ettikleri pazar günleri gibi. Julian Green söylemişti sanırım, bu türden bir hüznü ancak Amerika’ya varıp da gördüğünde hissetmiştir.

    Anlıyorum. İç sıkıntımı silmiyor. Hayır!

    Yazmak ve yazmak. Bu hisleri yazınca neredeyse dehşet zevk alıyor gibiyim. Yeryüzünde başka bir yerde ya da başka biri olmayı istemezdim.
    1 Temmuz 1955
    ————————————–

    Türkçe: Ömer Naci Jr.

  • :Cristi Puiu: Aşikar olandan kaçmak

    :Cristi Puiu: Aşikar olandan kaçmak

    Romanya’nın hikayelerini değil, ahir zamanda herhangi bir ülkede yaşanan hikayeleri anlatıyorsun. Sakin, kendine güvenen bir sesle, acele etmeden anlatmayı seviyorsun. Mercekten suçluların, masumların, işçilerin, ara insanların, patronların, hastane hastane gezip ölecek bir acil servis arayanların anlatımında ilk bakışta alegorik, sonrasında hiç konuşmasalar da, çok konuşsalar da anlaşamayan insanların başlarından geçenleri izliyoruz. Sigara ve Kahve isimli kısa filmin, su götürmez bir göndermeyle Jim Jarmusch’un Kahve ve Sigara’sına nazire yapıyor. Bunu görmek için engin sinema bilgisi gerekmiyor. Fakat senin versiyonunda, masaya çökmüş iki ya da daha fazla müşterinin kendilerini zamandan, gerçekten, günlük hayattan koparıp, parodileşen bir görünümle keyiflerine keyif katan yıldızlar gözükmüyor. Senin versiyonunda masaya oturan ikiliden genç olan, iş kıyafeti olduğu anlaşılan takım elbisesiyle, karşısında endişeyle bakan babasına bakıyor. İkili ne sigara ne de kahve içiyorlar. Sanat hayatlarından, avangart diye tanımlanabilecek herhangi bir müzikal tavırdan, sıra dışılıktan tamamen uzak, öyle oturuyorlar ve iş konuşuyorlar. Konuşuyorlar ama birbirlerine ne fiziksel ne de ruhen dokunamıyorlar. Dokunmuyorlar. Anlıyoruz ki, bu masada kahve ya da sigara değil, derdi olan insanların haliyle su ve bira içiliyor, hali vakti yerinde denebilecek, ekmek peşindeki oğlan elmalı turta yiyor. Babanın boğazından geçmiyor, görüyoruz. İşini iki yıl önce kaybetmiş, oğlunun yardım etmesi umuduyla, işine yeniden kavuşabilmesi için oğlunun yardım etmesi umuduyla oturuyor. “Babanın söylemediği, oğlunda dile geliyor; ve oğulun, babanın açığa çıkmış sırrı olduğunu görüyorum çoğu kez.” Oğul, babanın istediği ile imkansızlığı, olasılığı mevcut olan ile ancak neyi sunabileceğini şiddetli şekilde, umursamazlığın, bıkkınlığın, isteksizliğin ve acımasızlığın sakinliğiyle, gerçeğin tüm soğukluğuyla söylüyor. İşin oluru var, fakat sadece kahve ve sigaranın sayesinde gerçekleşebilir. JJ versiyonunda yapaylığın ve sahici olmayan bir alt kültürün çift nesnesiyken, burada değişen siyasetin, tersine devrimin ve günlük liberalliğin geçer kuruna dönüşen kahve sigara, suni tüketimden hakiki yaşam öznesine dönüyor, baba ile oğulu aynı masada karşılıklı birbirinden sert şekilde ayıran, eskiyi ve yeniyi atıl ulaşılmaz noktalara itilmiş gösteren birer alegoriye dönüyor. Konuşamamazlık. Dokunamamazlık. Anlatamazlık. Olmazlık. Diyalog var, fakat diyalog, bu dünyada konuşmak ve birbirini anlamak değil.

    Biz yeterince üzgün değiliz diye böyle yapıyorsun.

    – Ömer Naci Jr.


    “Cassavates’e oldukça yakın hissediyorum. Filmleri beni eğitti. Sadece filmleri değil, kendisi de, söylemi de. Cassavates film yaptığınızda kendinize hiçbir şey bilmediğinizi söylemekle başlamalısınız der. Cassavates için film yapmak bir şeyi anlama çabasıdır. Araştırmadır. Ayrıca nefret ettiğim filmlerin de tanımını yapmıştır: Soruları sormak yerine onları cevaplayan filmler.

    Sinema laboratuardır. Sinema bilimdir. Bilim insanları da tıpkı film yapımcıları gibi çalışırlar. Film yapımcıları sinemayı bir araç gibi kullanırlar, bilim insanının araçları gibi. İnsan varlığına dair sorular sorarlar, insan doğasına ve dünyaya dair. Kamera antropolojik bir araçtır. Eğer değilse, ilgimi çekmiyor demektir.

    İnsanlar kendi gerçekliklerini inşa ederler. Yaşamları için hikayeler ortaya çıkarırlar. Bana bir hikaye – dehşet bir hikaye- anlatmış bir yazarla tanışmıştım. Savaş esiriydi. Gulag’da bulunmuştu sonra Romanya’dan kendi insanları tarafından kovulmuş ve Sibirya’ya geri gönderilmişti. Toplamda hapshanede yirmi yıl geçirmiş. Çılgın bir hikaye. Çok etkilenmiştim ve ona çok güzel olduğunu söyledim. Alınmış gözükmedi. İki ay sonra, bir dükkanda kitabını buldum ve anlattığı hikayeyi kelimesi kelimesine kitabında okudum. Belki de hikayesi böyle olmuştu, ama sanmıyorum. Tabii ki olaylar gerçekten yaşanmıştır. Ama detaylar kaybolmuştur. Kendi tarafından yaratılmış gerçeklikle tekrar yazılmıştır.

    Yazarın hikayesi neredeyse her film için geçerlidir. Hikayelerin anlatımında neden-sonuç ilişkisi vardır. Size olayarın nasıl geliştiğini anlatırlar ve neden gerçekleştiklerine sebep gösterirler.

    Gerçekçilik ile nereye dek gidebileceğinizi bilmiyorum. Kendime sürekli anlatıcı sinemadan uzaklaşmadan ‘aşikar’ olandan nasıl kaçabileceğini soruyorum.”


    Yurtseverlikle tanışma anıdır.

    [Ionesco’nun, “Temel problem şu: Tanrı varsa, edebiyatın ne anlamı var; Tanrı yoksa, edebiyatın ne anlamı var?” üzerine]

    “Kafka’nın Dava’sında, arazinin ortasında bir ağacın sayısız resmini yapan Titorelli adında bir ressam var. Yani ona katılıyorum, filmler yapmanın anlamı nedir? Ama bir şey yapmalısınız, film yapmak da hayatın içinde insanlara bir şeyler öğretmek, polis ya da doktor olmak gibi. Ionesco’nun yaptığı gibi, her şeyi tanrıya bağlayıp her insan eylemini sorguluyorsanız, o zaman her şey kayboluyor. Her şey anlamını yitiriyor, yani Ionesco’ya katılıyorum. Fakat o da aynı zamanda yazmıştı.

    Romanya’da benim bölgemde Almanya külttür. Komünizmin çöküşü sonrasında bir çok insan Romanya’yı terketti. İnsanlar çoğunlukla İspanya ya da İtalya’ya gittiler. çevremden otuz kişi ise kendileri için vaadedilmiş topraklara dönmüş Almanya’ya gittiler. Her yaz döndüklerinde Almanya üzerine ilahilerini dinlersiniz. Almanya’nın adının geçtiği her şeye gönülden bağlılar. BMW’lerin kapılarının kapanırken çıkardıkları sese göre hangi model olduğunu anladığını iddia eden bir eleman vardı. Yol kenarında çingenelerin bile “Anayurdum Almanya” diye şarkı söylediğini duyabilirdiniz. Delilikti.

    1984 yılında on yedi yaşındayken, o sıralar resim yapıyordum, arkadaşımın verdiği Buñuel’in Yokedici Melek’inden etkilenmiştim. Filme tepkim, hiçbir şey anlamadığımı görmek oldu. Sinemanın eğlence olmadığını fark etmiştim. En sevdiğim on filmi listeleyeyim derken iki yüz film yazmış oldum. Yine de ilk sıralarda şunlar var:

    1. La Maman et la Putain – Eustache
    2. Angst essen Seele auf – Fassbinder
    3. Ma nuit chez Maude – Rohmer
    4. Bande à part – Godard
    5. Mouchette – Bresson

    Yine de karışık mevzu. Mouchette deyince Bresson’un diğer filmlerine ihanet ediyormuşum gibi geliyor. Ozu için de aynısı geçerli. Bir hikayeyi hayal etmek ile gerçekliğin farkına varmanız arasında bir fark yok. Bu açıdan, gerçeklik yoktur. Sinemadaki gerçekçilik ise, Roland Barthes’in “effet de réel” diye adlandırdığı durum ile özetlenebilir. Detaylar meselesidir, gözlerinizin önünde olup bitene karışma hadisesidir.”


    STUFF AND DOUGH/MARFA ŞIBANII (2001)
    CIGARETTES AND COFFEE/UNCARTUŞ DE KENT ŞI UN PACHET DE CAFEA (2004)
    THE DEATH OF MR. LAZARESCU/MOARTEA DOMNULUI LAZARESCU (2005)
    AURORA (2010)
    THREE EXERCISES OF INTERPRETATION/TROIS EXERCISES D’INTERPRETATION (2012)

  • Mircea Cărtărescu ve tek kanatlı kelebekler

    Mircea Cărtărescu ve tek kanatlı kelebekler

    Joyce’ın Dublin’i, Borges’in Buenos Aires’i, Durrel’in İskenderiye’sine benzer, Cărtărescu’nun Bükreşi’i var mı.

    Son on beş yıldır Bükreş’, keşfetmedim, şehri yarattım. Orbitor’daki Bükreş tamamen inşadır. Benim Bükreş’imdir, bugün yaşamak için uygun bir yer değil artık, üç milyon insanla birlikte bir büyükşehir, çok fazla otomobil ve ağır bir kirlilik ve gürültü var. Acımasız kapitalizmin sembolü olmuş durumda, sanayi sermayedarlarının ve dev şirketlerin, nüfusun kalanını sömürmek için birbirinin üzerine çıktığı bir yer. Yaşamak için tehlikeli. Benim yazdığım Bükreş çok farklıydı. Çocukluğumun ve gençliğimin Bükreş’i. Tarafsız konuşursak, şehir o zaman çok daha güzeldi ama benim için çok daha fazla bir şeydi,  bir mucizeydi, nereye baksa harikalar gören bir oğlan için. Çocuk bir birarayagetiren, eline geçerse onunla kendi dünyasını kuruyor. Gördüğünüz gibi benim de Bükreş ile bir aşk/nefret ilişkim var: Orbitor’u yazmaya başladığımda aşk asıl güçtü. Son yıllarda şehirden git gide hoşlanmamaya başladım. Bugün Bükreş daha çok yıkıntılar için bir inşa alanı. Bükreş Bask dili gibi, ancak annenden öğrenebilirsin. Burayı anlamak ve hissetmek için burada doğman şart. Daha doğrusu onun tarafından doğurulman ve ona benzemen gerekir. Yoksa Bükreş çok fazla karışık gelecektir, örümcek ağı ya da labirent gibi. Tekinsiz ve tehlikeli olabilir. 19.yy Paris’i gibi Bükreş’in de bir yeraltı yaşamı vardır, gizemle doludur. Fakat Paris’ten farklı olarak, doğuludur, daha çok İstanbul ya da Kahire gibidir, Paris’in Brüksel ya da Viyana ile yakın olması gibi.

    Yazmaya sıradan ve gerçekçi bir şey ile başlıyorum, iyi bildiğim bir şey ile, sonra adım adım metnin aklı dümeni ele alıyor. Sıradaki sayfada ne yazacağımı asla bilemiyorum, bir planım yok, nereye gittiğimi bilmiyorum. Oldukça yavaş yazmanın avantajını kullanıyorum: Çünkü el ile yazıyorum, aynı anda düşünmek için oldukça zamanım oluyor. En önemlisi, her ayrı sayfanın kendi yapısı, hikayenin ya karakterlerin ya da ya da daha geniş yapının üzerinde önceliği ele alıyor. Elle yazmak, beyaz sayfa ile aranda yakın bir ilişki doğuruyor, neredeyse bir ayna işlevi görüyor. Yazma işi iyi gittiğinde, önümde nihai metni görür gibi olurum, sadece onu saklayan beyaz sayfayı silmem gerekir.

    “Geçmişi, eskilerden bahsederek tasvir edemezsiniz, kendinizle geçmiş arasında var olan o pustan bahsedebilirsiniz.” – Orbitor

    Sahip olduğumuz en eski hatıralar, iki, üç ya da dört yaşındakiler, düşlerle benzerlik gösteriyor. Binaları, manzarayı ve insanları hatırlayabiliriz, her zaman gerçek olmaları gerektiğine dair bir his vardır içimizde – yoksa onları böylesine detaylı göremezdik. Aynısı düşlerimiz için de geçerli. belirli rüyalarıma dair güçlü hatıralarım var, öfkeli ve rahatsız edici düşler. Düşleri, hatıraları ve gerçekliği; Möbius Şeridi gibi, birini diğerinden ayırt edemeyecek şekilde düşlüyorum. Tarihsel gerçeklerden uzak durup, hafızamdaki boşlukları fantezilerimle dolduruyorum.

    Kelebekler ve peygamberler

    Atalarım hem anne hem baba tarafında çiftçilerdi. The Left Wing (Orbitor’un ilk cildi) çoğunlukla Bulgaristan’daki atalarımla ilgili. Bulgaristan’da bir köyün tüm nüfusunun yaşadığı maceraları hayal ettim, donmuş haldeki Tuna Nehri’ni geçmeye zorlanmışlar, Romanya’ya sığınmışlar – köyün mezarlığında meleklerin ve şeytanların birbirine girdiği kıyametbilimsel bir savaşın da yer aldığı garip olaylar sağolsun. Üçüncü cilt ise babamın atalarına odaklanıyor. Hiç var olmamış Polonyalı bir prens yarattım, diyelim ki Romanya’ya yerleşmiş bir Yahudi kadınla aristokrat ilişkisi hakkında. Bu şekilde kendi kafamda kendimi de Polonyalı aristokratlardan gelmiş şekilde kurabildim. Metnin ana motifinde gelecek, insanlar için hiçbir şey, fakat geçmiş her şey demek. İnsanlığı kısmen kör diye niteliyorum. Geçmişi görebiliriz, geleceği değil. Simetri bize geleceği de geçmişi gördüğümüz gibi göreceğimizi sunuyor, tabii ki böyle değil. Kelebekler gibiyiz, ama tek kanadımız var – bu halde hafızamız içinde uçmak durumundayız. Geleceği de hatırlayabilecek olsaydık, peygamberlere dönerdik. Bir şekilde, peygamberler insani özellikler taşırlar, bildiğimiz kadarıyla, İlahiler hepimizin birer peygamber olacağımız, meleklerin dilini konuşacağımız bir dönemin geleceğini söylüyor. Kelebek, çünkü kelebek insanın durumunun dokunaklı bir durumunu yansıtıyor. Antik Yunan, Aklı kelebek kanatları olan bir kadın gibi tasvir etmişti İnsanlara “kelebekler” demişlerdi. Neden? Çünkü kelebek neticede dönüşüme uğrayan bir varlıktır. Larva şeklinde başlar, kendini kozaya kapatır ve neticede kanatlı bir yaratık olarak dirilir. Aynısı bizim için de geçerli: Başlangıçta, gezegende yıldızlı gökyüzünün altında sürünen larvalardık, sonra kendimizi kitledik – birleşme ve gerçek hayatı ele geçirme umuduyla. Bedenimizde en az üç organımız kelebek şeklinde. Omurgayı kesip açarsanız, ufak, gri, güzel kelebekler görürsünüz. Kafatasımızın tam altında kelebek şeklinde bir kemik var, böyle gider. Simetrinin ve ölümsüzlüğün bu sembolü her yerde görülebilir. Kelebek, Orbitor’un kesin simgesidir, bütünüyle temeldir, sadece yapısal anlamda değil- her sayfada ufak, kelebek şekilleri görebilirsiniz.

    Herhalde İsa ve Sokrates olmasaydı hiçbir şeyimiz olmazdı

    İncil, önemli bir kaynak, romanın zemininde mevcut. Ateist ve sapına kadar komünist bir ailede yetiştim – büyürken kızkardeşimle birlikte kilisenin kapısından adımımızı atmadık. İncil’i okumaya başladığımda otuz yaşımdaydım. İncil’in bütün o genetik soyağaçları, aile meseleleri ve mistik hezeyanlarla olduğu fikri vardı. Kısacası hiçbir fikrim yoktu. Roman gibi okumaya başladım. Roman ile ilgisinin olmadığına sonradan aydım. Yedi yıl her gün okudum. Hiçbir kitabın içine bu kadar girmedim. İşin aslı, Dante, Şekspir ve Dostoyevski gibi yazarların aramızda olmasının nedeni İncil’e dayanıyor sanırım. Bir de Yunanlılara. Herhalde İsa ve Sokrates olmasaydı hiçbir şeyimiz olmazdı. Bir şekilde Kabalacılar da bizim okuyup dünyayı anlamlandırma çabamızın aynısını uyguluyor – temelde, tefsir meselesi, Kabala, işi biraz daha ileri götürüyor. Kafka, uzun ve yorucu bir yolculuğu anlattığı bir metin yazmıştı. Bir noktada, önünde beliren upuzun bir duvar nedeniyle duruyordu. Duvarın kendi alnı olduğunu farkında, kendi düşüncelerinin sınırına gelmiş. Benim sanatçı ve entelektüel arzum, önümdeki duvarı yıkıp geçmek, kafatasımın önünün parçalamak. Kendi karanyumum tarafından engellendiğim gerçeğinden utanıyorum.

    Orbitor’daki yeraltı tünellerinin temelinde Ernesto Sabato’nun romanı Abaddón el Exterminado/Kahramanlar ve Mezarlar var. Yer altı ve tünellerle ilgili başka bir muhteşem kitap Thomas Pynchon’un V’si, zamanımızın en önemli romanlarından ve üstümdeki etkisi büyük. Yer altı dünyası neticede edebiyatta sık görülür, Dante’nin Inferno’suna kadar gideriz. Lovecraft’ın dünyasına, okumaya başladığım an yakınlık hissettim. Üzgün, yalnız bir adam neden olduğunu bilmediği halde, yeraltında devasa mağaraların içinde uyanıyor. Yeryüzünde çıkmak için yola koyuluyor ve sonunda dünyamıza bir giriş buluyor. Yakınlardaki bir kulübeden yardım isterken insanların ondan neden kaçtığını anlamıyor, neden sonra bir aynanın yanından geçerken farkına varıyor. Anlatıcının dehşeti. Hikaye beni oldukça etkilemişti.

    Orbitor’un üçüncü cildini yazarken öfkeliydim. Romanya’da devrim olduğunda otuz üç yaşındaydım. hayatımın ilk yarısını bir hapishanede geçirmiştim, komünist rejimde yaşananlara dair içimdeki büyük öfkeyle yazdım. ama en büyük öfkem, Romanya’daki devrimin etrafında örülen yalanlara dairdi. TV’lerden yayımlanan ilk devrimdi, birçok açıdan Batı dünyası tarafından yönetilmişti. Ekranlarda gördüğümüz devrim ile sokakta gördüğümüz arasında büyük fark vardı. Popüler isyan kisvesiyle bir darbe sahnelenmişti ve partinin yeni bir versiyonu iktidarı ele almıştı. Büyük bir yalandı, dev bir yalan, tecrübe ettiğim en büyük yalan. Aya inişin sahte olduğunu söyleyenler vardır, Amerikalılar her şeyi TV stüdyosunda kurgulamış falan filan. Bunun gerçek olduğu ortaya çıksa ve aslında Neil Armstrong aya hiç ayak basmamış olsa bile, devrimin yoldan çıkarılmasında hissettiğim kadar ihanete uğramış hissetmem. 1956 yılında Stalin’in ölümünden üç yıl sonra doğmuşum, otuz dört yaşımdayken Çavuşesku öldü, yarısında hapsedildiğim hayatımın intikamını aldım. Benden çalınmış olanı geri aldım, bu nedenle gerçekçi olmayı, güzel bir şey yaratmayı reddediyorum Tersine, Honoré Daumier’in karikatürde yaptığı gibi, insanın şeytanı yanını gösteren sanatçıların geleneğini izliyorum. Üçüncü cildin diğer kitapların dışında durduğunu söyleyenler var. Fakat benim aklıma göre üçüncü cilt, Kötülüğün Çiçekleri, diğer iki kitaptan yetişmiş kötü çiçekler. Ben de, çocukken, komünizme inandım, babam sürekli ondan bahsederdi. Fakat bir yanılgıda yaşadık. Çavuşesku ütopik komünizmin saygıdeğer her öğesini birer birer yok ettikçe, babam dehşet verici biçimde kayboldu, an be an, inandığı her şeyin yalan olduğunu gördü O nedenle üçlemenin en dehşet kısmı da babamın parti kitabını ateşe verip ağlamaya başladığı sahnedir, o noktadan sonra bir insan olarak mahvoldu ve devrim sonrasında da asla düzelmedi. Dört buçuk milyon nüfuslu Romanya’da komünizme inanan Allahın kulu kalmamıştı, Bükreş’teki tüm evlerin aynı anda kızıl kitabı yaktıklarını ve dumanların tüm şehri kapladığını hayal ettim. Hiroşima ya da Sodom ve Gomorra yok edildiğindeki kadar duman vardı.

    Möbius şeridi, geometrik olarak uzunca bir şeridin bir ucunu 180 derece bükerek diğer ucu ile birleştirilmesiyle elde edilen şerittir. İlk olarak 1861’de Johann Benedict Listing tarafından tanımlanmıştır. Dört yıl sonra August Ferdinand Möbius, yayınladığı bir çalışmasında tanımını vermiş, şeridin tek yüzlü olmasını yönlendirilememesiyle açıklamıştır. Normal bir şeridin iki yüzü varken Möbius şeridinin sadece bir yüzü vardır. Başka bir ifadeyle Möbius şeridinin üzerindeki bir noktadan hareket etmeye başlandığında bütün alan taranarak aynı noktaya geri dönülür.

  • Bizans’ta trompetler ve kornalar: Üfle gitsin İsraf/İL

    Bizans’ta trompetler ve kornalar: Üfle gitsin İsraf/İL

    Yarsel

    Werner Bachmann, Bizans çalgı aleti skalasını listelediği hacimli yapıtı Musikgeschichte in Bildern’i tamamladığını on yıllar önce açıkladı. Yapıtta üç yüzden fazla görsel ve çalgı aletlerinin detaylı bilgileri yer alıyordu. Buna göre, Doğu Roma’da bakır silindirlere nefes fırlatmak önemli bir eylemdi. Yani,

    Ü                                                                         ı
    f                                                            d
    l                                             r
    ü                            a
    y              l
    o r

    [su_row]
    [su_column size=”1/3″] . [/su_column]
    [su_column size=”1/3″]

    Bizans’ta trompetler ve kornalar: Üfle gitsin İsraf/İL 2

    [/su_column]

    [su_column size=”1/3″] . [/su_column]
    [/su_row]

    [su_row]
    [su_column size=”1/3″] . [/su_column]
    [su_column size=”1/3″]

    Roma ordusunda trompetlerini üfleyen askerler, salpinxin’lerini üfleyenler, askerlere alarm verip savaşa ayaklandırmayı amaçlıyordu ya da savaşanlara artık yeter diyorlardı, kamplarınıza dönün, savaş sırasında, gözünüz damlayan kan, ter ve kir ile neredeyse kapalı iken, seslerin anlamını ayırt edebilmeniz için, çok tiz ve çok pes farklı sesler yükseliyordu, farklı nefesler, farklı üflemeler, değişik tükürmeler, sizi oradan alıp buraya getiriyordu.

    YA DA

    [/su_column]
    [su_column size=”1/3″] . [/su_column]
    [/su_row]

    Bizans’ta bir sokak var; mese[1]’ye bakan bu sokağın adı Makros
Embolos, bu sokakta her iki tarafında sütunların dizildiği ufak bir yol var, bu yolda sütunların arasında dükkanlar var, bu sokağın, ufak yolun, sütunların ve dükkanların arasında kalabalık dolaşıyor, bu kalabalığın arasında ticaret yapanlar var, bu alışverişin içindekilerin bazen dikkati dağılıyor, bu sokakların arasında mese’nin ulaştırdığı ufak alanlarda toplananlardan bağırışlar geliyor, bu bağırışlar kimi zaman orada toplanmışların neşesini, türlü sosyal aktiviteyi, kimi zaman alanda asılanlara karşı tepkiyi duyuruyor, bu asılanlar arasında suçlular ve masumlar var, nefesleri tükendiğinde, boyunları kırıldığında hangi tarafta olduklarını kafaya takmalarına gerek kalmıyor, bu umursamazlık öncesinde asmanın, asılmanın ve izleyenlerin üzerinde etkiyi artırmak için üflenen çalgılar var, trompetler var, kornalar var, tubalar var, suyun silindirlerden kendi yolunu çizip ses olarak dışarıya çıktığı ilginç çalgılar var, Makros
Embolos’ya Bizans’ın emperyal haşmetini yansıtan semboller göze çarpıyor, bu semboller arasında çift başlı bir kartal var, bu kartal bugün Divan Yolu diye anılan mese’de o zaman ilerleyen kalabalığın arasında göze çarpıyordu, bu sembolü uzun bir sopayla taşıyanların her iki yanında sürekli üflüyorlardı, üflüyorlardı, var olduklarını, orada olduklarını bağırıyorlardı. Bu nağmelerden, nefeslerin çıkardığı patlak boru seslerinden Bizans’a ait musiki sembolleri yükseliyordu, bu semboller kartalın kafalarının üzerinden gökyüzüne yükseliyordu. Şöyle oluyordu (üflendiğini düşünün, duyun):

    Bizans’ta trompetler ve kornalar: Üfle gitsin İsraf/İL 1
    George Douros – Bizans’ta müzik sembolleri
    [1]Yaklaşık yirmi beş metre genişliğinde bu ana caddenin Dikilitaş’tan başlayıp Augusteon Meydanı’na çıktığını, Hagia Sophia’dan ilerleyip Hipodrom’a, oradan Forum’a çıktığını ve şehri tümüyle dolaştığını hayal edelim. Mese: Main Street, neden olmasın.