Blog

  • Can Can Heads: Finlandiya’dan neşeli kaos

    Can Can Heads: Finlandiya’dan neşeli kaos

    Finlandiya’dan , yirmi yıllık geçmişiyle avangard kavramının hakkını veren, Ramones ile caz arasında gezinen aksak ve kaotik bir müzik icra eden grup. 1993 yılından sonra yeni albüm çıkardılar. Böyle kırık kafaları sevdiğimizden, kısa bir muhabbet eyledik.

    Yanılıyorsam düzeltin, 1993 yılında bu zamana sadece iki albüm çıkardınız.

    Evet, bildiğimiz anlamda iki albüm ve bir sürü ufak başka kayıtlar. Herhalde saatlerce süren yayımlanmamış kayıtlarımız da var. Üçlü olarak başladık, daha sonra bir vokalist ve saksofoncu’yu da aramız katarak genişledik. Hiçbir zaman bir planımız ya da amacımız olmadı. Sadece çalıyoruz ve neler olacağına bakıyoruz.

    Grubun ismi bir kelime oyunu ama kafa almadı, olayı nedir?

    Finlandiya’da bizim grubun gitaristinin sanat okuluna gittiği Kankaanpää isimli bir kasabadan geliyor. Kan Kaan = Can Can + “pää”, Fince kafa anlamına geliyor. Biraz aptalca ama yine de biz seviyoruz.

    Cop Shoot Cop’tan John Zorn’a, The Ex’ten Swans’a benzer tonlarda “akıl dışı” ve kaotik bir bakış açısına yakın müziğe yakınsınız gibi hissettim. JG Ballard sizinle çalıyormuş gibisiniz. Başlangıç noktanız neydi, Fin müzik sahnesi o zaman nasıldı ve şu anda nasıl?

    “Akıl dışı”nı tam anlayamadım ama kulağa iyi geldi. JG Ballard referansı için ayrıca teşekkürler çünkü kendisi bizim için türünün ilk örneğidir. Başlangıç noktasında iyi mi olacak kötü mü olacak diye asla kafaya takmadan müzik yapmak vardı. Müziğe başladığımızda Fin müzik sahnesi bizi anlamadı, henüz anlamış da değiller.

    Modern zamanlarda plak şirketlerinin etiket saçmalığı sağolsun birçok grup “deneysel” diye adlandırılıyor ki bana kalırsa çoğu gayet mental sınırlar içinde müzik yapıyor. Sizin müziğiniz ise caz ve punk arasında gidip geliyor, bunun hakkında ne söyleyebilirsiniz? Doğaçlama mı, matematik mi?

    Tam anlamıyla emprovize müzisyenler değiliz ama biz de bazen kaosa dalalım diyoruz. Belki bizim müzik yapış tarzımız “anlık kompoziyon”a yakın olabilir, fakat böylesi bir stil için gereken çok daha sofistike yeteneklere sahip değiliz gibi. Matematik konusunda ise, matematikte berbatız.

    Müziğiniz belirli bir kitleye hitap ettiği için dinleyiciden “talep” ediyor ve bu yüzden çok kişinin ilgisini çekmeyeceği kesin, ki bize göre bu tam bir punk tavırdır. Nadir konserler, ana akım medyadan uzak durmak gibi bu tavra sahip benzer insanlar da burada var. Bu aralar neler dinliyor ve okuyorsun diye bitirelim, İstanbul’dan selamlar.

    Teşekkürler. Bu aralar: The Numbers Band, Talmud Beach, Glenn Branca, Califone, Moondog, BÖC, Slang, Disorder, Savage Republic and Sandy Bull dinliyorum. Mads Mikkelsen’den The Hunt’ı tekrar izledim ve hatırladığım gibi mükemmeldi. Uzun süredir okuduğum tek şey, Little Richard’ın hayat hikayesi.




    Can Can Heads 2

  • [Alan Moore] Lovecraft bildiğiniz gibi değildi

    [Alan Moore] Lovecraft bildiğiniz gibi değildi

    H.P. Lovecraft’ın yarattığı “Cthulhu Miti” üzerine kendisinden sonra yazan, kenarından dolaşan ya da doğrudan konuya giren sayısız yazar oldu. Pek sevdiğimiz Alan Moore, 1994 yılında The Courtyard ile Lovecraft’ın yarattığı mitosa katkı yapmıştı, arkasından, 2003 yılı olmalı, Neonomicon geldi. Aldığımız habere göre Alan Moore, on bölümden oluşacak Providence ile Lovecraft üzerine en ilginç yapıtlardan birini ortaya çıkarıyor. Moore, son yıllarda özellikle Lovecraft incelemelerine yoğunlaştığını ve yazar hakkında tekrarlanan klişeler ve birçok yanlış bilgilendirme dışına çıkmayı amaçladığın belirtiyor.


    Evde iki raf dolusu Lovecraft incelemesi kitabı olduğunu fark ettim. Lovecraft ve Felsefe, Lovecraft ve Batının Çöküşü gibi kitaplar. Eskiden edebiyat incelemelerine mesafeyle yaklaşırdım, okulu hayvan gibi erken bir yaşta bırakmış olmak, kendimi eğitmiş olmam gibi nedenlerle bu türden kitaplara uzak durdum. Hepsini değil, fakat bazı edebiyat incelemelerini okumak kafamı çok değiştirdi.

    [Alan Moore] Lovecraft bildiğiniz gibi değildi 2
    Alan Moore

    Michel Houellebecq’in Locevraft hakkındaki kitabını okumadım. Pek yeni bir şey söylemiyor sanırım, yine Lovecraft’ın mizantropluğunu işaret ediyor. Bunu Lovecraft’ın söylediklerinde zaten çıkarabilirsin. Kendisinin ömrü boyunca yüz binden fazla mektup yazdığı tahmin ediliyor, bu mektuplardan en az bir tanesinin yetmiş sayfa uzunlukta olduğunu biliyoruz: Dolayısıyla varoluştan nefret eden birinin, diyelim ki erken dönem bir varoluşçu Jean Paul Sartre gibi, Lovecraft’ın nefretini yansıtan bir sözünü bulmak zor olmaz. Fakat Lovecraft’ı daha geniş biçimde okuduğunuzda dostlarını sevdiğini görebilirsiniz, Providence’ı seviyordu, çevresindeki manzarayı seviyordu, soğuk bir adam değildi, yüksek ihtimalle sinir hastasıydı. Bazen pireyi deve yapardı muhtemelen, örneğin kendisini otuz yaşına gelinceye dek sakat diye nitelemişti. Oysa bir şeyi yoktu. Oldukça sağlıklı, iri, Providence’da insanları uzun yürüyüşlere götüren, kendisinden çok daha genç insanları nefes nefese bırakan biriyken, buna rağmen işe yaramaz ve dünyaya uyum sağlayamayan bir kişi olduğunu iddia ediyordu.

    Lovecraft’ın felsefesinden değil, felsefenin bakış açısından Lovecraft’a bakıldığında, son dönemde spekülatif gerçekçilik hakkında ne varsa inceliyorum. Lovecraft’ın “varoluşal yabancılaşma” yarattığının söylenmesi göz kamaştırıcı.

    Lovecraft’ın mevzusu yabancılaşma, ötekileştirme. Canavarları anlatım biçimi, Cthulhu’yu ilk tasvir ettiği dönemlerde Cthulhu’nun kesinlikle olmadığı dört şeyin listesini verir. Harika. Bu anlatım bir taktiktir, zayıflık değil. Charles Dexter Ward Olayı gibi hikayelerde, ki bu öykü Providence’da geçer ve Providence’ın tarihini çizer, konu Lovecraft’ın zamanında yüksek ihtimal “bölgecilik” diye nitelenebilirdi. Bugün bile bu terim geçerli diyebiliriz. Lovecraft, bu hikaye gibi yazdıklarında, yerel alanda kozmik alana eklemlenmeye çalışıyor. Çok sevdiği New England manzarasında yazmayı seviyordu, yaşadığı yerin görünümünü, her şeyini sevmişti. Bu açıdan bakıldığında son derece taşralı bir ruh hali vardı. New York’da kaldığı zamanı dehşet verici bulur mesela. Bunun yanında zamanının bilimsel gelişmelerini takip eder. O dönemki bilimsel gelişmelerin neticelerinin farkına varır, izafiyetin, kuantum fizikçilerinin çalışmalarının etkisinin ne olacağını, kısmen de olsa, anlıyordur. Kendi bakış açımızdan kendimize nasıl merkezsizleştirilmişiz gayet iyi anlamıştır, artık bir tür özel öneme sahip olduğumuza dair o evrensel görüş mevcut değildir. Göz alabildiğine uzanan boşlukta, hayal bile edilemeyecek genişlikte bir alana tamamen tesadüfen dağılmış yıldızlarda en ufak noktayız, nispeten önemsiz bir galaksinin uzak bir köşesinde, yüz binlerce yıldız arasından bir yıldızda Lovecradt’ın Nyarlathotep’leri ve Yog-Sothoth’larıyla bir olmaya çalışmasındaki neden bu yabancılaşmaydı.

    İnsanın evrenin merkezi olduğuna dair o düşüncenin yok olup gittiğini görmüştü. Yaratıklarının kötü görülmesini istemiyordu. İyi, kötü ya da nefret gibi kavramların geniş sonsuzluklarda bir anlamı olmayan insan üretimi kavramlar olduğunu söylüyordu. Fakat bir insan olarak çevresindeki dünyayı sevmişti. Çevresinde bir anlam ve bir sıcaklık bulmuştu. Bir entelektüel olarak çevresini saran her şeyin tesadüfi evrendeki devasa kaotik anlamsızlığın bir parçası olduğunu farkındaydı. Bana kalırsa hikayelerinde New England ortamlarında beliren korkuları açığa çıkarıp, kişisel olan, çok yakınında olan bildiğimiz insan dünyası ile uçsuz bucaksız, bildiğimiz kadarıyla insan olmayan kozmos arasında köprü kurmaya çalışıyordu.

  • Borges

    Borges

    Jorge Luis Borges, hediyeleri sevmezdi. Sürekli hasta bir çocuk. Henüz çocukken dahi, düzgün göremiyor, okuyamıyordu. Kaplanları seviyordu. hayvanat bahçesinde bir tane vardı. Kafesinin önünde dikilip, sessizce, hiç bıkmadan izliyordu.

    Kızkardeşiyle birlikte Palermo Hayvanat bahçesi'nde, 1908
    Kızkardeşiyle birlikte Palermo Hayvanat bahçesi’nde, 1908

    Kitapları seviyordu. Okula on bir yaşında başlamıştı. Kocaman gözlüğü, kravatı ve yeni gömleğiyle. Annesinin özenle seçtikleri.

    Borges 2

    Okul gazetesinde yayımlanan ilk öyküsü “Ormanın Kralı”, kara bir panteri öldüren bir kaplanı anlatıyordu. kaplan daha sonra, bir insan tarafından öldürülüyordu. 1914 yılında baba Borges, ailesini Avrupa’ya götürmeye karar verir. Zayıflayan, körlüğe giden gözlerini ameliyat ile kurtarabilmek, çocukları İngiltere’de bir okula verip, karısıyla evliliğini kurtarmak üzere kıtayı dolaşabilmek için. Borges ailesi aşağıdaki kadroyla gemiye biner.

    Borges 3

    Avrupa’da savaş nedeniyle okul planı suya düştü. Borges, latincede ilerledi. Schopenhauer’ı kendi dilinden okuyabilmek için kendi kendine almanca öğrendi. Baba Borges’in evliliğini kurtarma planı da suya düştü. Bunu yerine, fahişelerle temaslarını artırdı. Borges, gelecekte yazacağı biyografisinde, bu dönemde babası aracılığıyla bir kadınla ilk temasındaki “yapamamayı” anlatacaktır. Aile daha sonra Buenos Aires’e dönecektir. Borges, Concepcion Guerrero isimli bir kıza aşık olur. Gerisi başka bir hikayedir.

    Borges 4

  • [Unutulmasın diye] Ahmatova’nın dostlarının belleklerinde saklanan şiiri

    [Unutulmasın diye] Ahmatova’nın dostlarının belleklerinde saklanan şiiri

    Arkadaşlarının hafızasında devlet baskısından saklanan şiir, şairi ve bazı fedakarlıklar

    Yazın ile yaşamın arasındaki çizginin inceldiği anlar. Onlar olmasa yaşamın sürekliliğinin gereği ve anlamı yok düşüncesindeyiz. Unutulmasınlar Diye yazılarında, bu kez arkadaşlarının hafızasında devlet baskısından saklanan şiir, şairi ve bazı fedakarlıkların üzerinde yaşamlarımızı sürdürdüğümüzü hatırlama çabasını aktarıyoruz.

    Fütüristika, dijital yayıncılık konusunda çözüm sunan Narrative.com ile ortak çalışma yapıp, online dergiler için makale hazırlama formatları için fikir alış verişinde bulunuyor. Bu yazı, Futuristika.org bünyesinde bu şekilde hazırlanan ilk makale olma özelliğindedir.


    Sovyetler Birliği’nin en büyük kadın şairlerinden Anna Andreyevna Ahmatova (1889-1966) Requiem’i 1935-1940 yılları arasında yazdı. Dönemi için cesur bir protesto niteliği taşıyan Requiem’in Stalin döneminde yaşayan Rus aydınları için taşıdığı anlamı, ünlü çocuk kitabı yazarı ve edebiyat eleştirmeni olan Korney Çukovski’nin kızı Lidiya K. Çukovskaya, 1938-1966 yıllarını kapsayan “Anna Ahmatova’yla İlgili Notlar” adlı üç ciltlik yapıtında şöyle anlatıyor:

    “Zaman hem uçup gidiyor hem de aynı yerde duruyor. Requiem ise Leningrad, Anna Andreyevna’nın odası, kül tablası, koltuk, Nevski caddesi üzerinden ve Fontanka’dan geceleri eve dönüşlerim, küçük Lyuşa, Mitya’nın odasının kapılarındaki gri-kahve renkli mühürlerin izleri demek….”

    Otuzlu yılların Rusya’sına dair “dev bir anıt” olarak kabul edilen bu yapıtın yaşamını insan belleği kurtardı. Requiem 1938 yılından itibaren ilk kez yayımlandığı 1963’e kadar Ahmatova’nın güvendiği ve aralarında Çukovskaya’nın da bulunduğu yaklaşık on kişi tarafından hiçbir şekilde yazıya dökülmeden ezberlenerek korundu.

    Çukovskaya “Notlar”ın girişinde yapıtın ne koşullar altında yaratıldığını ve nasıl ezberlendiğini anlatıyor:

    “Anna Andreyevna beni ziyarete geldiğinde, Requieın’den dizeler okuyor, elbette fısıltıyla, oturduğu Havuzlu Ev’de (Fontannıy dom) ise fısıldamaya bile kalkışmıyordu, konuşmanın ortasında birdenbire susuyor ve gözleriyle bana tavanı ve duvarları işaret ederek eline bir parça kağıt ve kalem alıyordu; sonra yüksek sesle ‘çay alır mısınız?’ ya da ‘ne çok yanmışsınız!’ gibi sıradan şeyler söylüyor, ardından kağıt parçasını el yazısıyla dolduruyor, bana uzatıyordu. Şiirleri okuyor, ezberleyince de geri veriyordum. “Bu yıl sonbahar erken geldi” diyordu yüksek sesle Anna Andreyevna, kibriti çakıp kağıdı kül tablasında yakarken.”

    [Unutulmasın diye] Ahmatova'nın dostlarının belleklerinde saklanan şiiri 1
    Anna Ahmatova
    Ahmatova yapıtını yayıma hazırlama cesaretini ancak altmışlı yıllarda Hruşçov döneminde bulur gibi oluyor. Şair 1962 Mayıs ayında Çukovskaya’yla bir parkta buluşur ve Requiem’i okumasını ister:

    “O dinliyordu, ben ise defalarca kendi kendime tekrarladığım şiirleri yüksek sesle okuyordum. O baş örtüsünün düğümünü çözmüş, paltosunun önünü açmıştı. Ağaçlara ve arabalara dikkatle bakarken, sesime kulak kesilmişti. Susuyordu. Tamamını okumuştum. Şiirleri yazıp yazmayacağını sordum. ‘Bilmiyorum’, – diye karşılık verdi, bundan benim de henüz yazma hakkım olmadığı sonucunu çıkarmıştım. ‘Sizden başka ezberlemiş olan yedi kişi daha var.’

    Aynı yılın Ekim ayının sonunda üç kişi buluşur. “Epilog” bölümü daktiloda yazılır ve Ahmatova imzalar. Bu, oradakiler için unutulmaz bir andır, o güne kadar belleklerde saklı tutulan şiir ilk kez yazıya dökülmüştür.


    Çukovskaya: “Çay içmiş, ağırlanmış ve armağan verilmiş olarak ayrıldım oradan. Çantamda Requiem’in daktiloya çekilmiş Epilog‘u vardı…Artık belleğimde değil, çantamdaydı!”  diye heyecanla sevincini aktarır. Aralık ayında ise yapıt birkaç nüsha halinde ve baştan sona daktilo edilir. Çukovskaya bunu “olay” olarak nitelendirmektedir. Özgürlüğüne kavuşan şiirler, artık “insanların yüreğini kendileri yakacaklar”dır. Her şeye rağmen, Ahmatova’nın müthiş bir protesto olan şiirini yayımlaması durumunda neler olabileceği, kocaman bir sorun şeklinde dikilmektedir. Bu dönemde Ahmatova Requiem’i, bir yandan sansüre uğramadan yayımlayabilecek bir dergi aramaktadır, diğer yandan daktilolanmış nüshalar elden ele yayılmaktadır. 1963’te ise Ahmatova, Requiem’in Paris’te yayımlanması konusunda kararsız kalır. Çünkü şair yapıtın orada yayımlanması durumunda kendisinin takibe alınacağı, oğlu Lev’in ise bu kez öldürüleceğine inanmaktadır. Bununla birlikte Ahmatova aynı yılın 28 Aralık günü, Çukovskaya’ya Requiemi’in Münih baskısını gösterecektir: “Çantayı açtı, içinden bir kitap çıkardı ve bana uzattı. Bu küçük, beyaz bir kitaptı, çerçevesi siyahtı ve beyaz kapağına iri, okunaklı harflerle: ANNA AHMATOVA REQUIEM yazılmıştı. Ellerim buz kesti, kalbim ise dizlerimin üzerinden yere fırlayacakmış gibiydi. Requiem en sonunda yayımlanmıştı!”

    Şiir daha sonra 1964’te Roma’da göçmen Çekler tarafından kitapçık haline getirilmiştir. Requiem anayurdu Rusya’da, ancak şairin ölümünden yirmi yıl sonra, 1987’de “Oktyabr” ve “Neva” dergilerinde yayımlanabilir.

    Requiem’in yazıldığı yıllar, Sovyet Rusya’nın kültür politikasında önemli değişikliklerin dönemidir. Bu değişiklikler, aydın grubunun büyük kesiminin olduğu gibi Ahmatova’nın da yaşamını derinden ve olumusuz etkilemiştir. Sanat tarihi profesörü olan üçüncü eşi N.N.Punin ve Leningrad Üniversitesi’nin Tarih Bölümü öğrencisi olan oğlu ünlü tarihçi Lev N.Gumilyov, 22 Ekim 1935’te rejim karşıtı gösterilere katıldıkları gerekçesiyle tutuklanırlar. Daha sonra her ikisi de, Ahmatova’nın Stalin’e yazdığı rica mektubu üzerine hemen serbest bırakılırlar. Ahmatova 1960 yılında, yaşadığı bu olayı şu sözlerle anlatıyor: “1935’te Leva’yı ve Nikolay Nikolayeviç’i tutukladıklarında Seyfullina’ya gittim. Merkez Komitesi (Tsentralmy Komitet) İçişleri Halk Komiserliği’ne (Narodnıy Komissariat Vnutrennıh Del ya da NKVD) telefon etti, oradan ona, Stalin’e yazdığım mektubu, Kutafya kulesine bırakmamı ve Poskrebışev’in ileteceğini söylemişler. Mektubu götürdüm, Leva ve Nikolay Nikolayeviç aynı gün eve döndüler… Bu belki de İosif Vissarionoviç’in yaşamı boyunca yaptığı en iyi tek şeydi…Leva 1938’de tutuklandığında ise her şey boşa gitmişti.” Lev N.Gumilyov ikinci tutuklanışında Ahmatova’nın da belirttiği gibi serbest bırakılmamış, Sibirya’ya sürgüne gönderilmiştir. İşte Ahmatova Requiem’de eleştirmenlerin de vurguladığı gibi, bu tutuklamalarla sürgünlerin neden olduğu kendi aile trajedisini ve benzer olayları yaşayanların, özellikle Rus kadınlarının trajedisini anlatır. Şair bu gerçeği, yapıtının en başına koyduğu 1961 tarihli epigrafla dile getirir: “Hayır, ne yabancı bir gökyüzünün altındayım,/ Ne de yabancı kanatların koruması altında/ Ben talihsizlik sonucu halkımın bulunduğu/ Yerde halkımla birlikteydim o zamanlar”

    [Unutulmasın diye] Ahmatova'nın dostlarının belleklerinde saklanan şiiri 3

    Requiem, Ahmatova tarafından başlangıçta şiir olarak tasarlanmış değildir. Hatta şair kendisi, her bir bölümü ayrı şiir dizisi olarak adlandırmıştır. Trajedinin hakim olduğu yapıt, düz yazı biçimindeki “Önsöz Yerine”yle birlikte yedi bölümdür. Farklı yıllarda yazılan şiirler kronolojik bir düzen izlemez. Düzeni içerik belirler, yapıtta yer alan başlıklar şunlardır:

    “Önsöz Yerine” (Vmesto predisloviya, 1 Nisan1957), “İthaf (Posivyaşçenie, Mart 1940), “Giriş” (Vstuplenie, 1935, 1938, 1939), “Hüküm” (Prigovor, 1939), “Ölüme” (K smerti, 19 Ağustos 1939, 4 Mayıs 1940), “Çarmıha Gerilme” (Raspyatie, 1938, 1940), “Epilog” (10 Mart 1940). “Önsöz Yerine” başlıklı bölümde, Ahmatova şiirin yazılış nedenini anlatmaktadır. En yeni ve en son yazılan bölümü olmasına rağmen “Önsöz Yerine”, yapıtın hem bireysel düzeydeki duyguları hem de haksız tutuklama ve cezalara boyun eğmek zorunda kalan geniş bir kitlenin duygularını yansıttığını ortaya koymaktadır: “Yejov’lu korkunç yıllarda Leningrad’taki hapishane kuyruklarında on yedi ayımı geçirdim. Bir gün birisi beni ‘tanıdı’. O zaman elbette adımı yaşamında hiç duymamış, arkamda duran dudakları morarmış bir kadın, hepimize özgü o donukluktan sıyrıldı ve kulağıma (oradayken herkes fısıltıyla konuşurdu): “Tüm bunları yazabilir misiniz?” diye sordu. Ve ben de: “Yazabilirim,” dedim. İşte o anda bir zamanlar var olan, gülümseme gibi bir şey geçti yüzünden.”

    Yapıtın yazıldığı yıllarda, rejim karşıtı ya da halk düşmanı sayılan aydınların evine sıkça baskınlar yapıldığı ve bu baskınlar sırasında ele geçen sözde kanıtlar üzerine bu kişilerin tutuklandığı biliniyor. Bu arama ve tutuklama süreci, “Giriş” bölümünün ilk kısmında yer bulur.

    Yapıtın kahramanı bir yandan gerçek, belki de o dönemde her gün yaşandığı için olağan, ancak bir o kadar da inanılması güç bir sahne betimler. Burada, bir ailenin başkaları tarafından keyfi biçimde parçalanışı söz konusudur: “Şafakta alıp götürdüler seni/ cenazede gibi yürüyordum arkandan/ Çocuklar ise karanlık odada ağlıyorlardı.” Otuzlu yıllarda Sovyet Rusya’da sıkça yaşanan bu sahnenin, biyografik bir özelliği de vardır. Ahmatova burada aynı zamanda eşi Punin’in 1935’teki tutuklanışını betimlemektedir. Dizelerin devamında poemin kahramanı, tutuklanan kişinin durumunu anlatmaktadır. Sözde suçlunun dudakları bir ikonunki kadar soğuktur, alnında ise ecel teri vardır. “Ecel teri” gerçekten korkunç bir ifade biçimidir, çünkü tutuklanan pek çok kişi evine dönememiştir. Yapıt boyunca şair, bu geri dönülmezlik ya da dönülüp dönülmeyeceği konusundaki belirsizlik duygusunu okuyucuya duyumsatmaktadır. Kahraman tutuklanmadan sonra tutuklunun, hapishanedeki durumundan söz eder. Hapishane yapıtın “İthaf başlıklı ilk bölümünde betimlenmektedir: “Ama hapishane kilitleri sımsıkı/ Arkalarmdaysa ‘kürek mahkumlarının inleri’/ Ve ölümcül hüzün var.”Sımsıkı kapalı kilitlerin ardında kimsenin aşamayacağı kocaman bir duvar daha vardır, bu çoğunluğu haksız yere tutuklanmış, geleceğinin ne olacağını bilmeyen kişilerin hüznünden başka bir şey değildir. Bu hüznü derinleştiren, umutsuzluğa dönüştüren bir başka öge ise hapishanede mahkumlarla uğraşan “askerler” ve onların “ağır adımları” dır.

    [Unutulmasın diye] Ahmatova'nın dostlarının belleklerinde saklanan şiiri 4
    Ahmatova, ilk kocası Nikolay Gumilev ve oğlu Lev, 1916.
    Yapıtın kahramanı dışarıdan bakan bir kişi, ziyaretçi konumunda bulunduğu için içeride neler olup bittiğini tam bilememektedir, merak içindedir ve mahkum oğluna seslenir: “Neler olup bittiğini anlamıyorum/ Hapishanede nasılsın oğlum. ” Ahmatova 1935’te yazdığı “Giriş” bölümünde sürgüne gitme sürecini betimler. Şairin bu bölümde yarattığı imajlar canlı, güçlü ve dokunaklıdır: “Lokomotiflerin düdükleri/ Ayrılığın kısa şarkısını söylüyordu/ Ölüm yıldızları üzerimizde duruyorlardı/ Ve masum Rus kıvranıyordu/ Kanlı çizmelerin altında/ Ve altında kara araba tekerleklerinin. ”

    “Ayrılığın kısa şarkısı”, sürgüne gidenlerle geride kalanların vedalaştıklan anı simgelemektedir. Kahraman bu sözlerle, aynı zamanda sürgünün dönüşsüzlüğünü de anımsatmaktadır. Burada artık oğul ya da yakın bir kişi değil tüm Rusya yer almaktadır. Felaketi yaşayan tüm Rusya’dır. Ahmatova yapıtın bu dizelerinde, rejimi açıkça eleştirmektedir. “Ölüm yıldızları” ve “kanlı çizmeler”le sağlanan metonimi arama, tutuklama ve sürgün kararını veren Stalin’le Kremlin yetkililerinin yerine kullanılmaktadır. Şiirde geçen kara arabalar Stalin döneminin siyasi simgesi olmuş bir duruma göndermedir, özellikle bu arabalarda mahkumlar taşınmaktadır.

    Kahraman, sürgüne mahkum edilen kişinin çaresizliğini “Çarmıha Gerilme” bölümünde dile getirmektedir. İncil’den alıntılanmış bölümde, otobiyografik izler taşıyan dizeler vardır: “Babasına dedi ki: ‘Beni niye bıraktın?’/ Annesine ise: ‘Ah Mene ağlama’ “Burada babasına seslenen oğul, Ahmatova’nın oğlunun yerini tutmaktadır. Nikolay Gumilyov 1921 yılında kurşuna dizilmiştir. Şair böyle ilk eşinin de öldürüldüğünü fısıldar. Ayrıca babadan gelebilecek bir yardım olasılığının ortadan kalkmış olması, mahkum oğlun çaresizliğini ortaya koymaktadır. Yalnız kalmış anneye söylenebilecek tek teselli sözcüğü ise “ağlama”dır. Baba sözcüğü hıristiyanlıkta, bilindiği gibi, Tanrı anlamına da gelir. Şair, okura mahkumların ve onların yakınlarının, Tanrı tarafından neredeyse terk edilmiş oldukları duygusuna kapıldıkları düşüncesini vermektedir.

    Bu şiirde şair somut bir anıt yerine, sözcüklerden oluşan ve asla unutulmayacak, halk arasında dilden dile dolaşacak bir anıtı da yer bulur. Puşkin’in çarlık düzenine karşı ayaklanan Dekabristleri (Aralık isyancıları) andığı ve özgürlükten söz ettiği dizeler, içerik açısından Requiem’le örtüşmektedir: “Acımasız yüzyılımda özgürlüğü övdüm/ Ve ölenlere karşı merhamet uyandırdım”Ahmatova da yapıtında rejimin aydınlar üzerindeki baskısına karşı çıkanların yaşadıklarını aktarır. Requiem’in yazıldığı yıllar, tıpkı Puşkin’in yüzyılındaki gibi aydınlar açısından acımasız geçen bir dönemdir. Reguiem’in mahkumlarıyla, Puşkin’in “ölenler” sözcüğüyle andığı Dekabristlerin kaderi benzemektedir. İki şairin sanatsal kaderleri birbirlerine benzer. Çünkü Puşkin’in pek çok şiiri gibi Ahmatova’nın da pek çok yapıtı Stalin döneminde yayımlanmamıştır.

    [Unutulmasın diye] Ahmatova'nın dostlarının belleklerinde saklanan şiiri 5

     

  • [Andrey Tarkovski] –  Zamanda Yolculuk ve Başka Konuşmalar

    [Andrey Tarkovski] – Zamanda Yolculuk ve Başka Konuşmalar


    Neden özellikle Rublev?

    Çünkü , Rublev bir dahi. Başka bir deyişle, dünyayı acı verici bir keskinlikle gören, karşılaştığı her şeye, başka insanların çok fazla görüp, çok fazla alışıp artık hiç fark etmeden yanından kayıtsızca geçtiği şeylere olağanüstü duyarlılıkla tepki veren biri. Bir de, bir sanatçı her zaman toplumunun vicdanı olduğu için, Rublev’e yö­neldik. Ama bu, cevabın yalnızca yarısı. Rublev karakteri bizi çekti, hakkında kesin olarak bilinen o kadar az şey var ki. Bu da şu an­lama geliyor; karakteri yaratma sürecinde Andrey’in kişiliğini ku­rarken, hakkındaki bir biyografiye ya da yerleşik önyargılara da­yanmaksızın mutlak bir özgürlük içinde hareket ettik.

    Dolayısıyla, tarih kendi başına sizi o kadar da ilgilendirmiyor. Yani Rublev hakkındaki bu film, zamanımızın fikirlerinin yedirildi­ği bir film, öyle mi?

    Bence, tarih kendi başına sanatın konusu olamaz. Tarihi üs­lübu, tarzı yansıtmanın, bugünden kaçışa dönüştüğü filmleri an­layamıyorum. Tabii ki mesele doğrudan göndermeler yapmak, çağrışımlar kurmak meselesi değil. Her tür otorite iması ve oto­riteye karşı örtülü bir meydan okuma, bir filmi ne çağdaş ne de sağlam kılar. Fazla sıradan bir iş bu. Bana öyle görünüyor ki, tarihsel malzemeyi kendi fikirlerinizi ifade etmenin, çağdaş karak­terler yaratmanın bir bahanesi olarak kullanmak daha önemli.

    Öncelikle bilimsel bakışla, tarihyazımı açısından ya da sanat ta­rihinin perspektifiyle yargılanacak olmamız çok üzücü olurdu doğrusu. Sanatı bu şekilde ele alan bir bakış açısı, ister gerçek Romalıları, ister gerçek Sezar’ı, ister efsanevi Hamlet’i yazarken olsun, her zaman kendi çağının meselelerine sadık kalan Shakes­peare’i bile öldürebilir.

    [Andrey Tarkovski] - Tempo Di Viaggio / Zamanda Yolculuk 2

    Asıl ifade etmek istediğim şey, bir insanın her şeyi tüketen bir fikir, onu tutku noktasına sürükleyen bir fikir adına yanması.

    Peki, bu kadar sevdiğiniz Andrey Rublev nasıl biriymiş, neden biz izleyicilerin de onu sevmesi gerekiyor?

    Hayata umutsuzluğun hakim olduğu, insanların yabancı bo­yunduruğu altında ezildiği, adaletsizlik ve yoksulluktan kıvrandı­ğı bir dönemde Rublev, sanatında geleceğe dair bir umut, bir inanç ifade etmiş. Yüksek bir ahlaki very best yaratmış. O dönemde ikonalar, kural olarak, azizlerin genel kabul gören temsillerinden ibaret kült nesnelermiş, başka bir şey değil. Ama Andrey farklıy­mış. Dünyanın her şeyi kucaklayan uyumunu, ruhun sükunetini ifade etmeye çalışmış. Bu soylu huzuru, ebediliği ve ruhun uyu­munu arama fikri, bütün hayatını adadığı bu fikir, onun her zaman önemini koruyacak başyapıtlar yaratmasını mümkün kılmış. Filmde onu ıstırapla arındırmaya, önceden reddetmesine rağ­males tutkuda neşe bulmaya yönelttik. Filmimde asıl ifade etmek istediğim şey, bir insanın her şeyi tüketen bir fikir, onu tutku noktasına sürükleyen bir fikir adına yanması.

    Tarihsel doğruluk ve yanlışlıktan bahsetme konusunda tered­dütlerim var. Filme hazırlanırken, önümüze yığdığımız dağ gibi bir belge yığınını inceledik, tarihsel gerçekliğe olabildiğince yak­laşmaya çalıştık. Ne yaptığımızı gören, bakış açımızı hiç çekince­siz kabul eden birçok danışmanımız da oldu. Fakat bu konuda neler düşündüğümü measurement şöyle daha kesin anlatabilirim: Mesele tarihsel doğruluk meselesi değil, filmi çekerken vurgu­muzu, niyetlerimiz doğrultusunda kaydırdık, bununla ilgili bir mesele. Amacımız, o dönem yaşanmış bütün olayları en ince ay­rıntısına dek göstermek değildi. Amacımız, yaşadığı o korkunç yıllar boyunca Rublev’in izlediği yolun izini sürmek, kendi döne­mini nasıl aştığını göstermekti. Bu yüzden de olayları bir şekilde sıkıştırmayı tercih ettik. Yaptığımız vurgu, Rublev’in aşmak zo­runda olduğu, esasen ahlaki güçlükleri belirtmek açısından önemliydi. Bu vurgu olmasaydı, filmin sonundaki o zafer duygu­su olmazdı -ki filmin varoluş sebebi de aslında o duyguydu.

    Başka bir nokta daha var. Engels harika bir fikir ortaya atmış­tı; bir sanat eserinin düzeyi, ifade ettiği fikir ne kadar derinlere gömülmüşse, ne kadar iyi saklanmışsa o kadar iyidir, demişti. Bi­zim tutmayı seçtiğimiz yol da bu oldu. Fikrimizi atmosferde, ka­rakterlerde, farklı karakterler arasındaki çatışmalarda boğmayı tercih ettik. Belki de bu yüzden bizim örneğimizde saf, doğrudan Tarih, arka plana atılmamakla birlikte, zamanın havası içinde eri­yebildi. Bu, tarihsel malzemeye yaklaşmanın olağan dışı bir yolu olabilir, bazılarının tarihsel yanlışlıklardan bahsetmesine yol açan şey de budur. Yanlış anlamanın kökleri buraya uzanıyor inancındayım.

    Filminizde gökyüzünün olmaması kasti bir se­çim mi? Gökyüzünü hiç görmüyoruz, yalnızca toprağı görüyoruz. Bir rüzgar bile esmiyor…

    Bu tümüyle bilinçsizce meydana gelmiş bir durum. Benim her zaman ve her şeyden çok ilgimi çeken şey kesinlikle toprak ol­muştur. Topraktan çıkan ya da toprak üzerinde yetişen her şeyin serpilip büyüme süreci beni büyülüyor, ağaçlar, çimenler… göğe doğru yükselen her şey. lşte bu yüzden filmimizde, gökyüzü high­raktan doğan, toprak üzerinde yetişen her şeyin yükseldiği bir boşluk olarak görünüyor. Bana göre, gökyüzünün kendi içinde ve kendi başına sembolik bir anlamı yoktur. Bana göre, gökyüzü boş­ tur. Ben yalnızca gökyüzünün toprak üzerindeki, nehir üzerinde­ki, gölcükler üzerindeki yansımalarıyla ilgileniyorum, yalnızca bunları önemsiyorum. llk sahnede adam uçtuğunda, yalnızca high­rak üzerindeki yansımasını görüyoruz, prensip gereği bulduğumuz çözüm bu oldu. Önemli olan tek şey uçan adamın toprakla
    ilişkisiydi, onunla gökyüzü arasında bir ilişki yoktu. Bence yönet­mek, biraz da olayların serpilip gelişmesini sağlamak demek, hani belgesellerde görürüz ya, bitkiler topraktan çıkıp serpilir, gözle görülür biçimde boy atar, onun gibi tıpkı; bu tür görüntüleri saat­lerce seyredebilirim ben. Mizansende de aynı durum geçerli işte …
    Genel olarak toprağı seviyorum. Çamur görmem ben, yalnız­ca suyla karışık toprak görürüm, her şeyin doğduğu çamuru. Toprağı seviyorum, toprağını seviyorum.

    [Andrey Tarkovski] - Tempo Di Viaggio / Zamanda Yolculuk 1

    Neden bilim-kurguya, sizin için bu kadar yeni olan bir türe yöneldiniz?

    Yönelttiğiniz sorular anladığım kadarıyla bir yandan film yapı­mıyla, öte yandan izleyiciyle bağlantılı. Ama öncelikle, neden Lem’in romanı Solaris’i uyarlamaya karar verdiğimi açıklamak is­tiyorum. Ilk iki filmim iyi de kötü de olsa, nihai tahlilde aynı şey­ le ilgiliydi. Ahlaki bir borca olan sadakatin uç noktadaki tezahü­rüyle, bunun için verilen mücadeleyle, buna duyulan inançla, hatta bütün bunların bir kişilik krizi noktasına varmasıyla ilgiliydi ikisi de. Inanç kuşanmış bir birey, kişisel bir kader duygusuna sahip bir birey, hiç kırılmamış bir insan ruhunun felaket anlamı­na geldiğini düşünen bir birey hakkındaydı. Her şeye rağmen son noktaya kadar giden bir kahramana ilgi duyuyorum. Çünkü ancak böyle bir insan zafer kazandığını iddia edebilir. Filmlerimin dramatik biçimi, insan ruhunun mücadele­sini ve büyüklüğünü ifade etme arzumun bir göstergesi. Bu kav­ramı daha önceki filmlerirole kolayca ilişkilendirebileceğinizi dü­şünüyorum. Ivan da Andrey de kendi güvenliklerini tehlikeye atan her şeyi yaptılar. İlki fiziksel olarak, ikincisi ruhani anlam­da. İkisi de very best, ahlaki bir hayat tarzı arayışı içindeydi. Solaris’e gelince; romanı beyazperdeye uyarlama kararı türe duyduğum bir yakınlıktan kaynaklanmıyor pek. Asıl mesele, So­laris’te Lem’in bana yakın gelen bir meseleyi ortaya koyuyor ol­ması: Insanın kendi kaderinin sınırları içinde verdiği mücadele yolunda engelleri aşması, bu yoldaki inançları meselesi, ahlaki dönüşümü. Lem’in romaninın derinliği ve anlamı pek o kadar bilim-kurgu türünden kaynaklanmıyor, Solaris’i yalnızca türü yüzünden takdir etmek de yeterli değil. Solaris yalnızca insan zihninin bilinmeyenle karşılaşmasını değil, bir insanın bilimsel bilgide yeni keşiflerle ilgili olarak ger­çekleştirdiği ahlaki sıçramayı da anlatan bir roman. Bu yolda en­gellerin aşılması, yeni bir ahiakın acılı biçimde doğmasını da be­raberinde getiriyor. Solaris’te Kelvin’in ödediği ‘ilerlemenin bedeli’ bu. Kelvin’in ödediği bedel kendi vicdanının cisimleşmesiyle yüz yüze kalmaktır. Ama Kelvin ahlaki konumuna ihanet etmez. Çünkü bu durumda ihanet etmek ilk düzeyde kalmak, daha yük­sek bir ahlaki düzeye çıkma girişiminde bile bulunmamak anlamına gelir. Kelvin ileriye doğru attığı bu adım için trajik bir be­del öder. Bilim-kurgu türü, ahlaki sorunlarla insan zihninin fizyolojisi arasındaki bu bağlantı için gerekli zemini hazırlıyor.

    Solaris’i uyarlamanın karmaşıklığı, genel olarak film uyarla­malarıyla ilgili bir mesele; bilim-kurgu uyarlamalarıyla ikincil olarak ilgili. Halihazırda yürüttüğüm çalışmanın temel iki mese­lesi bunlar. tık mesele, genel olarak bir edebiyat eserinin ilkele­riyle ilgili. Nesirler özel bir niteliğe sahiptir, imge dağarcıkları okurun duyusal deneyimine dayanır. Dolayısıyla, şu ya da bu sahne ne kadar ayrıntılı gelişirse gelişsin, okur kendi deneyimi ölçüsünde, kendi deneyiminin,. karakterinin, eğiliminin ve zevk­lerinin onu görmeye hazırladığı şeyi görür. Nesirdeki en ayrıntılı betimlemeler bile bir şekilde yazarın kontrolünden çıkacaktır, okur bunları öznel olarak algılayacaktır.

    [Andrey Tarkovski] - Tempo Di Viaggio / Zamanda Yolculuk 2

    Düz anlamıyla, yüzeysel anlamda Savaş ve Barış’ı binlerce ki­şi okumuş, kafasında canlandırmıştır; bu da yazarla okurun de­neyimleri arasındaki farklılığın bir sonucu olarak binlerce farklı Savaş ve Barış ortaya çıkarır. Burada en önemli yön, edebiyatın özel olanla ilgisi ve aynı anda birçok yerde mevcut olabilmesidir; isterseniz, edebiyatın demokratikliği de diyebilirsiniz buna. Ya­zar sunulan, özlü betimlemeden daha fazlasını, daha açıkça gö­rebilmek için bilinçsizce hayali bir okura dayanır. Okur öznel, estetik süzgecinden geçirip eleyerek en acımasız, doğalcı ayrın­tıları bile algılayabilir. Nesre özgü betimlemelerin okuru etkile­me özelliğine ben ‘estetik uyarlama’ diyorum. ‘Estetik uyarlama’ en başta algıyı yönlendirir ve nesir yazarı da bu Truva atının içinde okurun ruhuna girer. Edebiyatta böyle. Peki, ya sinema da? Sinemada izleyicinin bu seçim özgürlüğü nerededir? Her çerçeve, her sahne, her bölüm ey­lemleri, manzaraları, karakterlerin yüzlerini dışarıdan betimlemez de kelimenin tam anlamıyla kaydeder. İşte burada da izleyici tara­fından kabul görmemek gibi korkutucu bir tehlike söz konusudur. Çünkü filmde, somut olan hiç de muğlak olmayan bir biçimde se­çilir, izleyicinin kişisel, duyusal deneyimi de buna isyan eder. Bazıları izleyiciye egzotik ve sıradışı gelen şeylerin gerçek bir kaynağı olduğu için sinemanın çekici olduğunu savunabilir. Bu pek doğru değildir. Aslında tam tersi söz konusudur. Sinema -edebiyatın tersine- yönetmenin deneyimini film üzerinde yaka­lamasıyla şekillenir. Bu kişisel deneyim gerçekten samimiyetle ifade edilirse, bu durumda izleyici filmi benimser. Kendi deneyimlerimle anladım ki, bir filmdeki imgelerin dış­sal, duygusal inşası yönetmenin hafızasına, onun kişisel deneyi­mi ile filmin dokusu arasındaki akrabalığa dayanırsa, o zaman film onu görenleri etkileme gücüne sahip olacaktır. Yönetmen yalnızca filmin yüzeysel, edebi temelini, örneğin senaryoyu izle­yecek olursa, bunu en ikna edici, en gerçekçi, en insaflı biçimde yapsa bile izleyici etkilenmeyecektir. Dolayısıyla ve daha önce söylediğim gibi, edebiyatta olduğu gibi izleyiciyi kendi deneyimiyle etkileme becerisinden nesnel olarak yoksunsanız, prensipte buna ulaşamıyorsanız, o zaman sinemada kendi deneyiminizi samimiyetle anlatmanız gerekir. Yarı okur-yazar insanların bile film yapmayı öğrendiği şu günlerde, sinemanın hala bir sanat olmasının sebebi işte budur; as­lında yalnızca çok az sayıda yönetmen sinemada ustalaşmıştır, onlar da bir elin parmaklarıyla sayılır. Bir edebiyat eserini bir film çerçevesinin kalıbına dökmek, o eserin sizdeki versiyonu­nu ortaya koymak, o eseri kendi süzgecinizden geçirmek de­mektir.

    İlk anınız nedir?

    Hatırladığım ilk şey, bir buçuk yaşıma ait. Evi hatırlıyorum, açık terası, terasa çıkan merdivenleri, beş-altı basamak vardı yal­nızca, parmaklıkları. Evin köşesiyle merdivenlerin arasında deva­sa bir leylak ağacı vardı. Serin, kumlu bir yerdi. Bahçe kapısından leylaklara doğru alüminyum bir çember atıyordum. Bir an gökyü­zünden tuhaf bir ses geldiğini duydum. Öleceğim korkusuyla pa­niğe kapıldım, leylaklann arkasına saklandım. Gökyüzüne bak­tım, ses oradan geliyordu. Daha da yoğunlaşan korkutucu bir ses. Dalların arasından bakarken, birden bir uçak geçtiğini gördüm. Sene 1933. Bir kuş olabileceği aklıma bile gelmemişti, çok kor­kunç bir şey diye düşünmüştüm.

    Annenizle babanızın arası nasıldı?

    Bunu anlatmak zor. Babam evi terk ettiğinde ben daha üç ya­şındaydım. Sonraları onu gördük, ama nadiren. İki izlenim kaldı bende. İlki şu: Moskova’nın eski semtlerinden birinde, küçük, iki odalı bir dairede yaşıyorduk. Babam bildiğiniz gibi şairdir; bazen bütün gece oturup yazardı. Daktilo kullanırdı. Her gece anneme bir mısra okuyup, “Maruşka, söyle bakalım, şöyle mi daha iyi, yoksa böyle mi?” diye sorduğunu duyardım. Genellikle de anne­min önerilerini kabul ederdi. İkinci hatıramsa, biraz daha büyük olduğum yıllara ait; oku­la başlamıştım. Babam bir gece çok geç saatlerde eve geldi. Kız kardeşim ve ben çoktan uykuya dalmıştık, babam mutfakta annemle kavga etmeye başladı. Benim öbür eve gidip onunla bir­likte yaşamamı istiyordu. Annemse buna karşı çıkıyordu. O ge­ce tekrar uyuyamadım, çünkü ertesi gün kiminle yaşamak iste­diğimi bana sorariarsa ne diyeceğimi sorup durdum kendime. Görmediğimde onu özlesem bile, gidip babamla yaşayamayaca­ğımı anladım.

    Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Ölümden hiç korkmuyorum, gerçekten hiç korkmuyorum. Ölüm beni korkutmuyor. Beni korkutan şey, fiziksel acı. Bazen ölümün şaşırtıcı bir özgürlük duygusu verebileceğini düşü­nüyorum. Hayattayken genel­likle imkansız olan bir özgür­lük. Bu yüzden de ölümden korkmuyorum. Çok üzücü olan şey, sevdiğiniz birinin öl­mesi.
    Açıkçası sevdiğimiz birini kaybetmenin yasını tutarken, onlara karşı işlediğimiz bütün günahlar için bir daha af dile­me imkanımız olmayacağını anladığımız için yas tutuyo­ruz. Mezarlarının başında, on­lar için kötü olduğunu hissettiğimiz için değil, kendi adımıza kötü duygular hissettiğimiz için yas tutuyoruz. Çünkü artık affedilemeyeceğiz.

    İnsan öldüğünde her şeyin bittiğine mi, yoksa başka tür bir haya­tın devam ettiğine mi inanıyorsunuz?

    Hayatın yalnızca başlangıç olduğu kanısındayım. Bunu kanıtlayamayacağımı biliyorum, ama içgüdüsel olarak ölümsüz oldu­ğumuzu biliyoruz. Bunu açıklamam çok zor, çünkü çok karma­şık. Yalnızca, ölümü görmezden gelen bir insanın kötü bir insan olduğunu biliyorum.

    [Andrey Tarkovski] - Tempo Di Viaggio / Zamanda Yolculuk 3

    Stalker ne anlama geliyor?

    İngilizce’de ‘sinsice yaklaşmak’ anlamına gelen ‘to stalk’ fiilin­den uydurma bir kelime. Bu filmde bu kelime, biraz kaçakçılar gibi özel bir amaçla sınırları aşan ve yasak bölgeye giren birinin mesleğini anlatıyor. Stalker’ın yeteneği bir kuşaktan diğerine ge­çiyor. Filmimde Bölge, arzuların tatmin edilebileceği yerleri temsil ediyor.

    İzleyici, Bölge’nin varlığından şüphe edebilir ya da Bölge’yi yalnızca bir mit ya da bir şaka olarak … ya da kahramanımızın fantezisi olarak görebilir. İzleyici nezdinde, bu, gizemini koruyor. Bölge’de rüyaların gerçek olduğu bir odanın bulunması, yalnızca filmdeki üç kahramanın kişiliklerini ortaya sermeye yarıyor.

    İz Sürücü nasıl biri?

    Çok dürüst biri, temiz, entelektüel olarak masum. Karısının deyimiyle ‘neşeli’ bir mizaca sahip. İz Sürücü, insanları mutlu et­mek için Bölge’ye götürdüğünü söylüyor. Hiçbir çıkar gütmeden, kendini tam anlamıyla bu işe veriyor. İnsanları mutlu etmenin tek yolunun bu olduğuna inanıyor. Nihayetinde onun hikayesi son idealistin hikayesi. Insanın iradesi ve becerisinden bağımsız olarak mutluluğun mümkün olduğuna inanan bir adamın hika­yesi. Yaptığı iş, hayatını anlamlı kılıyor. Yasak bölgenin rahibi gi­bi, insanları mutlu etmek için oraya götürüyor. Fakat gerçekte, oraya giden birinin mutlu olup olmadığını hiç kimse söyleyemez. Yasak bölgeye yaptığı seyahatin sonunda oraya götürdüğü in­sanların etkisiyle insanoğlunun tamamını mutlu etme ihtimaline inancını yitiriyor. Bölge’ye inanan ya da o odada bulunacak mut­luluğa inanan kimseyi bulamıyor. Sonunda, insanın saf bir inanç­la mutluluğa ulaşabileceği fikriyle, kendini yapayalnız buluyor.

    Arzular Odası, Stalker’ın uydurması mı? Strugatski kardeşlerin yazdığı, filmin dayandırıldığı romanda da var mı ? Sizin gözünüzde ne ifade ediyor?

    Strugatski kardeşlerin yazdığı, filmin senaryosundan çok çok farklı olan orijinal hikayede arzuların gerçekleştiği bir yer var. Ama burası altın bir küre olarak anlatılmış. Her ne sebeptense hikayede altın bir küre vardı. Ama Strugatskiler’in hikayesinde arzular gerçekten de gerçekleşiyordu, oysa senaryoda bu bir muamma olarak kalıyor. Bu doğru mu, yoksa İz Sürücü’nün ha­yali mi, bilemiyorsunuz. Filmin senaryo yazarı olarak bana gö­re ikisi de olur. Bana öyle geliyor ki, her şey lz Sürücü’nün ha­
    yal dünyasının bir parçasıysa da hava hoş, bu durum temel me­seleyi etkilemiyor. Önemli olan yolculardan ikisinin odaya gir­memesi.

    Peki, neden girmiyorlar?

    Öncelikle lz Sürücü girmiyor, çünkü onun girmesi doğru ol­maz. Girmesine gerek yok. İnançlarına ters. Ayrıca, her şey onun hayal dünyasının bir ürünüyse içeri girmez, çünkü arzularının orada gerçekleşmeyeceğini bilir. Onun açısından önemli olan şey, diğer ikisinin Oda’nın arzularını gerçekleştirebileceğine inanmaları ve içeri girmeleri. Aslında hiçbir şey olmasa bile bunu yapma­ları. lz Sürücü’nün artık hiçbir şeye inanılmayan bir dünyada, bir şeye inanan insanlar bulması gerekiyor.

    Yaratmak, insanın iradesinin tezahürüdür

    Peki, yazar neden Oda’ya girmiyor?

    Bilmiyoruz, o da bilmiyor. Yazar, nereye gittiğini de ne aradığını da bilmiyor. Onun yetenekli bir insan olduğunu biliyo­ruz, ama yeteneğini tüketmiş, eleştirmenlerin, yayıncıların, hal­kın yazmasını beklediği şeyi yazıyor. Popüler bir yazar, o kadar. O yolda devam etmek istemiyor artık. Başta, Oda’ya girerse daha iyi yazabilecekmiş gibi geliyor ona. Yazmaya ilk başladığındaki insan olacakmış, kendisini, onu aşa­ğı çeken şeyden kurtarabilecekmiş gibi geliyor. Ama sonra dü­şünceleri değişiyor ve kendi kendine soruyor: Değişirsem, eğer ilham perilerim geri gelirse, neden yazmaya devam edeyim ki? Yazdığım her şeyin dahice olacağını nasıl olsa biliyor olacağım. Yazmanın amacı kişinin kendisini aşmasıdır, başkalarına neler yapabileceğini göstermesidir, daha da iyisini yapabileceğini gös­termesidir. Insan kendisinin dahi olduğunu biliyorsa, neden yazsın ki? Geriye kanıtlanacak ne kalır ki? Yaratmak, insanın iradesinin tezahürüdür. Sanatçı en baştan bir dehaysa, sanatı bütün anlamını yitirir. Dahası Yazar, İz Sürücü’nün öğretmeni ‘Porcupine’in hikayesini düşünür, ‘Porcupine’ kendisini asmıştır. Yazar, Oda’da gerçekle­şen şeyin insanların istekleri değil, herkesin kalbinin derinlerin­de yatan gizli bir hayal olduğu kanısına varır. Bu hayaller, insa­nın iç dünyasına denk düşen gerçek arzulardır. Örneğin, zengin olmaya can atıyorsam alacağım şey muhtemelen bu değil, kalbimin hakikatine daha yakın bir şey, örneğin gerçekten de ruhu­nun yaygara kopararak istediği yoksulluk olacaktır. Bunlar gizli arzulardır.

    Yazar Oda’ya girmekten korkar, çünkü kendine dair bir hayli karamsar fikirleri vardır. Bilimciye gelince, o da içeri girmek istemez. Baştan beri üste­lik. Aslında, yanında Oda’yı havaya uçurmak üzere getirdiği bir bomba vardır. Çünkü ona göre, Oda rahatsız insanların gelip dünyadaki hayatı tehlikeye atabileceği bir yerdir. Ama planından vazgeçer, çünkü bütün gücü elinde toplama arzusuyla yanıp tu­tuşan, bu saikle hareket eden insanların Oda’ya geleceğinden korkmak pek de makul değildir. Ayrıca genel olarak insanları ha­rekete geçiren şeyler son derece temel dürtülerdir: para, statü, seks … Işte bu yüzden Oda’yı imha etmez.

    Oda’yı havaya uçurma­masının bir diğer sebebiyse, İz Sürücü’nün onu bu işi yapmama­ya ikna etmesi olur. İz Sürücü, böyle bir yerin korunması gerektiğini söyler. İnsanların gelip hala ümit edebileceği bir yerin… Bir şeyler isteyen insanların, bir ideale ihtiyacı olan insanların…

  • [Gilles Deleuze] Manifestolar, akımlar, yazarlar üzerine

    [Gilles Deleuze] Manifestolar, akımlar, yazarlar üzerine

    Uzunca bir süredir edebiyat ve hatta diğer sanatlar, ‘ekoller’ halinde örgütleniyorlar. Ekoller ağaç-görünümlü yapılardır.. Ve daima dehşet vericidirler: her zaman hep bir Papa, manifestolar, temsilciler, avangardist  bildiriler, mahkemeler, aforozlar, küstahça ani politik döneklikler ortalıkta arz-ı endam eder.. Ekollerin en kötü yanları, (bunu çoktan hak etmiş) müritlerinin kısırlaştırılması değildir yalnızca, kendinden önce ve kendileriyle birlikte varolan her şeyi ezip boğmaları ve yok etmeleridir- Sembolizm 19.yüzyıl sonundaki o müthiş zengin şiirsel hareketi nasıl boğduysa, Sürrealizm uluslararası Dada hareketini nasıl ezdiyse…Artık bir ekolden olmak için bir bedel ödenmiyor fakat ekoller kapkaranlık bir örgütlenmenin faydasına çalışıyor: bir nevi marketing yani çıkarların, kârın, menfaatin oynaklığı.. Ve artık kitaplarla hiç bir alaka tesis edilemez, ama gazete makaleleri, televizyon programları, tartışmalar, gizli oturumlar, varlığı gerekli bile olmayan kitaplar üzerine yapılan yuvarlak masa toplantılarına kayar bu ilgi. Bu acep Mc Luhan’ın kehanet ettiği ‘kitabın ölümü’ müdür? Burada karşımızda karmakarışık bir fenomen duruyor: her şeyin ötesinde sinema ve belirli boyutta gazete, radyo ve televizyon, yazarlık işlevini sorgulamada güçlü öğeler olmuşlar ve artık yazarlığa duhul olmayan -en azından potansiyel olarak- yaratılıcılıkları  ortaya çıkarmışlardır.

    Fakat yazının kendisi, yazar işlevinden kendini kurtarmayı öğrendiği ölçüde yazı kendisini periferide yeniden kurar ve radyo, televizyon, gazete ve hatta sinema (cinéma d’auteur)  karşısında itibarını yeniden kazanır. Aynı zamanda gazetecilik, gündemi ve olayı gittikçe artan bir şekilde yarattığı mühletçe gazeteci kendisini yazar olarak bulur ve itibardan düşmüş bir işleve (yazarlığa) hakikatini iade eder. Basın ve kitap arasındaki güç ilişkileri bütünüyle değişmiştir, yazarlar ve aydınlar gazetelerde çalışmaya başlamışlar ya da bir tür kendi kendilerinin gazetecileri olmuşlar, mülhakatçıların, mülahazacıların, sunucuların-programcıların uşakları haline gelmişlerdir: yazarın gazetecileşmesi; el etek öpen yazarı bu hale getiren radyo ve televizyonların soytarılık numaraları. Dolayısıyla bugün eski moda ekoller ‘marketing’in imkanlarıyla yer değiştirmiştir. Bu yeni durum André Scala tarafından çok iyi bir şekilde tahlil edilmiştir. Yani sorun yalnızca yazmak için değil; ama ayrıca sinema, radyo, televizyon, ve hatta gazetecilik için yaratıcılık ve üretkenlik mefhumlarını daima yenilenen bir yazarlık mefhumundan kurtarmaktan mürekkeptir. Bunun yazar için mahzuru, kurulu iktidarda, baskın anlamlar dizgesinde, bütün bu üretilmiş söylemlere tabi olan sözcelemlerin öznelerini biçimlendirmek, kendini tanıtmak ve onaylatmak, bir başlangıç ve hareket  noktası yaratmaktır: “(muktediratımda) Ben…olarak”. Yaratıcılık mefhumu bundan bütünüyle ayrıdır; ağaç-görünümlü değildir, rizomdur (köksap), onaylanan-kabul görenin tamamen dışındadır: Aralıklarda, arakesitlerde, kesişen çizgiler, tam ortada kesişen noktalar boyunca ilerler: Özne yoktur, fakat kolektif olarak düzenlenmiş bir sözcelem vardır; belirteçler yoktur yerine müzik-yazı-kuram-ses-görüntü ve onların yansımaları birbiri içine geçmeleriyle hareket eden bir topluluk-kolektifte vardır. Orada bir müzisyenin yapıp ettiği başka bir yerde bir yazarın işine yarayacaktır, bir bilim adamı bütünüyle farklı bir rejimi harekete geçirir, bir ressam bir fırça darbesiyle bir sıçramaya neden olur: Bu ilgi alanları arasındaki karşılaşmalar değildir yalnızca her ilgi alanı kendi içinde karşılaşmalar üretmiştir: tüm bu perde aralıkları (intermezzolar) yaratımın kendisidir. Bu, ortak bir projede ne konunun uzmanlarının aralarındaki bildik bir tartışma ne de önceden tasarlanmış bir tür disiplinlerarası konuşmadır. Şüphesiz yeni marketing ve eski ekollerin bizim bütün bu olanaklarımızı tüketmeye güçleri yetmeyecektir; her şey kendini yeniden başka bir şekilde kuruyor, yeniden başka bir yerde üretiyor. Konuşturulmayanların, susturulanların dilsizliği  ve yaratıcılık arasındaki bu bağları kuracak, üretim gruplarını harekete geçirecek, gazeteler, televizyonlar ve radyoların uşağı olmayı reddedecek aydınlar, yazarlar ve sanatçıların bir yasası olmalı. Bu asla zavallılar, kurbanlar, işkence ve zulüm görenler adına konuşmak değildir, bütün bu şeylerin ötesinde yaşayan bir çizgi, kırık bir çizgi yaratmaktır. Ne olursa olsun en azından aydınların dünyasında, ekol yaratan bir yazar olmak isteyen ya da narsistik filmleri, röportajları, yayınları ve ruhi durumlarını-şimdiki utançlarını- dayatan ‘marketing’e duhul olmuş ya da tüm bunların hayalini kuran, hayal etmeyip bizatihi yapan yazarları ayırt etmek, işaret etmek gereklidir. Usta ya da mürit olarak aydın, orta sınıf ya da kıdemli bir memur olarak aydın: işte karşımızdaki iki tehlike budur… (1977)

    Çev: Ege Berensel

  • [NSK] Laibach: Üzüntünün çılgınlığı

    [NSK] Laibach: Üzüntünün çılgınlığı

    [NSK] Slavoj Žižek ve Labiach heyulası 1

    Jure Pengov: İdeolojik provokasyonlarınızı edebi alanda ve sık olmasa da toplu gösterilerinizde kullandıkça fikirleriniz yayılmaya başladı. Televizyonda gözüküp 700.000 kişiye varan bir kitleyi fikirlerinizle etkilemeyi seçmek sizin için zor bir seçim miydi?

    LAIBACH: Televizyon, eğitim sisteminden sonra, kitle kontrolünün oluşmasında baş rolü üstlenir. Medya gücünün manipüle edici kapasitesinin farkında olarak, Laibach medyanın gücünü istismar etmektedir. Şu anki durumda biz TV ekranını kullanıyoruz.

    Laibach

    Mazoşistik bir biçimde “1 numaralı halk düşmanı” rolünü kabul ettiniz. Bu çok garip bir durum. Liderlerinizden birinin intihar etmesinin ardında yatan sebep neydi? Fikirlerinin ve kitlelerin arasında bulunan büyük boşlukta mı ezildi?

    Sanat, fanatizme ihtiyaç duyan soylu bir misyondur. Laibach, gelip geçici üyelerinin hedeflerinden, amaçlarından, yaşamlarından daha büyük ve önemli hedef, amaç, yaşama sahip bir organizmadır.

    Peki sizin Edvard Kardelj’in [Jozef Tito’nun devrim yoldaşlarından. Yugoslavya’da ekonomik açılımı gerçekleştiren revizyonist sosyalizmin fikir üreticilerinden.] “Kişiye mutluluğu ne devlet, ne sistem, ne de parti sağlayabilir. Ancak kişi kendi kaderini yaratarak mutluluğu sağlayabilir,” sözü hakkında fikirleriniz ne?

    Devlet değil, parti değil, tanrı değil ve şeytan da değil. Mutluluk kişiliğin toptan reddinde, kişinin kitlelerle beraber kişisel zevklerinden, inanışlarından, yargılarından vazgeçerek kendi öz iradesiyle karar vererek sürüleştirilmesinde, kurban edilmeyi de göze alarak, kendisini daha büyük, güçlü bir sistemle ve ideolojiyle kolektif bir kitle olarak kişileştirmesinde yatar.

    Kendiniz hakkında söyleyecek bir şeyleriniz var mı? Siz kimsiniz? Meslekleriniz neler? Kaç yaşındasınız? Hepiniz burada mısınız yoksa başka arkadaşlarınız da var mı?

    Biz yaşamın oğullarıyız ve mücadelenin kardeşleriyiz. Umutları daha gerçekleşmemiş olanlarız. Biz bu dünyanın karanlık hayaletleriyiz, üzüntünün çılgınlığını çağıranlarız.

    Jure Pengov [yayından sonra] Sizi doğru anladıysam, televizyonu kendi devrimci fikirlerinizi yaymak için kullanmak istiyorsunuz. Şu anda Ljubjana’nın ortasındayız ve bütün Yugoslavya tarafından seyredileceğiz. Umarım Yugoslav halkı bu tehlikeli faşizan fikirlerinizin ve davranışlarınız farkına varır ve gereken tepkiyi verir.

     

  • [Gilles Deleuze] Sade ve Masoch’un Dili

    [Gilles Deleuze] Sade ve Masoch’un Dili

    “Pek idealist… demek ki vahşi.”
    Dostoyevski, Hakaret Gören ve Yaralanan

    Edebiyat nasıl kullanılır? Sade ile Masoch’un adları iki temel sapkınlığı işaretlemek üzere kullanıldılar ve sanki edebiyatın etkililiğinin önde gelen örnekleriydiler. Hastalıklara bazen tipik hastaların adının verildiği olur, ama çoğunlukla bir hastalığa verilen ad doktorunkidir (Roger Hastalığı, Parkinson Hastalığı vesaire). Adlandırmanın ardında yatan ilkeleri daha yakından incelemek lazım. Doktor hastalığı icat eden biri değildir; daha önceden bir araya gruplandırılmış semptomları birbirinden ayırır ve daha önceden ayrılmış olanları birbirlerine bağlar. Kısaca söylersek, derinliğine orijinal bir klinik portre koyar ortaya. Öyleyse tıp tarihine en az iki bakımdan yaklaşılabilir. Birincisi hastalıkların tarihidir: ortadan kaybolabilirler, seyrekleşirler, yeniden ortaya çıkabilirler ya da toplumun haline ve tedavi metodlarının gelişmesine bağlı olarak biçimlerini değiştirebilirler. Bu tarihle içiçe geçmiş bir halde semptomatolojinin de tarihi vardır –bu da tedavideki ya da hastalıkların doğasındaki değişiklikleri kâh önceler, kâh takip eder; semptomlar adlandırılır, yeniden adlandırılır ve çeşitli biçimlerde yeniden gruplandırılırlar. Böyle bir bakış açısından ilerleme genel olarak gittikçe artan bir özgüllüğe doğru eğilimdir ve semptomatolojideki bir incelmeyi işaretler. (Bu yüzden veba ve cüzamın eskiden daha yaygın olmalarının nedeni sadece tarihsel ve toplumsal nedenlerden dolayı değildir, bu başlıklar altında şimdilerde artık ayrı ayrı tasnif edilmiş hastalık tipleri beraberce gruplandırıldığı içindir) Büyük klinikçiler en büyük doktorlardır: bir doktor bir hastalığa adını verdiğinde bu çok büyük bir dilbilimsel ve göstergebilimsel adımdır –çünkü özel bir ad belli bir göstergeler grubuna bağlanmıştır, yani özel bir ad göstergeleri doğrudan işaretlemeye başlamıştır.

    [su_quote cite=”GD”]Pornografik edebiyat denen şey birtakım buyruklarla (şunu yap, bunu et) ve onları takip eden müstehcen tasvirlere indirgenir. [/su_quote]Öyleyse Sade ile Masoch’u büyük klinikçiler arasına mı katacağız? Sadizmle mazoşizmi vebayla, cüzzamla ve Parkinson Hastalığıyla aynı düzlemde ele almak zordur; hastalık kelimesi açıktır ki burada uygun düşmez. Yine de Sade ile Masoch görülmedik semptomlar ve göstergeler düzenleri sunuyorlar. Mazoşizm terimini ileri sürerken Krafft-Ebing Masoch’u sadece acıyla cinsel haz arasındaki bağı ortaya koyduğu için değil, bağlanıp aşağılanma ile ilgili daha derin ve temel bir şey açısından onurlandırıyordu (algolagniasız sınırlı mazoşizm vakaları olabildiği gibi mazoşizmsiz algolagnialar bile vardır). Sormamız gereken bir diğer soru acaba Masoch’un eskiden aynıymış gibi görülen rahatsızlıkları ayırdetmemizi sağlaması bakımından Sade’ınkinden daha inceltilmiş bir semptomatolojiyi sunup sunmadığıdır. Ne olursa olsun, Sade ile Masoch ister “hasta” ister klinikçi, isterse her ikisi birden olsunlar, büyük antropologlardırlar –eserleri insanın, kültürün ve doğanın topyekün bir kavranışını kuşatmayı başardığı için; onlar aynı zamanda büyük sanatçılardı, çünkü yeni ifade biçimleri, yeni düşünme ve hissetme tarzları ve tümüyle orijinal bir dil yarattılar.

    deleuze_a
    “Hastalıklara bazen tipik hastaların adının verildiği olur, ama çoğunlukla bir hastalığa verilen ad doktorundur.”

    Şiddet ilke olarak konuşmayan bir şey –ya da pek az konuşan; oysa cinsellik üzerine az konuşulan bir şeydir. Cinsel alçakgönüllülük biyolojik bir korkuya bağlanamaz, yoksa ne olduğu formüle edilemez: “bana dokunulmasından, hatta seyredilmekten bile dile getirilmekten korktuğumdan daha az korkuyorum.” Sade ile Masoch’unki kadar aşırı ve bereketli bir dilde şiddet ile cinselliğin buluşmasının manası nedir? Erotizme bağlanan şiddetli dilde neyi bulmalıyız? Sade’ı Nazizme bağlayan bütün teorileri geçersiz kılan bir metninde Georges Bataille Sade’ın dilinin paradoksal olduğunu, çünkü esas itibarıyla bir kurbanın dili olduğunu açıklıyor. Yalnızca kurban işkenceyi tasvir edebilir; işkenceci zorunlu olarak kurulu düzenin ve iktidarın ikiyüzlü dilini kullanır. “Genel kural olarak işkenceci kurulu bir otorite adına icra ettiği şiddetin dilini kullanmaz; otoritenin dilini kullanır… Şiddet adamı suskunluğunu korumak ister ve nobranlıkta suç ortağıdır… Bu yüzden Sade’ın tavrı işkencecininkinin tam zıddıdır. Sade yazarken hile yapmayı reddeder, aksine kendi tavrını gerçek hayatta yalnızca suskun kalabilecek olan kişilere devreder ve onları başkalarına kendi-içinde çelişkili mesajlar verebilmek için kullanır”.

    Masoch’un dilinin de bu durumda aynı şekilde paradoksal olduğu, çünkü orada kurbanın kendi kendine işkence yaparken kurbanın dilini, işkencecinin bütün ikiyüzlülüğüyle birlikte konuştuğu sonucuna mı varmalıyız?

    Pornografik edebiyat denen şey birtakım buyruklarla (şunu yap, bunu et) ve onları takip eden müstehcen tasvirlere indirgenir. Orada şiddetle erotizm buluşurlar, ama çok indirgenmiş bir tarzda. Buyruklar Sade ile Masoch’un eserlerinde boldur; ya zalim libertin ya da despot kadın tarafından verilirler. Tasvirler de boldur (tasvirlerin işlevi de müstehcenliklerinin doğası da bu iki yazarda çok belirgin bir şekilde farklı olmasına rağmen). Hem Sade’da hem de Masoch’da dilin bütün anlamının doğrudan doğruya duyular üstünde etki bıraktığı ölçüde oluştuğu hissedilebilir. Sade’ın Sodome’un 120 Günü “kadın hikayeciler” tarafından libertinlere anlatılan masallar etrafında döner ve ilke olarak kahramanlar bu masalların uyandırdığı beklentilerle hiçbir girişime kalkışamazlar. Kelimeler bedeni önerdikleri hareketleri tekrarlayıp durmaya mecbur bıraktıklarında en büyük güçlerini kazanırlar ve “kulaktan iletilen hisler en zevklileri ve en keskin etkiye sahipler…” Masoch’un hem hayatında hem de eserinde ise, aşk meseleleri hep imzasız mektuplarla, müstear adlarla ya da gazete ilanlarıyla harekete geçirilirler. Partnerlerin davranışlarını biçimselleştiren ve dile döken sözleşmelerle düzenlenmeleri gereklidir. Uygulanmadan önce her şey dile getirilmeli, karşılıklı sözler verilmeli, ilan edilmeli ve dikkatle tanımlanmalıdır. Yine de ne Sade’ın ne de Masoch’un eserine pornografi olarak bakmak imkânsız; daha çok, daha yüksek bir adla, “pornoloji” diye tanımlanmalılar, çünkü oradaki erotik dil o temel buyruk ve tasvir işlevlerine indirgenemiyor.

    Sade’da dilin “ispat” için kullanılışının şaşırtıcı bir gelişmesine tanık oluruz. dilin üst düzey bir işlevi olarak ispatlar onun eserinde tasvir pasajlarının arasında bulunuyorlar –libertinler dinlenirken; ya da iki emir arasındaki aralıklarda… Libertinlerden biri oldukça sert bir bildiri okumaktadır; ya da ağıza alınmaz, bitip tükenmez teoriler ileri sürmekte veya bir anayasa taslağı hazırlamaktadır. Ya da kurbanıyla bir konuşmaya, bir tartışmaya girmeye tenezzül etmiştir. Bu anlar oldukça sıktır –özellikle Justine’de; orada kadın kahramanın işkencecilerinden herbiri onu bir dinleyici ve sırdaş olarak kullanır. Liberten ikna etmeye, inandırmaya da yönelebilir; hatta propagandaya girişir ve yeni müritler kazanır (Yatak odasında Felsefe’de olduğu gibi). Ama inandırma, ikna etme niyeti yalnızca görünüştedir, çünkü gerçekte hiçbir şey bir sadiste ikna etmekten, inandırmaktan, kısacası eğitmekten daha uzak değildir. O, çok farklı bir şeyle ilgilenmektedir –yani, istediği kadar sakin ve mantıklı olsun, bizzat düşünmenin bir tür şiddet biçimi olduğunu ispat etmekle. Bir şeyleri birilerine kanıtlamakla bile uğraşıyor değildir; yapmak istediği esas olarak yapan kişinin yalnızlığıyla her şeye gücü yeterliğine delalet eden bir ispattır. Bu icraatın püf noktası ispatın şiddetle aynı şey olduğunu göstermektir. Bunun sonucunda, düşünme ya da usavurma, iletildiği insan tarafından paylaşılmak zorunda değildir –nasıl haz, edinildiği kişi tarafından paylaşılmak zorunda değilse. Kurbanların maruz bırakıldığı şiddet eylemleri ispatın ispatladığı daha yüksek bir şiddet biçiminin yalnızca bir yansımasından ibarettirler. Her liberten, ister suç ortaklarının isterse kurbanlarının arasında olsun, usavurmaya giriştiği zaman kendi yalnızlığının, biricikliğinin sıkı sıkıya kapalı çemberine yakalanmış haldedir –iddia bütün libertenler için aynı olsa bile. Her bakımdan, göreceğimiz gibi, sadist “öğretmen” mazoşist “eğitici” ile tezat içindedir.

    Burada da Bataille’ın Sade hakkında söyleyeceği bir şeyler var: “bu konuşan ile dinleyenler arasında her türden ilişkiden tiksinen bir dildir.” O zaman, bu dilin şiddet ile erotizm arasındaki ilişkide bulunması gereken ispat işlevinin en üstün gerçekleşmesi olduğu doğruysa, öteki yan, yani buyruklarla tasvirlerin dili yepyeni bir ışık altında görülecektir. Bu dil hala oradadır, ama tümüyle bağımlı hale gelmiştir, ispat unsuruna dahil olmuştur, orada dalgalanıp durmaktadır. Tasvirler, bedenlerin tavırları sadece ağza alınmaz, tiksindirici ve dehşet verici tasvirlerin yaşayan diyagramlarıdırlar; benzer bir şekilde, libertenlerin telaffuz ettiği emirler de birtakım problemlerin bildirilmesidir –bunlar sadist teoremlerin daha derinlerde temellenmiş zincirine gönderirler: Noirceuil “Meseleyi teorik olarak ispat ettim”, der, “hadi şimdi onu pratikte test edelim.”

    O halde ikili bir dil oluşturan bu iki şeyi ayırt etmeliyiz. İlki, yani emre dayalı ve tasviri unsur kişisel hale ilişkindir ve onu temsil eder; sadistin hem kişisel şiddetini yönlendirir, tasvir eder, hem de onun bireysel zevklerini dışavurur; ikinci ve daha yüksek unsur ise sadizmdeki şahsi-olmayan yanı temsil eder ve bu kişisel olmayan şiddeti bir saf akıl Ideasıyla özdeşleştirir, ilk unsura boyun eğdirebilecek dehşet verici bir ispat yapar. Sade’da Spinoza’ya şaşırtıcı bir yakınlık keşfederiz –matematiksel bir ruhun damıttığı doğalcı ve mekanist bir yaklaşım. Bu ise o bitip tükenmez tekrarları, örnekleri çoğaltmanın ve kurban üstüne kurban çağırmanın sürekli ilerleyen niceliksel sürecini açıklar, dur durak bilmeksizin indirgenemez bir şekilde yalnız kalmaya mahkum bir iddianın binlerce, ama binlerce çemberini tekrarlayıp durur. Krafft-Ebing böyle bir sürecin esas doğasını sezmişti: “Bazı vakalarda kişisel unsur neredeyse hiç yoktur. Kişi oğlanları, kızları dövmekten cinsel zevk alır, ancak sapkınlığının saf kişisel-olmayan unsuru çok daha ön plandadır… Bu tipteki insanların çoğunda bu tür güç duyguları belli kişiler nezdinde olsalar da, burada büyük ölçüde coğrafi ve matematiksel kalıplarla işleyen belli bir sadizm biçimiyle ilgiliyiz…”

    Masoch’un eserinde de emre dayalı ve tasviri biçimi daha üst bir işleve götüren benzeri bir aşma bulunuyor. Ama burada her şey artık bir ikna etme ve eğitim meselesi haline geliyor. Artık bir kurbanın üzerine çullanıp ondan ne kadar rıza göstermez, ne kadar ikna olmazsa o kadar büyük bir zevki söküp alan bir işkenceciyle karşı karşıya değiliz. Daha çok işkencecisini arayan bir kurbanla, şemaların en tuhafını gerçekleştirmek üzere işkencecisini eğitmeye, onu ikna ederek bir ittifak kurmaya çabalayan biriyle karşı karşıyayız. Reklâmların maşosizmin dili olmasının, gerçek sadizmde onlara yer olmamasının nedeni budur ve mazoşist sözleşmeler yapıp dururken sadist onları aşağılar ve yırtıp atar. Sadist kurumlara ihtiyaç duymaktadır, mazoşist ise sözleşme ilişkileri, kontratlar peşindedir. Ortaçağ düşüncesi hatırı sayılır bir hissiyat gücüyle şeytanla iki tip alışveriş olabileceğini ayırt etmişti: ilki “şeytana kapılma”ydı, ikincisi ise şeytanla yapılan bir anlaşma ya da ittifak. Sadist kurumsallaşmış “mülk edinişle” uğraşır, mazoşist ise üzerinde anlaşılmış ittifakla, sözleşmeyle. Mülk edinme sadistin özel delilik biçimidir, anlaşma ise mazoşistinki. Kadını bir despot kılığına sokabilmek, onu işbirliğine razı etmek ve ona “göstermek” bir mazoşist için esastır. Esas olarak mazoşist bir eğitimcidir ve bu yüzden her tür eğitim girişimindeki risklerle karşı karşıya kalır. Masoch’un bütün hikayelerinde ikna olmuşsa bile kadın temelinde hala kuşku duymaktadır, sanki hala korkuyor gibidir: uygun olmayabileceği, ya aşırıya kaçacağı ya da yetersiz kalacağı bir role sürülmüştür sanki. Boşanmış Kadın’da kadın kahraman şöyle yakınır: “Julian’ın ideali zalim bir kadındı, tıpkı Büyük Katerina gibi bir kadın –ama heyhat, ben ürkek ve zayıftım…” Venüs’te ise Wanda şöyle diyor: “Bunu yapacak gücüm olmadığından korkuyorum, ama senin için sevgilim, yapmak istiyorum…” Ya da yine: “Dikkat et! Bundan zevk alacak kadar büyüyebilirim…”

    Masoch kahramanlarının eğitim uğraşıları, kadınlara boyun eğişleri, tahammül ettikleri işkence ve acılar onların İdeal’e tırmanışlarındaki bir sürü mertebedir. Boşanmış Kadın’ın alt başlığı Bir İdealistin Tırmanışı’dır. Venüs’ün erkek kahramanı Severin kendi uydurduğu “süper-duyuşculuk” öğretisinin akidesi olarak Faust’ta Mephistopheles’in sözlerini seçer: “Sen ey duygusal, süper-duyuşlu liberten… küçük bir kız bile seni burnundan tutup sürüklerdi…” (Goethe’nin metninde Ubersinnlich “duyular-üstü” anlamına gelmez, “üst-düzeyde-duyan”, “üst-düzeyde-tensel” anlamına gelir. Bu Sinnlichkeit’ın et ve duyuşsallık anlamına geldiği tanrıbilimsel gelenekle uyum içindedir.) Öyleyse mazoşizmin tarihsel ve kültürel onayını mistik ve idealist inisiyasyon ayinlerinde araması gerektiği şaşırtıcı değildir. Tıpkı Venüs’te olduğu gibi, bir kadının çıplak vücudu ancak mistik bir zihin halinde temaşa edilebilir. Bu durum çok daha açık bir şekilde Boşanmış Kadın’da beliriyor. Orada hikâyenin kahramanı Julian bir arkadaşının hastalıklı etkisi altında kalarak hayatında ilk kez metresini çıplak görme arzusuna kapılır. Önce “gözlemlemek” gibi bir “ihtiyaçtan” dem vurur, ama içinde hiçbir “duyusal şey olmayan” dinsel bir duygu tarafından altedilir (işte burada elimizde fetişizmin iki temel safhası var). İnsan vücudundan sanat eserine, sanat eserinden de İdea’ya yükseliş kırbacın gölgesi altında olmalıdır. Masoch diyalektik ruhla galeyana gelmektedir. Venüs’te hikaye yarıda kalmış bir Hegel okuması sırasında görülmüş bir rüya tarafından motive edilmiştir. Ama esas etkili olan Platon’dur. Sade Spinozacıyken ve ispata dayalı aklı kullanırken Masoch platoniktir ve diyalektik hayalgücüyle çalışır. Masoch’un hikâyelerinden biri Platon’un Aşkı başlığını taşıyordu ve Ludwig II’yle macerasının kaynağındaydı. Masoch’un Platon’la ilişkisi sadece düşünülebilir şeylerin dünyasına yükselme meselesinde değil, bütün bir diyalektik tersyüz etme, maskelenme ve ikileşme tekniğinde de belirir. Ludwig II ile macerada Masoch önce mektuplaştığı kişinin erkek mi kadın mı olduğunu bilmiyordur; sonrasında tek bir kişi mi çok kişi mi olduğunu bilmez, hatta karısının bu epizotta ne gibi bir rol oynayacağının da farkında değildir –ama yine de her şeye hazırdır, tıpkı talih anını yakalayıp elde edecek bir diyalektikçi gibi. Platon Sokrates’in yer yer seven kişi olarak göründüğünü, ama aslında sevilen kişi olduğunu göstermişti. Mazoşist de aynı şekilde otoriter kadın tarafından eğitilen ve biçimlendirilen biri gibi görünür; oysa temelinde kadını biçimlendiren odur, onu giydirir ve ona zalim laflar söyletendir. İşkencecisinin ağzından konuşan kurbandır ve kendini esirgemez. Diyalektik sadece serbestçe konuşmak anlamına gelmez, bu türden dönüşümler ya da yer değiştirmeler ima eder ve hem rollerin hem de sözlerin böyle ters dönüşleriyleri, ikileşmeleriyle işleyen çok sayıda düzlemde oynanan bir sahneye dönüşür.

    Pornolojik edebiyat her şeyden önce dili kendi sınırlarıyla karşı karşıya bırakmayı amaçlar –yani bir anlamda “dil-olmayan” şeyle (konuşmayan şiddet, hakkında konuşulmayan erotizm). Ama bu iş ancak dilin içinden bölünmesiyle mümkündür: emre dayalı, buyurucu ve tasviri işlev daha üstün bir işleve doğru kendilerini aşmalıdırlar: kişisel unsur böylece yansıma yoluyla kişisel olmayan unsura varır. Sade arzuda en özel olan şeyi açıklamak için evrensel analitik bir Aklı çağırdığında bunu sadece onun bir Onsekizinci yüzyıl adamı olmasının kanıtı diye düşünmemeliyiz; bir şeylerin özel olabilmesi ve buna tekabül eden delilik aynı zamanda saf akıl İdeasını da temsil etmelidir. Benzer bir şekilde Masoch da hem diyalektik ruhu, hem de Mephistopheles ile Platon’un ruhlarını çağırdığında bu sadece onun romantizminin kanıtı olarak kabul edilemez; burada da özel meseleler diyalektik ruhun kişisel-olmayan İdeali üstüne yansıtılmış olarak görünüyorlar. Sade’da dilin buyurucu ve tasviri işlevi kendini aşarak saf ıspata dayalı, kurucu işleve varıyor; Masoch’da da bu aşma diyalektik, mitik ve ikna edici işleve varıyor. Bu iki aşkın işlev esas olarak sözkonusu iki sapkınlığı karakterize ediyor –içinde garabetin yansıdığı ikiz yollar bunlar.

    Çeviren: Ulus Baker

    (Présentation de Sacher-Masoch : La Vénus à la fourrure/Sacher-Masoch’u Taktimimdir: Kürklü Venüs kitabının ilk bölümü)

  • [NSK] Slavoj Žižek ve Labiach heyulası

    [NSK] Slavoj Žižek ve Labiach heyulası

    “Biz yaşamın oğullarıyız ve mücadelenin kardeşleriyiz,umutları daha gerçekleşmemişleriz.
    Biz bu dünyanın karanlık hayaletleriyiz, üzüntünün çılgınlığını çağıranlarız.. “

    [NSK] Slavoj Žižek ve Labiach heyulası 1Politika popüler kültürün en yüksek düzeyde temsil edilişidir ve biz şimdiki Avrupa pop kültürünü yaratanlar olarak kendimizi politikacılar yerine koyuyoruz. Laibach’ın metodu oldukça basit, etkili ve yanlış anlaşılmaya çok uygun. İlk olarak; düşmanın karakteristik özelliklerini özümsüyorlar. İktidar gücünün bütün sembolllerini ve ayartıcı hilelerini kabul ediyorlar ve ardından herşeyi abartılı bir parodi haline getiriyorlar. Sonra tehlikeli olabilecek konulara odaklanıyorlar; Batının Doğu Avrupalı göçmenlerden korkusu, Avrupa Birliğinin güç oyunları, Batı Demokrasisi ve totaliterler arasındaki ilişkiler…

    NSK çoğu kişi tarafından 20. yüzyılın son gerçek avant-garde sanat akımı ve bugünlerde Doğu Avrupa’daki en güçlü, durmadan gelişen sanatsal güç olarak kabul ediliyor. NSK kısaltması Neue Slowenische Kunst’ı ifade ediyor, Tito’nun ölümüyle oluşmaya başlayan ve Yugoslavya’nın parçalanmasıyla şekillenen Sloven kolektif sanat topluluğu. Bu kolektifin kompleks ve rahatsız edici çalışmaları -deneysel müzik ve tiyatro, resim, felsefe, yazın alanlarında- güçlü ve özel bir kültürel içerikle uluslararası takip edilirlik kazandı. NSK organizasyonu içinde çeşitli gruplar var, en bilinenleri Laibach, popüler kültürü yıkıcı, devrimci politikayla harmanlamasıyla,üst düzey sanatsallıkla ‘underground’ tahrik ediciliği birleştirmesiyle zamanının politik ve kültürel kaosunu yansıtmasıyla bilinen bir alternatif müzik grubu.

    [NSK] Slavoj Žižek ve Labiach heyulası 2

    Peki, nasıl oldu da Lacancılık Slovenya siyasal kültüründe böylesine güçlü bir titreşim yarattı? Çünkü Lacancılık pek çok kimsenin gözünde hiç de özgürleştirici bir kuram değildir. Daimi yoksunluğu, imleyene kaçınılmaz bir yabancılaşmayı temsil eder.

    İşte, kendi kendinize yanıtladınız bile. Özyönetim konusundaki sorun da bu zaten. Yugoslavya’da söz konusu olan, aşırı bir yabancılaşma biçimi, erk yapısı içerisindekiler de dahil olmak üzere hiç kimsenin kavrayamadığı bütünüyle karanlık bir düzendi. Yürürlükte olan iki milyona yakın yasa vardı. Kimse duruma hakim olamıyordu. Çelişki de buradaydı: Tümüyle yabancılaşmamışlık ya da katıksız bir şeffaflık istediğinizde elinize geçen bu olacaktır. Laibach’tan aldığımız ders buydu örneğin. Bizim için baş sloganları şuydu: Daha çok yabancılaşma istiyoruz. Yugoslavya’daki çelişki, sosyalizme yönelik en büyük tehdidin yabancılaşmış bir parti bürokrasinin sultası olduğu varsayımıyla yola çıkan bir ideoloji adına hüküm süren bir Komünist Parti bürokrasisine sahip oluşumuzdu. Kendisini en büyük düşmanı olarak görüyordu. Bunu iyi tutturmuşlardı. Bir dereceye kadar Praxis felsefecilerini bile, kendilerine çekmeyi başardılar.

    Slavoj Žižek