[col-sect][column]Toplumumuzda demokrasi anlayışının neden zar zor yayıldığına dair bir sürü şey söylenebilir. Toplumun temeline henüz yayılamamış bir ekonomik kalkınmadan, çözemediğimiz bir kimlik hissine; ötekilere, değişikliğe dair var olan hoşgörüsüzlükten, benimsenmemiş ahlaki bir temele ve yerine oturmamış toplumsal hayallere kadar, bir sürü neden sayılabilir. Fakat, Eleştirel Söylem Analizi (Critical Discourse Analysis) yönteminin kurulmasına ve ilerlemesine yaptığı geniş çaplı katkıları ile tanınan Norman Fairclough’a göre toplumsal değişimin (ve buna bağlı olarak statükonun) en önemli göstergesi o toplumda yaygın olarak kullanılan söylemlerdir. Toplumun dolaşımda tuttuğu, dolaşıma kattığı ve ondan çıkardığı söylemlere bakarak toplumun kendini, başkalarını nasıl gördüğüne ve üyeleri arasındaki ilişkileri neye göre ayarladığına göz atabiliriz.
Dolaşım, Söylem, İlişki
Konunun bize sunduğu zenginlik içerisinde tamamen kaybolmadan önce dolaşım, söylem ve ilişkinin ne demek olduğuna ve bu konuda nasıl özel yerler tuttuğuna dair bir iki satır söz söylemek faydalı olur diye düşünüyorum. Her ne kadar günlük hayatımızın seyri içerisinde bu üç kelimeyi rahatça kullanıyor olsak da, insan ilişkilerinin akademik incelenmesinde bahsi geçen kelimeler daha özel anlamlar kazanıyorlar.
Söylem kelimesini kısaca özetlemek hayli zor, çünkü aslında dünyada var olan herşey bir söylem. Yine Fairclough’un çizdiği yoldan gidecek olursak, söylemin kişiler arası birbirleri ile olan konuşmalarından ziyade toplumsal bir fenomen olarak görüyoruz. İnsan iletişimine davranışsal olarak bakan ve benzer bir şekilde iletişimin kişisel değil, toplumsal bir olay olduğunu söyleyen Watzlawick’e göre hiç kimse ilişki kuramamazlık yapamaz. Herkes, her an, her davranışı, küçük mimiği, sessizliği hareketleri veya hareketsizliği ile aslında etrafı ile bir iletişim, bir diyalog içerisinde. Fairclough, söylem kelimesini toplumsal bir kavram olarak tanımlayarak aslında benzer bir rotadan seyrediyor. Fakat bunu söylem olarak tanımlayarak bahsi geçen düşüncenin iki anlamda daha da gelişmesini sağlıyor.
Bunlardan birincisi, her söylemin aslında bir hareket ve etki olduğu. Bu literatüre en büyük katkıyı J. L. Austin How To Do Things With Words (sanırım Söylemek ve Yapmak olarak çevrilmiş) (1962) ve onun öğrencisi John R. Searle Speech Acts (sanırım Söz Edimleri olarak çevrilmiş) (1969) kitaplarında yapıyorlar. Bu iki devi buraya sığdırmayı düşünmek bile büyük bir haksızlık olur. Lakin, kısaca şunu söyleyebiliriz diye düşünüyorum: Söylediğimiz şeyler aslında bir edim, bir hareket, fiziksel etkiler gibi etkileri var. Sözlerimizle, mimiklerimizle davranışlarımızla–yani söylemlerimizle–soru sorabiliriz, iftira atabiliriz, kendimizi savunabiliriz, suçlama yapabiliriz, kanıt sunabiliriz, tartışmalara girebiliriz, protesto edebiliriz, boyun eğebiliriz. Bunlar o hareketleri en az fiziksel olarak yapmak kadar, hatta bazen daha da etkili olur. Her ne kadar sevgili Ziya Paşamız çok güzel bir şekilde ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz demiş olsa da, bunu en iyimser olarak yarı doğru bulabiliriz. Lafın boş veya ucuz olduğuna dair bir düşünce, maalesef boş vaatlerin bolluğundan kaynaklansa gerek. Fakat boş vaatlerin veya yalanların bolluğu, o lafın boş veya ucuz olduğunun bir göstergesi değildir. Aksine, yalan söyleyen bir insanın kendisini ve etrafını nasıl gördüğüne dair bir altın madenidir.
Bu şekilde, söylem, kişiler arası konuşmalardan veya bir siyasetçinin söyleminden biraz daha kapsamlı bir anlam kazanmış oluyor. Bu tanımı ile söylem, bir toplumdaki bireylerin toplumun geri kalanına nasıl iliştiğinden, ilişkilerine nasıl yürüdüğünden ve görüldüğünden, söylem sahiplerinin aslında yapmak istedikleri şeyleri açığa çıkarmaktaya kadar, onu analiz etmek isteyenlere geniş bir pencere açıyor.
Peki, söylem dahilinde üst üste bahsettiğimiz ilişkinin, bizim bildiğimiz, hergün onlarca defa kendi içimizde, işimiz, arkadaşlarımız ve ailemiz arasında yaşadığımız ilişkilerden bir farkı var mı? Biraz. İletişim felsefesinin de büyük oranda katkısı ile, insanı ve toplumu inceleyen çoğu disiplin, bir insanın “aklı” olduğuna dair inançlarını bir kenara bıraktı. Aslında, insanın “aklını” incelemeyi bıraktı desek daha isabetli ifade etmiş oluruz. Bunun sebebi, yukarıda bahsi geçmiş olan Watzlawick’in çok açık bir şekilde ifade ettiği gibi insanın kendi aklı dışında bir perspektifi olmadığıdır. Ne yaparsak yapalım, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, kendi aklımızın dışına çıkıp, başka bir yerden bakamıyoruz dünyaya. Bütün gördüklerimiz, yaşadıklarımız, duyduklarımız–yani bütün tecrübemiz–bizim aklımızın süzgecinden geçiyor biz anlamadan önce. Algıladığımız herşeyde, o yüzden, belli bir cinsiyet, sınıf, meslek, geçmiş, toplum ve kültür perdesi var.
Bunu kabullenmenin bir kaç tane sonucu var. Birincisi, bir olaya objektif yaklaşmak diye birşeyin imkansızlığı ortaya çıkıyor. İkincisi, başkasının aklına girmek gibi bir düşüncenin aslında ne kadar saçma olduğunu görüyoruz. Başkasının aklına giremediğimiz için, başka insanları anlamak akıllarını okumaya çalışmakla olmuyor. Onun yerine o insanın sözleri ve davranışları ile kurduğu ilişkilere bakıyoruz. Söylediği şeylerde kendisini ve başkasını nasıl gördüğüne dair ipuçları arıyoruz. Böylece ilişki dediğimiz şey, söylemin altında var olan bir ray gibi, insanların ve takiben toplumların kendilerini ve etrafındakilerini nasıl gördüğüne dair bize çok şey söylüyor.
Dolaşım ise, belli bir ilişkiler kümesinde (bu bir toplum olabilir, bir ofis olabilir, bir çift olabilir) hangi söylemlerin ne sıklıkla, hangi anlarda ve ne şekilde tekrar edildiğine bakıyor. Dolaşımı incelemek bize o toplumun hangi anlamlara ne kadar ve ne şekilde değer verdiğini gösteriyor. Buna mükemmel bir örnek günümüz Avusturalyalı filozof Peter Singer’ın George W. Bush’un söylemlerini incelemesinde çıkıyor. The Presindent of Good and Evil (2004) isimli kitabın girişinde, Bush’un söylemlerini analiz eden Singer, şöyle bir şeyle karşılaşıyor. Bush, başkan olduktan, 16 Haziran 2003’e kadar geçen süre içerisindeki bütün konuşmaların %30’unda, ki bu 319 gibi bir rakama denk geliyormuş, kötülükten bahsetmiş. Fakat kötülükten bahsettiği zamanların 914 tanesinde, kötülükten bir isim olarak bahsetmiş ve sadece 182 tanesinde bir sıfat olarak bahsetmiş. Yani, Bush, insanların yaptığı kötülüklerden, kötü insanlardan veya olaylardan bahsetmek yerine, kötülükten bir kavram, olgu, insanların davranışları dışında var olabilen bir şey olarak bahsetmeyi tercih etmiş.
Peter Singer’ın yaptığı ustaca çıkarım, insanların ve toplumların anlaşılmasında bahsettiğimiz üç kavramın önemini bizim için gözler önüne seriyor. Bush’un kötülük kelimesinin hangi anlamını (söylem) ne sayıda kullandığı (dolaşım), bize onun dünyanı, kendisini ve etrafındakileri nasıl gördüğüne dair (ilişki) çok şey söylüyor. Bu kavramların bu şekilde açıklanması ve akılda tutulması, sadece bu yazı için değil, günlük hayatımızda karşılaştığımız tüm insanlar, söylemler, deyimler ve kalıplaşmış sözleri anlamak için de çok yararlı bir altlık olacaktır.
Meydan
Gelgelelim bu yazıda ele alacağımız kelimeye. Bu noktada Duman’a hakkını vermem lazım diye düşünüyorum. Meydan kelimesi ile ilgili fikir, misafirliğe giderken dinlediğim Seni Kendime Sakladım şarkısında “işte meydan işte can” sözleri ile aklıma geldi. Türkçe’de meydan kelimesine verdiğimiz anlam ve kullanım şeklimiz, demokrasi anlayışımıza dair çok şey sölüyor. Meydan kelimesini demokrasiye bağlamamız için, meydanın Türkçe’de nasıl kullanıldığını biraz daha yakından inceleyelim.
Sözlükler bu tür incelemelere başlamak için güzel yerler. Hele Türk Dil Kurumu’nun (bundan sonra TDK) internetteki sözlüğü o kelimeyi tanımlamakla kalmıyor, o kelimenin kullanıldığı deyimleri ve içinde geçtiği birleşik sözlerin listesini ve anlamlarını da gösteriyor. TDK’ya göre meydanın bilinen “alan ve saha” anlamından başka “yarışma, eğlence ve karşılaşma yeri” anlamı da var. Zira bazı kullanımlara baktığımız zaman o ikinci anlamın bu kadar da masum olmadığını görüyoruz. Bilinen kullanımlarını şöyle bir sıralayalım: Meydan okumak, meydan dayağı, er meydanı, söz meydanı, siyaset meydanı, meydana çıkmak, meydanı boş bulmak ve saire. Burada meydanın bütün anlamları bir zorlama, mücadele, karşı çıkma, neredeyse düelloya yakın anlamlar taşıyor. Hatta, TDK’nın sunduğu 32 kullanımdan belki sadece “meydan saati”nin bu tür bir anlamı yok. O yüzden TDK’nın “karşılaşma yeri” tanımı, kullanımlarına bakınca çok masum kalıyor ve kullanımlarına bakarsak ikinci değil, birinci anlam niteliğinde.[/column]
[column]Bu kullanımlardaki agresifliği, güç ve egemenlik hissini “meydanı bırakmak” sözünü söylerken ve düşünürken hissettiğimiz burukluk ile anlayabiliriz. Meydanı bırakmak, yani kaybetmek, yani mücadeleye devam edememek, yani o karşılığa cevap verememek. Benzer bir şekilde, “meydanı boş bulmak” sözündeki fırsatçılık, belki çirkeflik ve onursuzluk biraz da, hiç bir karşı koyulma fırsatı bulmadan, zorlanmadan, kimse ile çarpışmadan söz ettiğimiz egemenliğe ve güce sahip olmayı anlatıyor. Yani “meydanı boş bulanın” eline aldığı güç, bir anlamda, gerçek olarak görülmüyor.
Meydanda geçecek o çarpışma, o zorluklara göğüs germe ve egemenliğe erişebilmek için rakiplerle yüzleşip galip gelme bizim için o kadar önemli ki, “meydan dayağı” yemekten tutun, “meydan savaşı” kazananlara verilen özel bir madalyamız bile var. TDK’nın internetteki sözlüğü, meydan savaşını “Bir savaşta, kesin sonuç almak için düşmana karşı bütün güçlerle yüklenilen ölüm kalım savaşı” olarak tanımlıyor. Bu tanım bize meydan kelimesinin özel vurgusunu anlatıyor olmalı. Çünkü “ölüm kalım olmayan savaş” var mı, çok emin değilim. Buna rağmen, meydan kelimesinin, savaş kelimesine kattığı özel anlam “bütün güçler,” “kesin sonuç” ve “ölüm kalım.” Her ne kadar meydan kelimesinin özel durumu burada açıkça görülse de, meydan savaşının bu tanımı beni çok da ikna etmedi–savaş tarihine gönderme yapan daha teknik bir tanımı olduğunu düşündüm. İngilizcesi olan “pitched battle” sözünü aradığım zaman istediğim anlamı bulduğumu düşündüm. Meydan savaşının ingilizcesini açıklayan kaynaklara göre meydan savaşı bir nevi düello. Tarafların savaşılacak yere ve zamana önceden karar verdiği ve o meydana savaşacaklarını bilerek ve kararlaştırarak geldikleri bir savaş türü. Şayet bu anlamı Türkçe kullanışı için de doğru ise, meydan kelimesinin özel anlamına daha da bir önem katıyor. İş yiğitliğe bağlanıyor. Çünkü kapışmaya karar verilip de o “meydana çıkmayan” yiğit veya onurlu olarak görülme şansını hayli azaltıyor. Meydan savaşının kaybedilmesinde dahi “meydana çıkmış” olmanın onuru var halbuki. Meydan savaşının bu özel durumu bizim toplumumuz ve kültürümüz için o kadar önemli ki, bu tür bir savaşı kazananlara Mareşal rütbesini vermiş olan bir silahlı kuvvet yapımız mevcut.
Meydan ve Demokrasi
Aslında burada illa demokrasi dememiz gerekmez, zaten demokrasinin de kalıplaşmış bir tanımını ve uygulamasını bulmak hayli zor. Her kültür, her toplum demokrasi kelimesinin altında yatan anlamı kendi şartlarına göre uyguluyor. Sovyetlerdeki “demokrasi” anlayışında parti üyeleri arasında seçim yapılıyordu. A.B.D.’de genel seçimler de sadece iki parti arasında olmasına karşılık neredeyse her iki yılda bir hem meclis hem senato için yerel seçimler yapılıyor. Almanya’da seçmenler parti isimleri ile beraber siyasetçilerin isimlerini de belirtiyorlar. Hatta çoğu demokrasinin belkemiğini oluşturan anayasa, İngiltere’de yok. Bu uygulama örnekleri ülkeden ülkeye çoğalıyor. Fakat demokrasi ile kastedilen temel prensipler–kurumlar arası güç dağılımı, denetim ve denge; kişiler arası saygı ve güven gibi–seçmene önem verilen ülkelerde olabildiği kadar ön planda tutulmaya çalışılıyor.
Demokrasi denen anlamlar bütününün herhalde en önemli ayaklarından biri ise itiraz hakkı. Gerek halkın gücü elinde bulunduranların kararlarına itiraz edebilmeleri, gerekse siyasetçilerin birbirlerinin kararlarına rahatça karşı gelebilmeleri, demokratik olduğunu iddia edebilen toplumlarda olmazsa olmaz. Çünkü itiraz hakkının imtiyaza dönüşmesi, bir toplumu demokrasiden otokrasiye çeviriyor.
Demokratik bir sistem, bu hayati hakkın dile getirilmesini kurumlaştırıyor ve biz halk olarak itirazlarımızı veya rızamızı seçim yolu ile belirtebiliyoruz. Fakat söylenecek her söz, her fikir ve alınacak her taraf bir sonraki seçime kadar bekleyemez. Demokratik bir sistemin parçası olabilmişse şayet, halk alınan kararlar karşısında fikrini açıkça ifade edebilmeli ve bunun karşılığında bir yaptırımla karşılaşmamalıdır. Bunun en bilinen yolu ise protestolardır. Toplumda ve basında yankı uyandırarak siyasilerin dikkatlerini belli konulara çekmek isteyen ve belli konularda siyasilere takip edildiklerini hatırlatmayı amaçlayan protestolar en temel demokratik haklardan biridir; seçme ve seçilme kadar hayatidir.
Protestolar nerede yapılır? Meydanlarda. Demokratik geleneğin bizden biraz daha kapsamlı uygulanabildiği Avrupa’nın çoğu başkentinde trafiğe kapalı en az üç-dört meydan var. Bununla beraber, demokratik olmayan toplumlarda meydanların nasıl kullanıldığı da meydanın önemini anlamak açısından gayet önemli. Kremlin veya Tiananmen meydanlarının devletin baskıcı gücünü göstermesi için bir araca dönüştüğü yadsınamaz bir gerçek. Bizim ülkemizin başkentinde ise meydan diye adlandırılan Tandoğan tamamen trafiğe açıkken, Sakarya Meydanı ise sağı solu lokanta, işletme dolu dar bir alan. İstanbul’da Taksim meydanı da trafik ile çevrelenmiş durumda ve alan olarak en iyimser ölçü ile orta boy diyebiliriz. Şöyle böyle meydan havasında olan Beyazıt ve Konak meydanları ise o şehirler dışında çok bilinen, göz önünde tutulan ve gösterilen yapıldığı yerler olarak tanınmıyorlar.
Yani anlayacağınız, her ne kadar “seçilmiş” olsalar da, belediyelerimizin ve siyasilerimizin meydanlara çok sıcak bakmadığı gayet açık. Bir başka deyişle, protestoculara “meydan vermiyorlar.” Çünkü “meydana çıkmak,” bizde demokratik bir hak değil, otoriteye bir başkaldırı, karşı koyma olarak algılanıyor. Bunun sebebi ise, büyük bir oranda, meydan kelimesine yüklenmiş olan anlam. Şimdi polislerin “meydana çıkan” veya çıkmaya çalışan öğrencilere neden “meydan dayağı” atmaktan çekinmediğinin bir sebebini de görmüş oluyoruz.
“Meydansız” bir demokrasi neye benzer? Bir nevi “meydan sürekli boş” değil mi? Şimdi burada aslında yaman bir çelişki ve tutarsızlık var. Bir taraftan meydan istemeyen bir siyasi gelenek hakimken, bir taraftan da söylemlerinde meydanın boş bulunmasından elde edilen egemenliği gerçek kabul etmeyen bir toplum var. Buna karşılık, kimse meydanların daraltılmasına itiraz ediyormuş gibi durmuyor. İtiraz etmeye çalışanların ne hale düştüğü belli. Buradan anlaşılıyor ki, toplumumuzdaki demokrasi anlayışı kendisini biat etmeye, itiraz refleksi ise kendisini şartlanmaya bırakıyor. İtiraz hakkının ortadan kalkması ile o sistemin demokrasi olmaktan çıktığını belirtmiştik. Fakat tekrar soralım: itirazsız ve meydansız demokrasi olur mu? Olursa nasıl olur ve o toplumun geleceği nereye gider? Bunların hepsini zaman bize teker teker gösterecek.
Toplumumuzda demokrasinin daha çok yayılması için meydan kelimesinin anlamını değiştirmek ve toplumda yaymak hayli gerçek dışı ve çok zaman kaybettirebilecek bir proje. Zaten tek sorun meydan kelimesine yüklenen anlam değil. Fakat, meydan kelimesinin anlamından yaptığımız çıkarım ile bu anlamın toplumda nasıl uygulandığına bakarak karşımızdaki zorlukları daha iyi tanıma fırsatı buluyoruz. Gücü elinde bulunduranların itirazı tehdit, başkaldırı ve itaatsizlik olarak algılaması, itiraz edenlerin ise “meydanı bırakmaya” meğilli olmaları. Şayet demokratik hakların daha sık, daha çaplı ve daha cesurca yaşandığı bir toplumun parçası olmak istiyorsak, itirazla yaşamaya alışmamız, itirazları dinlememiz ve onları kendimizi geliştirmek için bir fırsat olarak görmeye başlamamız lazım. Bu arada doğru düzgün, trafiğe kapalı ve büyükçe bir kaç meydan yapsak da fena olmaz.