İntihar ve duygusallık üzerine
[Waits] içini çekti ve o odadaki hiçbirimiz plağı duymamış olsak da açıklamak için can atar gibi bir hali vardı. Blue Valentine karakteristik olarak sokak haberleriyle doludur. “Hiçbir zaman sevgili bebeğim, seni seviyorum ve her şey yoluna girecek çünkü evleneceğiz tarzında yazan biri olmadım. Bu benim özel hayatımda da bayağı bir soruna yol açtı. Gittikçe daha acımasız bir tutum geliştirdim. Albümde Sweet Little Bullet from a Pretty Blue Gun adında bir şarkım var. Hollywood Bulvarı’ndaki bir intiharla ilgili. Yaklaşık bir yıl önce, 15 yaşındaki bir kız 17. katın penceresinden bir gitarla atladı. Crawdaddy dergisinde falan göremezsiniz bunları. Bu hikâyeleri hiç duymazsınız.”
Alaycılık üzerine
“Giderek daha mı alaycı oluyorum? Bilemiyorum. Ben sadece… çelik bir kasada falan yaşamıyorum sonuçta. Yani, ben de arabamla bir kilisenin önünden geçerken pirinç atmalı, org çalmalı ve herkesin gülümseyip durduğu o ortamdaki smokinli adamı ve beyaz elbiseli hoş kızı görmüyor değilim… Sonra, benim yorumum köşeyi döndüklerinde muhtemelen bir kamyonun altında kalacaklarını söylemek de olabilir, anlatabiliyor muyum?”
Herkesin sesi olmak üzerine
Eleştirmenler [Waits’in] tarzının yapmacık ve şiirinin çocukça olduğunu söylüyor (“Obsidyen bir gökyüzünde serseri gibi gezinen tereyağlı bir bilardo topunu andıran dolunayın sarı bisküvisi”). Ama Waits kendini herkesin sesi olarak görüyor. “Kıyılar boyunca yayılan kolektif bir yalnızlık var” diyor. “Kolektif bir kimlik kopukluğu krizi gibi. Karanlık, sıcak, narkotik bir Amerikan gecesi. Umarım kendimi bir gün o çift-arabalı konforun içinde bulmadan önce bu duyguya temas etmeyi başarabilirim.”
Hafızasının dip köşeleri üzerine
“Ben daha çok hafızanın olayları bozucu etkisiyle ilgileniyorum. Bir şeyleri söküp, eksik parçalar bırakarak yeniden birleştiren bir aparat gibi. Bir şeyi hatırladığınızda, bu her zaman bozuk bir izlenim oluyor, bir an artık gitmiş olduğunda hafıza da şimdiki anın kendisinde çok farklılaşmış oluyor.
Hani birini yanlış anladığımızda ya da kulak misafiri olmakla yetinip konuşmanın sadece bir kısmını duyduğumuzda, geri kalanı bundan hareketle yeniden inşa ederiz. Ya da bir dergi okuyoruzdur, makalenin başında 23. sayfa’nın devamı yazıyordur ama 23. sayfa yırtılmış olduğundan elinizdeki tek şey bu iki paragraftır…
Ebeveynlerimin bir arkadaşı Hintli bir kadındı. Tatillerde dükkânların vitrinlerine Noel sahneleri çizerdi. Gecenin bir yarısı gidip ondan süt ve yumurta alırdık. Sonra ona yüklü bir para miras kaldı ve taşındı… Babam tavuk çiftliği olan bir çift tanıyordu. Kadın hastalık hastası, adamsa alkolikti. Kadın egzotik bir kuşa, dalgıç kıyafeti giymiş bir kanaryaya benziyordu ve adam, Errol Flynn’e benziyordu. Bir şeyi hatırladığımda, hatırladığım kadarını değiştiriyorum da, kastettiğim, yani muhtemelen adam Errol Flynn’e hiç benzemiyordu.”
Bir Tom Waits mitolojisi var mı?
Amanda Petrusich: Sıkı ve kavgacı isimlerle zengin ve harika bir Amerikan şarkı yazarlığı tarihi var. Ramblin’ Jack Elliott’tan Bob Dylan’a kadar herkes kendini mitleştirerek ilerliyor, evveliyat uyduruyor, isimlerini değiştiriyor, şarkıların yanında daima çalışacak personalar icat ediyor. Bir Tom Waits mitolojisi var mı?
TW: “Eminim vardır. Gerçek şu ki, insanların hakkımda bildiğini sandığı birçok şey uydurmadan ibaret. Benim asıl hayatım hep perde arkasında. Hakkımda bilinen tek şey benim hakkımda bilinmesine izin verdiklerim. Bir vantrilok gösterisi gibi. Ayrıca bu özel hayatınızı işinizden uzak tutmanın da bir yolu -ki bu sağlıklı ve gerekli. Ben o magazincilerin peşinde olduğu insanlardan değilim. Bir noktada o kokuyu yaymamalısın, köpekbalıklarını çeken sudaki kan gibi… Sonunda bunu anlıyorlar ve senin de kabul ettiğini biliyorlar. Onlardan biri değilim. Bir şeyler uyduruyorum. Bir kez tekrarlandıktan sonra söyleyebileceğin hiçbir şey artık aynı anlama gelmiyor. Hepimiz asıl hikâyelerin daha zayıf versiyonlarını oluşturuyoruz. Kaydedilmesinden önce her şey kamuya mal olmuş bir sürece tabi oluyor ve hepimiz şarkıların evriminde ve sonra yaşanan göçünde, beste yapmanın bir parçası oluruz. Ona ulaştığımız bir nokta vardır ve hepsi elimizden bir anda kayıp gider. Bir dizeyi çıkarırsınız veya cinsiyetini değiştirirsiniz veya çocuklarınızı hesaba katarak bir dizeyi temizler veya insanlar için daha uygun bir şey eklersiniz. Hey, bunu ben yazdım, artık ben de bunun bir parçasıyım demenizle geleneksel denilen her şeyi tanımlamış olursunuz. Tıpkı anlatılan bir şakanın size geçmesi gibi… size nasıl geçiyor tam olarak? Geriye dönüp izini sürebilseydiniz, bu büyüleyici olurdu.”
Dinsel göndermeler üzerine
Mick Brown: Kayıtlarınızda her zaman dini göndermeler olmuştur, hem müzikal hem sözyazımı açısından, Selamet Ordusu’na ya da şu diriliş çadırlarına… ve bu albümünüzde de geleneksel bir gospel var, Lord I’ve Been Changed; ve kendi yazdığınız bir tane de, Down There by the Train. Bu, sevdiğiniz müziklerden bir müzik mi, yoksa arkasında bir Duygu mu var?
TW: “Bilmiyorum… Her zaman dinin daha içgüdüsel bir şey olması ve biraz dayak yemiş gibi hissettirmesi gerektiğini düşünmüşümdür. Arizona’da otostop yapıyordum, yılbaşı arifesiydi ve Stanfield adında küçük bir kasabada mahsur kaldım. Arizona sıcaktır diye düşünürsün ama ocak ayında hava -10 derece falandı ve vasıta bulamıyordum. On yedi yaşında falanım. Bayan Anderson adında yaşlı bir kadın evinden çıktı, yakın arkadaşım Sam de yanımdaydı, kadın dedi ki, ‘Hava soğuyor, akşam çöküyor, bu yılbaşı arifesi, kiliseye gelin.’ Ve bizi kilisenin arkasında bir yere oturttular, Pentecostal cemaati. Orada bir grup vardı: iki Meksikalı adam ve bir siyah davulcu ve gitarda yaşlı bir adam… çok garip… ve yedi yaşlarında piyano çalan bir çocuk. Var olmayan bir dilde söylüyorlardı. Daha önce hiç böyle bir şey deneyimlememiştim, bana scat falan gibi gelmişti; kendilerinden geçiyorlardı. Arka taraftaydık, gülmeye başlamıştık çünkü sıradışı bir şeydi ve biz de genç ve toyduk. Performansları bitince ücretlerini aldılar ve tüm parayı doğruca bize verdiler. Dediler ki, “Bu gece bizimle olmak için uzun bir yoldan gelen yabancıları, arkada oturan yolcularımızı onurlandırmak istiyoruz.” Bize bir sepet para verdiler ve o gece arka tarafında kamyonların park ettiği televizyonlu falan sıcak bir motel odası tuttuk. Ertesi sabah kalktık, yola düştük ve California’ya kadar gittik. Bu muhtemelen yaşadığım en önemli dini deneyimdi. Bir gün bir kiliseye katılacak olsaydım, o kilise olurdu.”
Soru-cevap
Koleksiyonundaki en merak uyandırıcı plak?
70’lerde Los Angeles’ta bir plak şirketi The Best of Marcel Marceau adında bir plak çıkardı. Kırk dakikalık bir sessizlik, ardından alkış başlıyor ve gerçekten iyi sattı. Konuklarım için onu çalmayı severim. Yine de insanların bunun hakkında konuşması beni gerçekten rahatsız ediyor.
Vestiyerde unutulan sıradışı şeyler?
Yani, Winston Churchill bir kadın vestiyerinde doğmuş ve 1/16 oranında İrokua kanı taşıyormuş.
Moda ve tarih arasındaki bağlantıdan her zaman keyif aldın. Bize bundan bahset.
1947’de Fransız bir moda tasarımcısı tarafından üretilen iki parçalı mayoyu ele alalım. Üzerinde minimal iki parçadan başka bir şey olmayan ilk kadının görüntüsü, ABD tarafından Marshall Adaları’ndaki Bikini Adası’nda patlatılan atom bombası kadar patlayıcı bir şeydi; dolayısıyla bikiniye bu isim verilmiş.
Yaratıcı yaşamını şekillendiren sanatçılar?
Ok. Şu an aklıma gelenleri sayıyorum: Kerouac, Dylan, Bukowski, Rod Serling, Don Van Vliet, Cantinflas, James Brown, Harry Belafonte, Ma Rainey, Big Mama Thornton, Howlin’ Wolf, Leadbelly, Lord Buckley, Mabel Mercer, Lee Marvin, Thelonious Monk, John Ford, Fellini, Weegee, Jagger, Richards, Willie Dixon, John McCormick, Johnny Cash, Hank Williams, Frank Sinatra, Louis Armstrong, Robert Johnson, Hoagy Carmichael, Enrico Caruso.
Şarkılar?
Tekrarlayayım, şu an aklıma gelenler… bu soruyu yarın soracak olsanız muhtemelen liste değişirdi. Gershwin’in ikinci prelüdü, “Pathétique Sonata,” “El Paso,” “You’ve Really Got Me,” “Soldier Boy,” “Lean Back,” “Night Train,” “Come in My Kitchen,” “Sad- Eyed Lady,” “Rite of Spring,” “Ode to Billy Joe,” “Louie Louie,” “Just a Fool,” “Prisoner of Love,” “Wang Dang Doodle (All Night Long),” “Ringo,” “Ball and Chain,” “Deportee,” “Strange Fruit,” “Sophisticated Lady,” “Georgia on My Mind,” “Can’t Stop Loving You,” “Just Like a Woman,” “So Lonesome I Could Cry,” “Who’ll Stop the Rain?,” “Moon River,” “Autumn Leaves,” “Danny Boy,” “Dirty Ol’ Town,” “Waltzing Matilda,” “Train Kept a Rollin’,” “Boris the Spider,” “You’ve Really Got a Hold on Me,” “Red Right Hand,” “All Shook Up,” “The Cause of It All,” “Shenandoah,” “China Pig,” “Summertime,” “Without a Song,” “Auld Lang Syne,” “This Is a Man’s World,” “Crawlin’ King Snake,” “Nessun Dorma,” “Bring It on Home to Me,” “Hound Dog,” “Hello Walls,” “You Win Again,” “Sunday Morning Coming Down,” “Almost Blue,” “Pump It Up,” “Greensleeves,” “Just Wanna See His Face,” “Restless Farewell,” “Fairytale of New York,” “Bring Me a Little Water, Sylvie,” “Raglan Road,” “96 Tears,” “In Dreams,” “Substitute,” “Good Time Charlie’s Got the Blues,” Rawhide’ın tema müziği, “The Same Thing,” “Walk Away Renée,” “For What It’s Worth,” Once Upon a Time in America’nın tema müziği, “Nowadays Clancy Can’t Even Sing,” “O Holy Night,” “Mass in E Minor,” “Harlem Shuffle,” “Trouble Man,” “Wade in the Water,” “Empty Bed Blues,” “Hava Nagila.”
Cennet hayalin?
Ben ve eşim Route 66’da; bir fincan kahve; ucuz bir gitar; Motel 6’da bir rehinci teybi ve kapının yanına park edilmiş iyi çalışan bir araba.
Sana zor gelen şeyler?
Çoğunlukla gerçeklik ve hayalgücü üzerinde duruyorum. Gerçekliğimin, bir ampulün duy’a ihtiyacı olduğu gibi hayalgücüne ihtiyacı var. Hayalgücümün ise kör bir adamın bastona ihtiyacı olduğu gibi gerçekliğe ihtiyacı var.
Matematik zordur. Harita okumak, emirlere uymak, marangozluk zordur. Elektronik tesisat işleri… Bazı şeyleri doğru hatırlamak. Düz çizgiler. Alçıpan yapmak. Çengelli iğne bulmak. Başkalarına karşı sabırlı olmak zordur. Çin yemeği sipariş etmek. Sadece Almanca olan stereo talimatları…
Dünyanın sorunu ne?
Bilgiyle karıştırılan enformasyonun ağırlığı altına gömülüyoruz; nicelik bollukla, zenginlik mutlulukla karıştırılıyor. Leona Helmsley’nin köpeği geçen yıl 12 milyon dolar kazanırken Ohio’da bir çiftçi olan Dean McLaine 30.000 dolar kazandı. Her birimizin beyninde büyüyen deliliğin devasa bir göstergesi. Para ve silah taşıyan maymunlarız.
Filmlerden sevdiğin sahneler?
De Niro’nun Raging Bull‘da ringde olduğu sahneler. Heaven Can Wait’te Warren Beatty’nin “Bir fincan kahve içmek ister misiniz?” diye sorduğu anda Julie Christie’nin yüzü. East of Eden’da James Dean’in felç geçirmiş babasının yatağının başında otururken hemşireye dışarı çıkmasını söylemesi. Touch of Evil’da Marlene Dietrich’in “O nazik bir adamdı” demesi. Scout’un, To Kill a Mockingbird’de “Hey, Bay Cunningham” demesi. Nic Cage’in Matchstick Men‘de eczanede kafayı ve Vampire’s Kiss‘te hamamböceği yediği anlar. Chinatown’un son sahnesi.
Hep aklında bir yerde olan birkaç film sahnesi daha paylaşmanı istesek?
Rob Steiger’ın The Pawnbroker’da Porto Rikoluya altın hakkında anlattıkları. Brando’nun The Godfather’da o korkutucu portakal dişlerle ölüşü. Emperor of the North’ta Lee Marvin yük vagonunun altında giderken Borgnine’ın onun kıçında sektirdiği çelikler. Yine Touch of Evil’da oteldeki Dennis Weaver’ın küçük bir ağaca tutunarak “Ben gece adamıyım” demesi. Ox-Bow Incident’taki idam. Blade Runner’da Rutger Hauer’in ölürken yaptığı konuşma. Zorba’da Anthony Quinn’in sahildeki dansı. Nicholson’ın The Witches of Eastwick’te, kadınların vodoo bebeğine iğne batırmasıyla kilisede tüylerle kaplanması. Mel Gibson’ın Blue Heeler’ının Road Warrior‘da okla vurulması. The Exorcist‘taki Rachel’ın “Bu suçsuz günahsız yavruya yardım eder misin, Peder?” diye sorması. Treasure Island’da, meyhanedeki kör adam. Frankenstein‘daki, Canavar’ın kız çocuğunu nehirde boğmasından sonraki sahne.
Tuhaf bir yerde vuku bulan tuhaf bir şey söyle. Herhangi bir şey…
İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Japon yük gemisi torpido yemiş ve gövdesinde büyük bir delikle Tokyo Limanı’nın dibini boylamış. Yaralı geminin yüzeye çıkarılması sorununu çözmek için bir mühendis ekibi bir araya getirilmiş. Bulmacayı çözmekle görevli mühendislerden biri, çocukken bir Donald Duck çizgi filmi izlediğini, orada da okyanusun dibinde bir tekne ve teknenin gövdesinde delik olduğunu söylemiş. Diğerleri şüpheyle gülmüşler, ancak uzmanlardan biri denemeye istekliymiş. Tabii, yirmi milyon pinpon topunu Tokyo’dan başka nerede bulabilirsin ki? Derken bunun mükemmel bir çözüm olduğu ortaya çıkmış. Toplar gövdeye monte edilmiş ve gemi yüzeye çıkmış. Bazen çözümler tamamen farklı bir bakış açısından bulunur; ayrıca, imkânsız gibi görünen şeyler karşısında kendine inanmalı insan.
Koleksiyonundaki en ilginç plak?
Robbie Robertson etiketli, son derece gizemli bir güzelliği olan bir tane. Cırcır Böcekleri. Gerçekten, cırcır böcekleri söylüyor… Bunu ilk duyduğumda… Viyana Çocuk ya da bir Mormon Tapınağı Korosu’nu dinlediğime yemin edebilirdim. Dört bölümlük bir armoni gelir, salınan bir koro panoraması. Ardından bir ses duyulur ve der ki, “Dinlediğiniz şey cırcır böceklerinin sesi. Yavaşlatılmış olmaları dışında hiçbir şey değiştirilmemiştir.” Kulaktan silinmez bir deneyim. Bunu Charlie Musselwhite’a dinletmiştim ve bana cebimden bir leprikon çıkarmışım gibi bakmıştı.
Bizimle paylaşabileceğin ilham verici bir özlü söz biliyor musun?
Jim Jarmusch bir keresinde bana şöyle demişti: “Hızlı, ucuz ve iyi… Bunlardan iki tanesini seç. Bir şey hızlı ve ucuzsa iyi olmaz, ucuz ve iyiyse hızlı olmaz, hızlı ve iyiyse ucuz olmaz.” Hızlı, ucuz ve iyi… ilham almak için iki tanesini seçin.
Hemingway’in mezar taşında ne yazıyor?
“Kusura bakmayın, kalkamıyorum.”
Beklenmedik yerlerde bulduğun en kayda değer şeyler?
1. Otoparkta… gerçek bir güzellik: arabaların bıraktığı yağ lekeleri. 2. Brezilya’da… hurda tahtadan yapılmış tahtlara benzeyen ayakkabı boyama standları. 3. Reno-Nevada’da… rehinci dükkânı penceresindeki takma dişler. 4. Hapishanede… harika bir akustik. 5. Tulsa-Oklahoma’daki havaalanında… olabilecek iyi yemekler. 6. Fátima, Portekiz’de… çoğu hediyelik eşya dükkânı. 8. Bir Morrissey konserinde (en beklenmedik yer)… bir Chicano kitlesi. 9. Washington DC’de… en büyük yoksulluk. 10. Çin Mahallesi’ndeki boş bir çöplükte… “Bakteri” kelimesinden oluşan şarkısını söyleyen güzel bir operacı sesine sahip evsiz bir adam. 11. İskoçya’da… Teksas aksanıyla konuşan Çinli bir adam. 12. Arizona’da… kuru bir nehir yatağında olabilecek en iyi gece uykusu. 13. St. Louis’te… kırmızı pantolon giyen bir sürü insan. 14. New York City’de… güzellik abidesi atlar. 15. Baltimore-Maryland’de… 1890’da bir hâkim, cinayetle suçlanan, suçlu bulunan ve diğer yarısından oluşan bir jüri tarafından mahkûm edilen ve sonra serbest bırakılan bir adamın duruşmasına başkanlık etmiş. Hâkim duruşmanın sonunda ona “Suçlu olduğunuz su götürmez beyefendi, ancak masum bir adamı hapse atamam” demiş. Anladınız mı, katil siyam ikiziymiş. 16. Bir midyede, vücuduyla orantılandığında… gördüğüm en büyük penis.
Tom, etimolojiye ilgin var. 2000 Dolarlık bir soru: Bedlam kelimesinin kökenini söyle.
Beytüllahim kelimesinin zamanla bozulmasından geliyor. Londra’nın dışındaki Beytüllahim’deki Aziz Meryem Hastanesi’nden. Hastane 14. yüzyılın sonlarında akıl hastalarını kabul etmeye başladı. 16. yüzyılda tamamen tımarhaneye çevrildi. Bedlam kelimesi de her türlü tımarhane ve dolayısıyla da her tür gürültülü karmaşa sahnesi için kullanılmaya başlandı.
Kulaklarına ne oldu?
Duyduğum şeyleri yanlış duymamı sağlayan işitsel bir stigmatizmim var… ses illüzyonları duyuyorum. Sanırım ADD diyorlar. Beynimde bir çırpma teli var; söylenenleri alıp kuşdiline dönüştürüyor ve bana öyle aksettiriyor.
Dünyaya geç geldiğin için göremediğine üzüldüğün ne var?
Vodviller. Bir sürü farklı kültür ve tuhaf melezliklerin bir karışımı. Delta blues gitaristleri ve Hawaii sanatçılarının bir araya gelmesi slide gitarın Afrika kökenli Amerikalı saydığımız bir dil olarak benimsenmesiyle sonuçlandı. Ama bu biraz çapraz-bir-etkileşimdi, çoğu kültür gibi. Tüm kültürler gibi. George Burns özellikle sevdiğim bir vodvil sanatçısıydı. Kuru ve soğukkanlı, meraklı ve komik… kendisi ne derse desin. Dans da edebiliyordu. “Ülkeyi yönetmeyi becerebilecek yegâne insanların taksi şoförlüğü ve saç kesmekle meşgul olması çok kötü” derdi.
Neleri merak edersin?
1. Kurşunlar kime kastedeceklerini bilir mi? 2. Okyanusun dibinde bir tıkaç var mı? 3. Jokeyler atlarına ne söylüyor? 4. Bir gazete kağıt hamuru hakkında ne hisseder? 5. Çevreyolunun kenarında bir ağaç olmak nasıl bir histir? 6. Bazen bir keman Siyam kedisi gibi ses çıkarır; ilk keman telleri de kedi bağırsağından yapılırdı; ikisi arasında herhangi bir bağlantı var mı? 7. Dünya ne zaman doğrulup bizi sırtından atacak? 8. Biz insanlar bir gün robotlarla evlenecek miyiz? 9. Elmas sadece sabırlı bir kömür parçası mı? 10. Ella Fitzgerald sesiyle gerçekten o şarap kadehini parçaladı mı?
Sevdiğin sesler?
1. Havaalanlarındaki asimetrik dönen bagaj bantlarının sürtünmelerinden gelen yüksek perdeli o ses; devasa bir şarap bardağının kenarında dolaşan devasa ıslak bir parmak gibi. 2. Sokak köşesi evanjelistleri. 3. Manhattan’da kazık çakıcılar. 4. Karımın şarkı söyleme sesi. 5. Atların, trenlerin gelişi. 6. Okul çıkışında çocuklar. 7. Aç kargalar. 8. Orkestranın hazırlanması. 9. Eski kovboy filmlerinde salon piyanoları. 10. Hız treni. 11. Ön farların pompalı tüfekle patlatılması. 12. Buzların erimesi. 13. Matbaa baskı makineleri. 14. Transistörlü radyoda maç dinlemek. 15. Apartman penceresinden gelen piyano dersi sesi. 16. Eski yazar kasalar; “ca – ching!” 17. Benzin-canavarı arabalar. 18. Step dansçıları. 19. Arjantin’deki futbol kalabalığı. 20. Beatbox. 21. Sis düdükleri. 22. Yoğun bir restoranın mutfağı. 23. Eski filmlerdeki haber merkezi odaları. 24. Fillerin geçişi. 25. Pastırmanın kızarması. 26. Bando takımı. 27. Klarnet dersleri. 28. Victrola pikap. 29. Boks çanı. 30. Çin düşünce yürütme tarzı. 31. Pinball makineleri. 32. Çocuk orkestraları. 33. Troleybüs zili. 34. Havai fişekler. 35. Zippo çakmağı. 36. Buharlı org. 37. Çelik bass davullar. 38. Traktörler. 39. Stroh kemanlar. 40. Susturuculu trompet. 41. Tütün müzayedecileri. 42. Müzikal testere. 43. Teremin. 44. Kumrular. 45. Martılar. 46. Baykuşlar. 47. Bülbüller. 48. Güvercinler… Dünya her zaman müzik yapmayı sürdürür.
Seni ne korkutur?
1. Bir arabanın arka koltuğunda gözünün üzerinde sinek dolaşan ölü bir adam. 2. Herhangi bir uçuştaki türbülans. 3. Siren-çakar kombinasyonu. 4. Geceleri belalı mahallelerde silah sesleri. 5. Havanın karardığı, yağmurun başladığı o anda araba motorunun çalışacakmış gibi yapıp çalışmaması. 6. Kapanan hapishane kapısı. 7. Pasifik Kıyısı Otoyolu’nda keskin bir virajdan geçerken şoförün kalp krizi geçirip ölmesi ve o sırada arka koltukta olmak. 8. Postacı olmak ve kuduz olmuş, dişlerini gösteren bir Doberman’la karşı karşıya kalmak, yanında kemik falan olmaması ve onun senin kıçını ısırmak istemesi. 9. Bir filmde saatli bombayı durdurmak için “yeşil kablo mu mavi kablo mu” durumunda kalmak. 10. McCain’in kazanması. 11. Makineli tüfekli Almanlar. 12. Memurlar, ofisteki memurlar, memur olmak. 13. Deredeki buzun içine düşmek, akıntıyla sürüklenmek ve tam yüzeye çıkacakken üzerinde buzdan bir çatı olduğunu fark etmek.
Terry Gilliam’la çalışmak nasıldı?
The Imaginarium of Dr. Parnassus’ta Şeytan’ı canlandırmıştım; herhangi bir şeytan değil, Şeytan. Neden benim düşünüldüğümü bilmiyorum. Kilisede büyümüş biriyim sonuçta. Gilliam ve ben The Fisher King zamanında tanıştık. Onun insanlar arasında devasa bir aurası vardı ve ben onun filmlerine hayrandım. Munchausen‘i yüz kez izlemişimdir. Brazil gerçek bir sanatsal zirve. Brothers Grimm geçen sene en sevdiğim film oldu. Sahnelerimin çoğunda Christopher Plummer ile birlikteydim, Dr. Parnassus’u o canlandırıyordu. Plummer yeryüzünün en büyük aktörlerden biri! Onu izlemeyi ve ondan öğrenmeyi huy edindim. Gerçek bir yıldız ve bir centilmen. Gilliam ise bir impresaryodur, bir kaptan, bir sihirbaz, bir diktatör (iyi olanlarından), bir dâhi ve dünyanın sonu geldiğinde kayıkta yanınızda olmasını isteyeceğiniz türden bir adamdır.
çev. Ozan K. Dil ✪