Dostoyevski, insan ruhunun derinliklerinde yeraltı devrimi olarak nitelendirebileceğimiz bir çağ başlangıcının hem düşünürü hem de ressamıdır. Yüzeyde değişen bir şey yoktur. Eski yaşam biçimi son kez Aleksandr çağında toparlanmak istenmiş ve görünüşte kalan bir refah ortamı yaratmıştır, oysa alt katmanlarda güçlü bir hareketlilik söz konusudur.
Ancak, ne kuramcıların, ne de akıma yön veren eylemcilerin haberi vardır olup bitenden; onların yarattığı bir durum değildir bu. Aslında onları yaratan durumdur bu. Bu insanlar dış görünüşlerinde hareketlidirler, ancak ruhen edilgindirler ve arkalarından gelen akımların önünde sürüklenirler.
Dostoyevski hazırlanmakta olan Rusya’nın ve belki de evren çapındaki bir devrimin ideolojik temellerinin niteliğini o üstün sezgisiyle görmüştür. Tam bir kâhin gibi, devrimi önceden sezmişti. Zaten devrim tam onun öngördüğü biçimde oluşmuştur. Dostoyevski, devrimin iç diyalektiğini açığa çıkarıp, ona biçim verir; esas niteliğinin, çevredeki deneysel gerçeğin oluşturduğu dış koşullardan değil, ruh evriminin derinliklerinden kaynaklandığını kanıtlar. Ecinniler, yaşadığı zamanın romanı değil, geleceğin romanıdır. 1860-1870 yıllarında Rusya’da henüz bir Stavrojin, ya da bir Kirilov, bir Şatov, ya da Peter Verhovenski, veya Şlgaliyev yoktur; bu tipler, sonradan, yirminci yüzyılda çıkmışlardır ortaya; insan ruhu karmaşıklaştıktan ve din ilhamları ülkeden geçip gittikten sonra. Ecinnilerin konusunu esinleyen Neçayev olayının kitapta anlatılanla ilgisi yoktur; çünkü Dostoyevski yüzeydeki olaylarla ilgilenmez ruhun derinlikleri ve son ilkeler ilgilendirir onu.
Dostoyevski, devrimin iç diyalektiğini açığa çıkarıp, ona biçim verir; esas niteliğinin, çevredeki deneysel gerçeğin oluşturduğu dış koşullardan değil, ruh evriminin derinliklerinden kaynaklandığını kanıtlar.
Bu ilkelerin anlamı sadece ileriye yönelik düşünerek anlaşılabilirdi. Dostoyevski, tüm dikkatini, kaynaşmaktaki devinimin er geç varacağı noktada, var olacak olan üzerinde de toplamıştı. Onun gibi bir sanatçı dehasında, geleceği görme zaten kendiliğinden vardır. Dostoyevski’nin devrim karşısındaki tutumu, kötüye olan yaklaşımında da görülen bir çatışkıya dayanır. Devrimleri oluşturan sahte ve haksız ruha Dostoyevski’den daha güçlü karşı çıkan görülmemiştir; devrimlerde, Deccal’in gizil güç halindeki ruhunu ve insanı Tanrı’ya dönüştürmenin bir safsatadan ibaret olduğu gerçeğini görmüştür. Onu bir tutucu ya da bir gerici olarak nitelendirenleyiz. O çok daha geniş ve derin bir anlamda ruh devrimcisiydi. Devrim ruhunun doğuşundan önce var olan, statik ve devinimsiz bir yaşam kavramına dönme olanağı görmüyordu. Bir vakitler var olan o dinginliğin geri geleceğini düşleyemeyecek derecede ileri görüşlüydü. Akımların, güçlerini nerden aldıklarını ve nereye yöneldiğini ilk gören oydu. «Dünyanın sonu geliyor» diye yazıyordu günlüğünde. Tutucu bir tutum değildi bu. Devrime karşı düşmanlığı, eski toplum düzenine düşkün, gerici zihniyetli bir kimsenin düşmanlığı değildi; Deccal’a karşı giriştiği büyük çabasında, İsa’dan yana çıkmış, ileriyi gören bir adamın düşmanlığıydı. Yüzünü, mahşer gününün son kavgana çevirmiş İsa’yla birlikte yürüyen kişidir geleceğin adam; kendiyle birlikle, her zerresi Deccal İle birlikte yürüyen ve mahşer günü Deccal’in saflarında çarpışacak olan geçmişin adamı değil Devrimcilerle karşı devrimciler arasındaki çatışma, genelde yüzeysel bir sorundur. Karşıt çıkarlar vardır: Bir yanda yerleri başkaları tarafından alman, «bir zamanlar var olmuş olanlar», Öte yanda, şölenlerde artık baş köşeye geçen, onların yerine gelenler vardır. Taraflardan herhangi birine bağlanamayan bütün büyük adamlar gibi Dostoyevski de, bu yarışı dışarıdan seyretmiştir. Nietzsche’ye «devrimci» ya da «karşı devrimci» denebilir mi? Demagoglar açısından bakılacak olursa, belki bunlar, Dostoyevski gibi «karşı devrimci» görülebilir: Ruhun ilk bakışta «devrimci» diye nitelendirilen her şeye düşman olması gerektiğinden, genellikle de ruh devriminin devrim ruhuna karşı olmasından kaynaklanır bu, Dostoyevski, bu tür ileriyi görenlerdendi; normal, devrimci, ya da karşı devrimci gibi kalıplaşmış nitelendirmeler yakıştırılamaz ona. Onun için devrim, herhangi bir tepkiydi. Özgürlüğün, bozulup, keyfi davranışlara dönüştüğünde, başkaldırı ve devrime yol açtığım göstermişti Dostoyevski. Tanrısal çıkış noktalarını yadsımış olan insanların kaçınılmaz yazgısıydı bu. Devrim, dış nedenlerden ve koşullardan kaynaklanmaz, içte oluşur: İnsanın başlangıçtaki, Tanrı’yla, dünyayla ve hemcinsleriyle olan ilişkilerinde baş gösteren, felâketle sonuçlanacak değişiminin bir belirtisidir. Dostoyevski bu ilişkilerin nasıl devrim yolunu açtığım göstermiş, diyalektiğini ortaya koymuştur: İnsan yaradılışının sınırlarının ve insanın yaşam biçimlerinin antropolojik bir incelemesidir bu. Dostoyevski, bireylerin yazgılarında karşı karşıya geldiği şeyleri, başka ulusların yazgılarında da görmüştü; «Acaba her şey mubah mıdır?» sorunu, toplum için söz konusu olduğu çapta, bireyler için de söz konusuydu; bireyi suç işlemeye götüren yol, toplumu da devrime götürüyordu. Bireyler olsun, uluslar olsun, sınırlarını aştılar mı, özgürlüklerinden yoksun kalıyorlardı. Dostoyevski, devrimin izlemek zorunda olduğu süreci görmüştü, özgürlük eninde sonunda inanılmaz bir tutsaklıkla sonuçlanıyordu; bu tutsaklığın en ince ayrıntılarını dahi açığa çıkarmıştı. Dostoyevski. Devrimi sevmeyişi bundandı, insanları tutsaklığa götürdüğü, ruhun özgürlüğünü yitirdiği için: Temel ilkelerine karşı çıkmasının nedeni, tutsaklık sonucu insanlar arasında eşitliğin ve kardeşliğin yadsınması olgusundan kaynaklanıyordu. Devrimin düş kırıklıklarını, verdiği sözleri hiçbir zaman gerçekleştiremeye-ceğini göstermişti: Deccal ile İsa yer değiştirdi mi, İsa’yla birlikte yürümek istemeyen kişiler, karşıt ruhla birleşmek zorunda kalıyorlardı.
«Devrim» nitelik açısından Dostoyevski için her şeyden önce bir sosyalizm sorunuydu. Sosyalizmin ortaya koyduğu sorun, kafasını kurcalayan baş sorundu. Nitekim Sosyalizm üzerinde söylenmiş bulunan önemli sözlerin kaynağı odur. Sosyalizmi dinsel bir sorun olarak, Tanrı ve ölümsüzlük sorunu olarak görmüştür. «Sosyalizm», diye yazıyordu, «bir emek sorunu, ya da dördüncü sınıf diye nitelendirilen bir sınıf sorunu değildir; daha çok, tanrıtanımazlık sorunudur, tanrıtanımazlığın çağımızdaki somut görünümüdür, Tanrı’sız, kurulan Babil Kulesi’dir, yeryüzünü göğe çıkartmak, değil, göğü yeryüzüne indirmektir amacı.» Sosyalizm, insan varlıklarının dünya çapındaki her zamanki sorusunu cevaplandırmaktadır; bu dünya cennetinin örgütlenmesidir sorun. Dinsel niteliği, özellikle Rus Sosyalizminde görülmektedir. Rus sosyalizmi tamamıyla apokaliptiktir, tarihin sonunda faciayla sonuçlanacağına inanır. Devrimci Sosyalizm, Rusya’da hiçbir zaman toplumun ekonomik ve siyasal geçici bir süreci olarak görülmemiştir; belirgin ve mutlak bir durum gibi davranmıştır. Bunu, insanlık yazgılarının çözümü, yeryüzü cennetinin kuruluşunun başlangıcı olarak görmüşlerdir. «Rus gençleri ne başardı ki şimdiye kadar? Aralarında hiç var mı bir iş başaran, hadi hepsinden vazgeçtik?» der İvan Karamazov. «Örneğin» şu kokuşmuş meyhaneyi ele alalım; burada buluşurlar, bir köşede toplaşırlar. Bunlar birbirleriyle önceden karşılaşmış değillerdir, dışarı çıkıncı da, kırk yıl birbirlerini görmeyeceklerdir. Pekiyi, burada oldukları sürece neden söz eder bunlar sanırsınız? Yalnızca evrensel sorunlardan: Tanrı var mıymış, ölümsüz ruh diye bir şey olur muymuş? Tanrıtanımazlar Sosyalizm ile anarşizm konusunu tartışırlar ve insanlığın yeniden düzenlenmesi sorununa eğilirler; hep aynı sorunlar,» işte bu, Rus gençlerinin apokaliptik niteliğini gösteren, Rus Sosyalizmi ve Rus devrimi işte bu «kokuşmuş meyhaneler »deki tartışmalardan kaynaklanmıştır. Dostoyevski ise, bu konuşmaların nelere yol açacağım görmüştü. «Şigaliyev’in dünyanın sonunu bekliyormuş gibi bir tutumu var, bu dünya sanki aslı çıkmayan kehanetlere dayanıyormuş, sanki sonu yarın değilse, öbür gün saat tam onu yirmi beş geçe gelecekmiş gibi». Bütün Rus Sosyalist Partisi devrimcileri, tarihsel yöntemleri yadsıyan, apokaliptik, ya da nihilist bakışlarla kültür çabalarını ve kültürün ağır gelişimini tıpkı Şigaliyev gibi büyük bir iç genişliğiyle seyretmişlerdir. Rus Sosyalizmi’nin mayasında nihilizm vardır, buysa kültür değerlerinin ve tarih öğretilerinin baş düşmanıdır, ancak sosyalizmin niteliğini, genelde Avrupa’daki daha ılımlı ve incelmiş biçimlerinden çok bu aşın biçiminde, saptamak daha kolaydır. Sosyalizm bir ruh durumudur. En azından nesnelerin sonuyla ilgilidir, daha aşağı düzeydeki şeylerle uğraşmaz, yeni bir din olmak hevesindedir; insanın dinsel gereksinimlerini karşılamaktır amacı. Değişmez bir öğe olarak insan toplamıma egemen olan entegral Sosyalizm, herhangi özel maddi ve ekonomik bir düzenle ilişki kuramaz. Kapitalizm yerine geçmek niyetinde de değildir, çünkü aynı etten kemikten olup, aynı zemin üzerinde yürümektedir onunla. Ancak söz konusu, Hıristiyanlığın yerine. Sosyalizmi geçirmek olduğu kesindir; çünkü kendinde de, baştanbaşa kurtarıcılık ruhu egemendir ve sefalet ile acı çekmeden insanlığı kurtaracak kutsal bir kitap getirdiğini savunmaktadır; üstelik Musevi toprağında filizlenmiştir.
Museviler ’in o eski bin yıllık barış ve selamet dönemine olan inançlarının bir biçimidir; İsrail’in mucizevi yeryüzü cenneti ve zaman içre mutluluğa olan umududur. Karl Marx’ın Yahudi olması bir rastlantı değildi. Gelecekteki bir Kurtancı’ya inanılıyordu, bu kurtarıcı, İbraniler’in horlamış olduğu İsa’nın tersiydi. Ne var ki, Marx için, Tanrı’nın seçkin ulusu Kurtarıcı’yı bekleyen halk, proletarya idi. Bu işçi sınıfına, seçkin ırkın bütün sıfatlarını aktarıyordu, Dostoyevski’nin karşısında, Sosyalizm’in kusursuz kuramsal biçimleri yoktu; Marx’ı tanımıyordu; bütün bildiği Sosyalizm Fransa’daki Sosyalizm idi. Ne var ki dehası onun Sosyalizm’in Karl Marxçı gelişimi sonucu ortaya çıkacak hareketleri görmesini engellememişti. Marxçı Sosyalizm’in öyle bir yapısı vardır ki, her bakımdan Hıristiyanlığa karşıttır; ancak bu iki öğreti arasında, karşıtlıklarda görülen bir benzerlik vardır. Bununla birlikte, Marxçı Sosyalizm’ in en bilinçlisi bile, kendi derinliklerinde yatan niteliğini tanımaz, yüzeyde kaldığı sürece, ruhundan habersizdir. Dostoyevski, Sosyalizm’in gizli niteliğini açığa çıkarmakta daha ustaca davranmıştır ve devrimci tanrıtanımaz Sosyalizm’in altında Deceal ruhunun, Deccal ilkesinin varlığını görmüştür. Bunun nedeni olaya burjuva ilkeleri açısından bakmasından kaynaklanmaz; tersine, aslında burjuva sınıfının tutsağı olan sosyalistlerden çok daha kökten karşı çıkmıştır o, burjuva ruhuna. Kendi de bir bakıma sosyalistti: Her konuda devrimci Sosyalizm’e karşı Ortodoks Hıristiyan bir sosyalist, kendini Babil Kulesi’ni kurmaya değil, tamamıyla Tanrı ülkesine adamış biriydi. Sosyalizmle ancak ruhsal düzeyde savaşılabilirdi; Dostoyevski de böyle yaptı, hiçbir bakımdan benimsemediği «burjuva çıkarları» düzeyinde bakmadı soruna. Maddeci Sosyalizm’in içinde yatan ilke, insan ruhunun ölümsüzlüğüne, özgürlüğüne inanmamaktır. İsa’nın ıssız çölde inzivaya çekildiği zaman karşılaştığı ve onu ayartmayı başaramayan üç şeye Sosyalizm dininin kucak açması bundandır, Bu Üç, taşın toprağın ekmeğe dönüşmesi yeryüzü cennetinin kurulması, bir de toplumsal mücizedir. Tanrı’nın özgür kullarının dininde yoktur bu üç şey. İnsan ruhunun özgürlüğü elinden almaktadır. Gereksinimlerinin tutsağı olmuşların dinidir. Hamurları topraktan olan çocukların dinidir.
Yaşamın mutlak bir anlamı yoksa eğer, sonsuzluk diye bir şey yoksa o zaman, Versilov’un hayal dünyasında olduğu gibi, insanlara bir araya gelip dünya mutluluğunu düzenlemekten başka yapılacak bir iş kalmamaktadır.
Yaşamın mutlak bir anlamı yoksa eğer, sonsuzluk diye bir şey yoksa o zaman, Versilov’un hayal dünyasında olduğu gibi, insanlara bir araya gelip dünya mutluluğunu düzenlemekten başka yapılacak bir İş kalmamaktadır. Sosyalistlerin dinini Engizisyon Baş Yargıcı şöyle özetler: «Milyonlarca insan mutlu olacak. Onları çalıştıracağız, ama boş zamanlarında yaşamlarını çocuk oyunlarıyla, çocuk şarkılarıyla, korolarla, saf danslarla bezeyeceğiz. Bu denil zayıf ve çaresiz olduklarını bildiğimizden, onlara günahı bile mubah kılacağız. Budala olduklarından, onlara coşkuşuz, bir örnek biçilmiş mutluluklar sağlayacağız.» Bu din, Hıristiyanlığa şöyle seslenmektedir: «Sen seçkin kullarınla övün, biz herkesin rahatını sağlarken sen seçkinlerinle avun… Bizimle herkes mutlu olacak. Sadece özgürlüklerinden vazgeçtiklerinde, özgür olabileceklerine inandıracağız onları.» Gökten inecek ekmek dini, seçkinlerin dinidir, « on bin kadar hali vakti, gücü kuvveti yerinde olan insanın dinidir.» Denizdeki kum taneleri kadar sayısız, milyonlarca insanın dinidir. Sancağına «İnsanların karnını doyurduktan sonra iste erdemli olmalarını», diye yazılı, yeryüzü ekmeğine tapanların dinidir. Sosyalizm dinine kanan insan maddi bir ekmek hayali için, ruhsal özgürlüğünü satmak durumundadır. Temsilcileri «İnsanları yalnızca mutlu kılmak amacı güderek özgürlüğü ele geçirmiş olmalarını, bir erdem olarak görmektedirler.» «İnsan ve toplum için, özgürlükten daha dayanılması güç bir şey, hiçbir zaman, hiçbir yerde olmamıştır. Ama bu sıcaktan, susuzluktan kurumuş, çatlamış ıssız topraklardaki taşlan görüyor musun? İşte al onuları, ekmeğe dönüştürüver, bak nasıl koşuşuyor insanlar arkasından, koyunlar gibi; müteşekkir, boyun eğmiş, ancak nimetini her an geri alacakmışsın gibi korku içinde. En sonra da şöyle diyor İsa’ya: «Altında sorgu sual etmeden toplanacakları tek sancak olan sana sunulan yeryüzü ekmeği sancağını geri çevirdin. Bunu özgürlük ve gök ekmeği adına yaptın… Bilesin ki zavallı yaratığın dünyaya gelirken birlikte getirdiği bu özgürlüğü devredeceği birini bulmak başlıca kaygısıdır.»
Demek ki sosyalist dinin ilk amacı» insan yaşamına, sayısız acının yanında akıldışı bir ilke de getiren insan ruhu özgürlüğünü yıkmaktır. Yaşam, kolektif bir yargıya bırakılacak ve hiç bir eksik iş kalmaması koşuluyla, tek bir işe indirgenecektir. Buysa ilkin özgürlüğe son vermeden yapılamaz; bunun yapılması için, insanın ilk önce taşların ekmeğe dönüştürüleceği yalanma inandırılması gerekir. İnsan mutsuzdur; tarihi trajiktir, bunun nedeni içinde ruhsal özgürlük tohumu taşımasından kaynaklanır. Onu bundan vazgeçirtin; aldatıcı bir öneride bulunarak, ekmek vereceğim diye gönlünü elde edin, dünyada mutluluğu yarattınız gitti, demektir. Yeraltından Notlar’da, «geçmişte yaşayan sırıtkan yüzlü beyefendi» toplumsal uyumun ve refahın düzenini bozan akıldışı etkenin temsilcisi olarak çıkar karşımıza. Çünkü başlangıçtaki özgürlük duygusu içinde yaşamaya devam etmekte ve ona yiyeceği şeyden daha tatlı gel-mektedir. Dostoyevski’nin sosyal felsefede pek önemli bir buluşu olmuştur. İnsanlığın çektiği acılar, çoğu kimsenin günlük ekmeğe dahi muhtaç olması, (sosyalizmin savunduğu gibi) insanın insan, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından sömürülmesi sonucu değildir, insanın özgür bir yaratık olarak doğmasındandır; böyle bir kimse ruh özgürlüğünü yitirip ve dünya nimetlerine ram olacağına aç kalmayı yeğler, insan özgürlüğü, seçim özgürlüğü demektir: İyiyi kötüyü seçme, dolayısıyla da akıldışılığı, acıyı ve yaşamda trajik durumu seçmek demektir. Burada da her zaman olduğu gibi, Dostoyevski, gizli bir diyalektiği açığa çıkarmaktadır. Ruh Özgürlüğü demek yalnız iyiyi değil, aynı zamanda kötüyü de seçmektir. Ne var ki kötüyü seçmek sonunda dahi keyfi davranışlara götürmekte, keyfi davranışlarsa, insanın İçindeki ruhsal özgürlük kaynağına başkaldırması sonucunu doğurmaktadır. Böylece, dizginlenemeyen keyfi davranışlar sonunda insan Özgürlüğünü yadsımış, insan özgürlüğünden ayrılmış olur. Yıkıcı keyfi davranışlar ve öz-gürlüğe son veren «kendi kendini kanıtlama» yatar Sosyalizmin yüreğinde, özgürlük bir yüktür, çizdiği yol, çarmıh yoludur, başkaldıran insansa, ondan kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece Özgürlük, sonunda zor ve tutsaklık içinde, ölüp gitmektedir. Dostoyevski’ye göre bu çelişkiden kurtulmanın tek yolu vardır; o da Hazret-i İsa’dır. İsa’da özgürlük, tanrısal lütfa erişmekte, sonsuz sevgiyle birleşmekte» karşıtına dönüşme gereksiniminden kurtulmaktadır; oysa toplumsal mutluluk ve mükemmellik hayali bunun kısıtlanıp sınırlanmasını gerektirmektedir. Bunu, Şigaliyev’in düzeninde, Peter Verhovenski’de ve Katoliklik maskesi arkasında gerçekte Sosyalizm’in maddi ekmek dinini ve toplumsal karınca yuvasını salık veren Engizisyon Baş Yargıcı öğretisinde görmekteyiz. Dostoyevski tek iyinin toplumsal refah olduğu inancına, sonuna kadar var gücüyle karşı çıkar; bunun, özgürlüğü nasıl yok edeceğini gösterir.
Dostoyevski, Sosyalizm ile Katoliklik arasında var olduğunu sandığı ilişkiden sık sık söz eder. Katoliklik’te olsun, Papa teokrasisinde olsun, aynı Sosyalizm’deki baştan çıkartıcı öğeyi görmektedir. Sosyalizm onun için laikleşmiş bir Katoliklik’tir. Engizisyon Baş Yargıcı bölümünün temeli budur Katolikliğe yalnızca dış biçimi söz konusu olduğundan karşı çıkılmak-tadır» Engizisyon Baş Yargıcı’nın düşünceleri inşam şaşırtacak derecede Verhovenski’nin Şigaliyev’in ve devrimci Sosyalizmin başka temsilcilerinin düşünceleriyle uyuşmaktadır. Bunun nedeni, Dostoyevski’nin, papalığın, sonunda komünizm ile anlaşacağına inanmasıdır. Papalık hem de Sosyalizm düşüncelerinin, zorlama bir yeryüzü cennetinin kurulması kavramına dayanmasından kaynaklanır bu. Onun gözünde iki sistem de, vicdan özgürlüğünü yadsımaktadır. Katolikliğin ortaçağdaki «iki kılıç» öğretisini yanlış anlaması Roma Kilisesi’nin Sezar’ın kılıcına sahip çıkarak yeryüzü nimetleriyle esrikleşmesi, yeryüzünde bir hükümdarlık kurmak istemesi sonucunu doğurmuş; böylece Avrupa uluslarını, sonu Sosyalizmi varan bir sürece sürüklemiştir. Günlüğünde, «Konvansiyon devrimcilerinden, tanrıtanımazlara sosyalistlerden komünistlere, Fransa hep Katoliklik ülkesi olmuştur, şimdi de öyledir onun hem sözüne, hem de ruhuna bulaşmıştır bu», diye yazıyor. «En açık sözlü tanrıtanımazların Liberté, Egalité Fraternité ou la mort-Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik, ya da ölüm sözleri, Papa’nnın Katoliklik’teki, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği özetleyen sözleri gibi çalınıyor kulağa: Sözler aynı sözler, ruh, aynı ruh; ortaçağ Papaları’nın sözleri bunlar, onların ruhu. Bugünün Fransız Sosyalizmi, Katolik Düşünce’nin, bu düşüncenin çağlar boyu süregelen gelişiminin kaçınılmaz sonucu, en sadık en kesin ifadesidir. Çünkü Fransız Sosyalizmi, Roma’dan miras kalan ve sonradan Katolikliğin tümüyle kendine düstur yaptığı «zorunlu bir birlik» düşüncesi üzerine temellendirilmiştir. Dostoyevski’ye göre, —pek de o kadar iyi tanımadığı— Katoliklik, sınırlamalar, varlıklar arası birlik, insanların yeryüzündeki hayatlarının düzenlenmesi gibi Eski Roma kalıntısı olan birtakım evrensellik fikirleri üzerine kurulmuştu. Bu fikirler aynı biçimde Sosyalizm’in de temelinde olan düşüncelerdi. Gerek Katoliklik’te, gerek Sosyalizm’de olsun, insan ruhunun özgürlüğünü yadsıma sonucuna varıyorlardı. Ne zamanki, yeryüzünde, herkese ekmek, yeryüzünde cennet gibi düşünceler ortaya çıkar, insan özgürlüğü başarısızlıkla sonuçlanır. Dostoyevski için Fransız Devrimi, antik Roma düsturu olan evrensel «birlik» düşüncesinin yeniden yaratılmasıydı; onun yeni bir biçimiydi. Bu düstur önceden gördüğü toplumsal devrimlerin de belli başlı Öğesini oluşturacaktı. Zamanında patlak veren Fransa-Prusya savaşında, Protestan Almanya’nın yanını tutması, insanların zorunlu birleşmesini savunan Roma düşüncesinin, yani Katoliklik ve Sosyalizmin temelini oluşturan düşüncenin ortadan kalkmasını istemesinden kaynaklanır. Dostoyevski’nin yaşadığı dönemde, Sosyalizmin en çok geliştiği yer Fransa’ydı. Hemen söyleyeyim; Dostoyevski, Almanya’da serpilmeye başlayan Sosyal Demokrasi’den ve Marxizm’den tümüyle habersizdi. Zaten bundan ötürü bu konudaki yargılarının büyük bir bölümü geçerliklerini yitirmiş bulunuyor. Ayrıca, olağanüstü bir zenginliğe ve düşünce çeşitliliğine sahip bulunan Katolikliği, teokratik düşüncenin hayallere dayanan birtakım eğilimleriyle bir tutamayız; bu da bir gerçek. Bu Katolik dünya, saymakla bitmeyen azizler, mistikler, hatta Saint François d’Assise’ler çıkarmıştır içinden ve Hıristiyan bir yaşam tarzı önermiştir. Ayrıca, Doğu Ortodoksluğu da aşamamıştır, Bizansçı Sezar düşüncelerinin yoz biçimlerini; Doğu Ortodoksluğu’nda da yoktur Dostoyevski’nin Hıristiyanlık’ta gördüğü ruhun özgürlüğü. Kısaca söylemek gerekirse, iki karşıt ilke olan Katoliklik ve Sosyalizm arasında belirgin bir benzerliğin olduğunu göstermek istemiştir Dostoyevski. Onun düşüncesinde, Sosyalist devlet lâik bir devlet değil «dinsel» bir devlettir. Bu devletin verdiği haklardan sadece bu inanca bağlı olanlar faydalanabilirler. Sosyalist devlet, insanları zorunlu olarak tek bir gerçek etrafında birleştirmek ister; onda seçime yer yoktur. Oysa Ortodoks Bizans İmparatorluğu’nda durum değişik değildir. Karşıtlıkların yaklaştığını görüyoruz burada. İnsan ruhunun özgürlüğü bu iki karşıt kutupta aynı biçimde yadsınmaktadır. Gelip geçici erekler göğün ve Tanrı’nın ereklerinden ayrı tutulduğunda bu hep böyle kaçınılmaz olacaktır.
Dostoyevski devrimci Sosyalizmle kaçınılmaz sonuçlarını niteliğini Şigaliyev’in sisteminde incelemiş ve açıklamıştır; bu sistemdeki ilke, sonradan Engizisyon Baş Yargıcı tarafından geliştirilecektir, ancak Şigaliyev’de, onun romantik hüzün ve kişisel oturaklılığını göremeyiz. Şigaliyev’ in devrimci düşüncelerinde sonsuz bir bayağılık söz konusudur. Peter Verhovenski bu düşüncenin temelini Stavrojin’e şöyle anlatır: «Dağları düzenlemek büyük bir düşünce, saçma da değil üstelik. Eğitim’e gerek yok bunun için. Bilim şu kadarıyla yeter bu işe. Bilimin yardımı olmadan binlerce yıl gereç toplayabiliriz ancak bize gerekli olan örgütlenmiş bir boyun eğiştir. Kültür gereksinimi gerçekte aristokratik bir susuzluktur. Ailenin ve aşkın ortaya çıkmasıyla sahip olma, mülk edinme isteği de çıkar. Bu arzuyu öldüreceğiz işte: ayyaşlık, iftira, müzevirlik, gırla gidecek; en işitilip görülmedik ahlak düşüklükleri buyur edilecek; dâhileri daha beşikteyken boğacağız, her şey ortak paydasına indirgenecek. Tam eşitlik… Sadece gerekli olan gerekecektir; gelecekteki tüm dünyanın düsturu bu olacaktır. Bunalımlar çalkantılar da gerek elbette, onun için biz yöneticiler bunu eksik etmeyeceğiz. Çünkü kölelerin yönetilmeye gereksinimi vardır. Tam bir boyun eğiş kişinin yadsındığı tam bir eşitlik… Her otuz yılda bir Şigaliyev onları şöyle bir silkeleyecek, böylece birbirleriyle boğuşup ferahlayacaklar: Bunun da bir haddi var elbet; amaç, sıkıntı duyulmasını engellemek. Sıkıntı aristokratik bir duygudur… Herkes birimiz, birimiz herkes için. Tüm köleler köleliklerinde eşittirler. Yapılacak ilk şey, eğitim, bilim ve yetenek düzeyini indirmek olacaktır. Yüksek bir bilgi ve yetenek standardı ancak üstün zekâlar için gerekli olabilir.»
İnsanda kişiliğin yerle bir edilmesi işleminden sonra bu zorlamalı genel öğüt, bu öldürücü «entropi» yasasının toplumsal alana aktarılmasındaki başarı, demokrasi için bir başarı değildir. Herhangi bir demokratik özgürlük olmayacak; çünkü demokrasi, devrimlerde hiçbir zaman başarı elde edemez. İnsanda kişiliğin yerle bir edilmesi işleminden sonra egemen olacak sınıf, zorba bir azınlık olacaktır. «Sınırsız özgürlük, beni sınırsız zorbalığa götürüyor» der Şigaliyev, «Ancak şunu da şöyleyeyim ki benim önerimden başka bir dünya, sorununun çözüm yolu yok. Burada yanlış bir saplantıdan doğan bağnazlık söz konusu dur, bu saplantı sonucu kişilik kökten çürümekte ve sonunda insanlığın yok olmasına yol açmaktadır. Dostoyevski, bu süreci, devrimcilerin ve Rusya’daki ‘gençliğin’ düzensiz hayal dünyasında incelemiştir; varlık kavramının bile tüm zenginliğiyle yıkıldığını görmüştür. Toplumsal hayal kurmaların saf bir eğlence olmadığına, Rus ruhunda yaradılıştan var olduğuna, bir hastalıktan ileri geldiğine inan-mıştır. Bu hastalığı betimlemiş, seyrini çizmiştir.
Gözü pek bir biçimde kendi kendiyle yetinmek isteyen, kendini beğenmişler, Tanrı’nın insanı sevip acıdığından daha çok insanı sevip insana acıdığını söyleyenler, Tanrı tarafından yaratılmış bir dünyayı yadsıyanlar ve içinde kötüyle acıya yer olmayacak daha iyi bir dünya yaratabile-ceklerini ileri sürerek böbürlenenler, ister istemez, Şigaliyev’in düşlediği ülkeye doğru yol almaktadırlar; çünkü Tanrı yapıtının düzeltilebilmesi için tutulacak tek yol budur. Staretz Zosima şöyle der: «Doğrusu, onların hayalleri bizimkinden daha geniş. Adil bir biçimde düzen kurmak istiyorlar, ancak İsa’yı yadsımışlar onlar: Yeryüzünü kana bulayacaklar eninde sonunda, çünkü kan dökenin kanı dökülür, kılıca sarılanın yaşamı da kılıçla son bulur. İsa’nın Mishak’ı olmasaydı, insanlar tek kişi kalmayıncaya dek birbirlerini boğazlarlardı.» Bunlar ileriyi gören sözlerdi.
Dostoyevski, Rus Devrimci Sosyalizminin kökünde duygusallıkla onursuzluğun bulunduğunu söylüyordu: «Sosyalizm, aramızda daha çok duygusallıkla yayılıyor.»
Dostoyevski, Rus Devrimci Sosyalizminin kökünde duygusallıkla onursuzluğun bulunduğunu söylüyordu: «Sosyalizm, aramızda daha çok duygusallıkla yayılıyor.» Ancak duygusallık, sahte bir hoşgörü, daha çok zalimlikle son bulan bir tür acıma duygusudur. Peter Verhovenski, Stavrojin’e şöyle der: «Bizim öğretimize bakacak olursanız, temelde onur denen duygunun yadsınmasıdır, açıkça onursuzluğu benimseyerek herhangi bir Rus’u kolayca bizden yana çekebiliriz. Stavrojin de şöyle der: «Onursuzluğu paylaşmak sorunudur bu. Bunun uğruna herkes bize gelecek bize koşacaktır.» Ayrıca, Verhovenski Fedka Katorjnik ile benzeri alçakların devrim için önemli olduklarını söyler; Bunlar, gerektiğinde oldukça İşe yarayacak olan hoş bir topluluktur, ancak gözlerinizi onlardan ayırmakla vakit kaybetmiş olurdunuz » Verhovenski, devrimci öğeler incelemesine devam eder ve şöyle der: «En Önemli öğe, her şeyi birbirine bağlayan harç, kişinin, kendine özgü düşüncesi olmadığı utancıdır. Gerçek bir güçtür bu, kimsenin kafasında herhangi kişisel bir düşüncesi olamayacağı, varsa, utanacağı duruma doğru iten bir etkendir. Devrimin bütün psişik öğeleri bireysel kişiliği, onun değerini, sorumluluğunu ve mutlak değerini yadsır. Devrimci ahlak, kişiliği, ahlaksal beğeni ve yargının temeli olarak görmüyor; tamamıyla kişidışı; her türlü ahlaksal özerkliği yadsımakta; insanların araç ve gereç olarak kullanıldığım kabul ediyor, devrimci nesnenin zaferine katkıda bulunacak her aracı mubah görmekte. Devrim, nitelik bakımından «ahlakdışıdır», kendini her türlü iyi ve kötü kaygılarının yukarısında görür (bu bakımdan, karşı «devrim dıştan ona benzer). Dostoyevski, insan kişiliğinin saygınlığı ve ahlaksal değeri uğruna, devrime ve devrim ahlakına karşı çıkıyordu. Çünkü devrimci akımlarda kişiliğin etkin bir ahlakçı rolü yoktur.
Devrim bir saplantı, bir deliliktir kişi özgürlüğünü tümüyle felce uğratan ve onu tamamıyla kişidışı ve insandışı bir gücün tutsağı kılan bir saplantıdır. Yöneticileri bile bilmez neye uğradıklarını; etkin sanırlar kendilerini, ama aslında, içlerinde dizginlerini koyuvermiş bulundukları kötü ruhların elinde, edilgen bir durumdadırlar. Joseph de Maistre Considérations sur la France adlı yapıtında, Fransız Devrimi’nin başarılarının edilgen niteliğini vurgulamıştı. Başkaldıran adam Özerkliğini yitirir: kişidışı, insandışı bir gücün hükmü altına girer. Buradadır devrimin gizi, onursuzluğu doğuran insandışılıktadır, özel düşünce sahibi olmayışta, küçük bir topluluğun zorbalığı ile geri kalanların boyun ekşindedir. Dostoyevski’nin dünya kavramı, kişidışı kolektivizmin, Hıristiyan – karşıtı yaşam ile Sosyalizm dinlin sahte evrenselliğine karşı, kişilik ilkesini, kişiliğin mükemmelliğini ve mutlak değerini koymaktadır.
Ancak «Smerdiyakovculuk»un olsun, Şigaliyevcilik’in devrimde yeri vardır, İvan Karamazov ile Smerdiyakov, Rus nihilizminin İki aynı olgusudur. Başkaldırının iki biçimidir, aynı gerçeğin iki ayrı görünümüdür. İvan nihilist başkaldırının evrim durumundaki düşünsel belirtisidir: Smerdiyakov, bunun aracı ve aşağı düzeydeki ifadesidir; biri zihin düzeyinde, ötekiyse yaşamın zeminlerinde devinir. Smerdiyakov, üvey kardeşinin tanrı tanımaz diyalektiğini dile getirmekte, içteki cezasını simgelemektedir. (İnsanlar arasında genel olarak İvan’da çok Smerdiyakov’1ar vardır, kitlesel halk hareketleri olan devrimler için de aynı durum söz konusudur). Smerdiyakov, «her şey mubahtır» ilkesini gerçekleştirmektedir. İvan babasının ruhunu öldürmektedir, Smerdiyakov, düşünceyi uygulamakta ve suçu fiilen işlemektedir. Bu durumda, devrim ister istemez baba katli suçuna dönüşmektedir, her türlü baba oğul bağı ortadan kalkmakta, baba zayıf ve kötü bir adam olduğundan, oğulun babadan şiddet sonucu ayrılmasını haklı çıkarmaktadır. Baba ile oğul arasındaki bu kanlı ilişki «Smerdiyakovculuğu» oluşturur. İvan’ın düşünce düzeyinde gerçekleştirdiği eylemi fiilen yaptığı zaman Smerdiyakov, sorar ona: «Her şe-yin mubah olduğunu sen kendin söyledin, o halde neden korkuyorsun?» Böylece, her şeyin mubah olduğu önerisini fiilen uyguladıklarında, devrim Smerdiyakov’larının, İvan’lara «Şimdi neden korkuyorsun o halde?» diye sormaya hakları vardır. Smerdiyakov’la İvan arasındaki karşılıklı ilişki, bir devrim çağındaki «halk» ile «aydın sınıf» arasındaki ilişkinin çok güzel bir örneğidir; Rus Devrimiyse, Dostoyevski’nin kâhinliğini gerçekleştirmiş ve doğrulamıştır. Seyis Smerdiyakov kendisine tanrıtanımazlığı ve hiçliği öğretmiş olan İvan’dan nefret eder ve başkaldırıp da «her şey mubahtır», düşüncesini uyguladığında, ülkesi ölüm tehlikesiyle karşı karşıya geldiği bir anda: «Rusya’dan da, Rusya ile ilgili her şeyden de nefret ediyorum,» der. Çünkü kişinin devrimci yadsıması sonucu, atalarımız ve geçmişimizle tam bir kopuş baş göstermiştir, ölümden sonra diriliş yerine, bir öldürme dini hüküm sürer olmuştur. Şatov’un öldürülmesi devrimin somut bir sonucudur.
Dünyada cennet ve iyiliğin kesin zaferine dayanan uyum sorununa üç olağan çözüm vardır: Bir, iyilik içinde kurulan, yaratıcı güçten, acıdan ve evrensel trajediden arındırılmış seçim olanağı tanımayan uyum; iki, dünya tarihinin zirvesinde yer alan, ölüme mahkûm nesillerin onulmaz acı ve gözyaşları pahasına elde edilen, «mutlu yarınlara» araç olmaktan başka geleceği bulunmayan uyum; üç, insanın, acı çekerek ve özgürlüğüyle vardığı ve Tanrı’nın önünde yaşayıp acı çekmiş olanların tümünün er ya da geç ulaştıkları uyum. Dostoyevski bunlardan ilk ikisini bir yana bırakıp sadece üçüncüsüyle ilgilenir; yalnızca üçüncüsünü kar bul eder. Kendisinin tam nerde olduğunu anlamayı bazen güç kılan, bir karmaşıklık vardır diyalektiğinde. Yeraltından Notlar’ın kahramanının, ya da İvan Karamazov’un dile getirdiği düşüncelerin ne kadarı kendisinindi? Versilov’un yeryüzü cennetine karşı tutumu neydi, ya da «Tuhaf Bir Adamın Düşü» adlı hikâyesine karşı tutumu neydi?» Düşünce düzenleri son derece dinamik ve çelişkiliydi: Devinim içinde olan birini durdurup, kesin bir «evet», ya da «hayır» yanıtı istemek boşunadır. Yeraltı adamının ya da İvan Karamazov’un, «gelişmeyi» bir tür din haline getiren düşünceye ve gelecekteki evrensel uyuma karşı tepkisinde kesin bir gerçek görüyordu; öyle ki, onlardan yana çıkıyor ve onlarla birlikte başkaldırıyordu. «Gelişmeyi bir tür din haline getiren doktrinlerde temel çelişkilerin bulunduğunu söylüyordu. Bu, gelecekte onlardan yararlanacak kişiler için, evrensel bir mutluluk demek olabilirdi, ancak, yolu emekleriyle ve acılarıyla hazırlayan sayısız kuşaklar için ölüm demekti. Dinsel ve ahlaksal bir bilinç böyle bir fiyata satın alınan uyumu kabul edebilir mi, bu koşullardaki bir «gelişmeyle» işbirliğinde bulunabilir mi? Dostoyevski’nin sesi İvan Karamazov’un ağzından şöyle çıkıyor: «Kesinlikle kabul etmiyorum bu Tanrı işi dünyayı, var olduğunu bilmeme karşınonu tanımak istemiyorum, Tanrı’yı kabul etmediğimden değil; onun yarattığı dünyayı kabul etmiyorum. Açıklayayım, bir çocuğun tüm temizliği ve saflığıyla inanıyorum ki, acı giderilecek, ortadan kaldırılacak, İnsan çelişkisinin şaşırtıcı gülünçlüğü, zavallı bir serap gibi, öklitçi zihnin bir parçası gibi, yok olup gidecek ve dünyanın sonunda sonrasız uyum anında, öyle görkemli bir şey oluşacak ki, her yüreği baştan çıkartacak; tüm öfkeyi dindirecek; insanın her suçunu, dökmüş olduğu tüm kanlan bağışlatacak ve bunu o kadar iyi yapacak ki, insanın başına gelenler, bağışlanmış olmakla kalmayacak, aynı zamanda doğrulanmış olacak. Bütün bunlar yer alacak ama gene de bunu kabul etmiyorum, etmeyeceğim de… Acılarım ve günahlarım gelecekte oluşacak bir uyumu zenginleştirsin diye değil… Sorarım size, sonrasız uyum için herkesin acı çekmesi gerekiyorsa, çocukların bununla ilgisi ne? Ne çekmeleri gerektiğini, bedelinin ne olması gerektiğini, kesinlikle almıyor aklım. Neden onların da gübre gibi kullanılması gerekiyor? Daha yüksek bir uyuma yokum ben. Minik yumruğuyla göğsüne vurarak işkence çeken ve gürültülü bir kulübede yerde yatmış, iyi ve merhametli Tanrım diye suçsuz hıçkırıklarla ağlayan bir tek çocuğun bile gözyaşlarına değmez, çünkü bu gözyaşlarının kefareti yoktur, olmadıkça da, herhangi bir uyum sağlanamamaktadır. Böylece İvan Karamazov iyiyle kötü arasında herhangi bir ayırımı kabul etmemektedir; insan yazgısı yapısının suçsuzlara bedel ödeten mimarı olmayı istememektedir. Evrensel uyuma giriş biletini Tanrı’ya geri vermektedir. Dostoyevski, İvan Karamazov’un düşüncelerini olduğu gibi benimser mi? Hem evet, hem hayır. İvan’ın diyalektiği «öklitçi bir fikrin», yaşamın üstünde herhangi bir fikir kabul etmeyen bir tanrıtanımazın diyalektiğidir. Ancak başkaldırışında Dostoyevski’nin kendine ait olan bir gerçeği saklayamamaktadır. Tanrı olmasaydı, Kurtarıcı ve bağışlanma diye bir şey olmasaydı, tarih sürecinde bir anlam bulunmasaydı o zaman dünyanın gelecekteki uyumunu yadsımamız ve «gelişme» fikrine iğrenç bir şey olarak bakmış gerekecekti. İvan Tanrı’yı yadsıdığı gibi dünyayı da yadsıdığı için «gelişme» ve devrimci Sosyalizm dininin sıradan peygamberlerinin üzerine çıkmaktadır. Bu bir kâhinlik başyapıtıdır. Genellikle dünyaya aşın tutkunluk tanrıtanımazlık kavramıyla bir gider: bu dünyanın dışında herhangi bir şeyin olmadığım saptayan bir düşüncedir. Yaşamda gerçekleşmeyen üstün bir düşünce gelecekteki bir uyuma aktarılmaktadır. Ancak Dostoyevski, Tanrı’ya başkaldırmanın sonucunu ve nesnelerdeki tanrısal anlamı göstermektedir: «öklitçi fikir» tanrıtanımazlığı, aynı zamanda dünyayı da yadsıyacak, uyuma başkaldıracak ve en son din olan «Gelişmeyi» de yadsıyacaktı. Dediğine göre, bu son aşama, olumlu bir gerçekle uyuşmaktadır: Başkaldırının, dünyayı ve varlığı yadsıyan sürecinde devrimci «Gelişme» dininin bir aldatmacadan ibaret olduğu gerçeğinin bilincine vardığımızda, tek bir yol kalıyor: Hazret-i İsa’nın yolu. Bu bakımdan, İvan Karamazov’la Dostoyevski bir bütünün iki yarısı. Tanrısal bir anlam varsa eğer, «öklitçi fikrin» göremediği bir kurtarıcı varsa, yeryüzü yaşamının kendi bir kefaretse, dünyanın kesin uyumu bir yeryüzü cennetinde olmayıp, Tanrı katındaysa işte o zaman, bu dünya kabul edilebilir ve sayısız acılarla dolu tarihi haklı çıkartılabilir.
Keyfi davranışın gelişmesi ve başkaldırı, eskiden tuttuğunu sonradan yadsımak zorunda kalacağından, kendi kendini öldürmek demektir. Tarih mirasını yadsırsak, erek ve amaçlan, «gelişmeye» dayanan sosyalizm dinini de yadsımamız gerekecektir. Olmuş olanın haklı çıkarılması ve kabulü olmadan, olacak olan haklı çıkarılamaz ve kabul edilemez: Geçmişle gelecek aynı yazgının bölümleridir; «Zaman dilimi» yenilmeli ve geçmiş, şimdi ve gelecek tek bir sonrasızlıkta birleşmelidir. Ancak o zaman dünya tarihi ve çocukların gözyaşları doğrulanabilir: Ölümsüzlük diye bir şey arsa eğer, tarih sürecinin kabul edilmesi gerekir; yoksa geri çevrilmelidir. Bu bakımdan Dostoyevski, yukarda verien çölüm yollarının, «gelişmeyi» evrensel uyumun tek koşutu durumuna getiren, ikincisini geri çevirmiştir; özgürlüğün yitirilmesine dayanan bir uyumu, iyiyle kötü arasında ayırım yapmayan dünya tragedyasının ilişmediği bir uyumu kabul etmemiştir. Yitirilmiş bir cennete dönüş söz konusu olamaz. İnsanın uyuma seçim özgürlüğüyle erişmesi gerektir. Kötüye Özgür olarak üstün gelecektir; zorlama uyumun değeri olmadığı gibi tanrısal varlıklar soyunun saygınlığına yakışmaz bu. «Gülünç Bir Adamın Düşü»ndeki cennet betimlemesinin kanıtladığı budur. İnsanın sonuna kadar acı çekeceği özgür bir yoldan yürümesi gerekmektedir ve Dostoyevski bu yolun sonuçlarını gösterir bize. Dünyanın ve insanın gereğinden fazla büyütülmesi ve abartılması, yıkıma ve varlığın yok olmasına neden olur. İnsanın «Tanrı İnsan» haline dönüşmesi kaçınılmaz olmaya başlar. İnsan özgürlüğü ve tanrısal uyum ancak İsa’nın varlığında bağdaşabilir. Evrensel sorunun üçüncü çözüm olanağının belirlediği nokta budur. Son uyum ve cennet sorunları Dostoyevski’de Kilise aracılığıyla çözüme ulaşır. Dostoyevski’nin, Katolik teokrasi ve Sosyalizm’in «yeryüzünde cennet» ütopyasına karşı geliştirdiği teokratik bir ütopyası vardır. Kilise dünyaya hükmetmelidir buna göre. Rahip Payisyus, «Kilise bir devlete dönüşmemelidir» der. «Roma’nın hayali hep bu olmuştur. Tersine Devlet, Kiliseye dönüşmelidir, ona ulaşabilmeli, dünyadaki Kilise olabilmelidir. Bu düşünce Ortodoksluğun temelini oluşturur ve Roma’ya da ultraromantizme de ters düşer. Işık Doğu’dan doğacaktır.» Kilise henüz bir Krallık, bir Tanrı Krallığı olmamıştır. Aziz Augustin’den sonraki Katolik öğretisinin söylediği şey gerçekleşmemiştir henüz. Kilise’nin içinde, bir Krallığın kendinden gelişebilmesi gerekir. Dostoyevski, Hıristiyanlığın yeni bir Tanrı esini yaratacağına inananlardandır. Bu dinsel yenilik, onun düşüncesinde, apokaliptik bir ulus olan Rus ulusundan kaynaklanacaktır. Dostoyevski’nin gelecekte gördüğü bu yeni Hıristiyanlık çağı, yine onun düşüncesinde, İsa’da gelişecek bir kardeşlik ve özgürlükle temellenmelidir. Dostoyevski, toplumsal sevgiyi toplumsal nefretin karşısında görmüştür hep. Öbür bütün Rus düşünürleri gibi o da «(burjuvazi» egemenliğindeki uygarlıklara karşı çıkmıştır; Bundan ötürü de Batı Avrupa’da gelişen ve serpilen burjuva uygarlıklarına düşman kesilmiştir. Dostoyevski’nin kendine özgü teokratik ütopyalarında, tanrıtanımaz Sosyalizm ve Anarşizm’den ayrılan, Hıristiyanlığa bağlı özgün bir Sosyalizmin ve yine özgün bir Anarşizmin öğelerini buluruz. Onda Devlet kavramı tam olarak geliştirilmiş bir kavram değildir; monarşizmiyse anarşik bir yapı göstermektedir. Tüm bu saptamalar, Dostoyevski’nin dinsel nitelikteki toplumsal kuramlarının görünürdeki kadarıyla dinsel bir mesihçiliğe bağlanabileceğini gösteriyor; Ruslar’ın dinsel «popülizm»’i de bunun bir göstergesidir zaten.
Nikolay Aleksandroviç Berdyaev – Dostoyevski
Çeviren Ender Gürol
Adam Yayınları 1. Baskı 1984 ✪