‘Sportaldislexicartaphobia’ terimi isim kökünden anlaşılabileceği gibi bir tür korku ismidir. Hakkında çok şey bilinmese de, kavram, ‘resim ya da görsel sanatlara karşı duyulan korku’ anlamına gelir.[1. http://wiki.answers.com/Q/Is_there_a_phobia_of_paintings] Ancak bu fobiye sahip olan insanların her tür sanat eserinden de korkmadığını vurgulamak gerekir. Bu kişilerin bazıları, resmin boyutunun onlar için ürkütücü olduğunu belirtirken[2. http://www.ofear.com/t-really-need-help-fear-of-large-paintings-murals-is-starting-to-ruin-my-life], bazıları ise profesyonel resmi korkutucu bulduğunun altını çizer.[3. http://www.pokecommunity.com/showthread.php?t=240390] İrdelemek gerekirse, bu fobiye yol açan bir çok sebep olduğu düşünülebilir. İnsanlar, resmi tekinsiz bulduğu için korkuyor olabilir. Gerçek hayata ait olarak görmedikleri için ya da yukarıdaki örnekte olduğu gibi sadece devasa boyutta olduğu için… Belki de resim, onların zihinlerinde istemedikleri çağrışımlar yarattıkları için resimden korkuyorlardır.
Peki ya Türkiye’de?
Türkiye’de bu fobiden bahsedildiğine dair herhangi bir veriye rastlamadım.[4. Böyle bir veriye rastlayan, bunu paylaşırsa da ayrıca sevinirim.] Ancak buna işaret eden pek çok husus mevcut. Heykelden, resimden korkan, onları göz önünden kaldırmak yoluyla ‘görünmez’ kılmak isteyen bu korku üreticileri ne yazık ki Türkiye’nin azımsanamayacak bir kitlesini oluşturmakta. Amaçlarına ulaşmak için ise nedenselleştirme ilkesini kullanıyorlar. Korku üreticileri, eylemlerini gerçekleştirirken genellikle iki yoldan hareket ediyor. Öncelikle, sanat-din ilişkisi kurup, sanatı ‘günah’ başlığında sınıflandırıyor. İkinci yolda ise, sanat ürününü gerçek bir figür olarak –örneğin insan- ele alıyor. Bu durumda, bir kadın heykeli, ‘çıplak’ olduğu için cezalandırılıp, tahrip edilebiliyor.[5. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1119586&CategoryID=77]
Türkiye’de sanat eserinin tahribi ya da yıkımı oldukça kolay gerçekleşmektedir. Sanatın korku üreticileri, eylemlerini ve fikirlerini, mahremiyet olgusunu kullanarak meşrulaştırma gayretindedir. Sanatın ‘kadın’lığı, yine ‘kadın’ figürünün kullanılmasıyla dışlanmaktadır. Bu düşünceye göre: çıplaklığın estetik yansıması olan sanat dahi sansürlenmelidir. Sanat eserinde dahi kadının görünürlüğü bir problematiktir. Kadının ‘ev dışı’ görünürlüğünün, domestik hayat dışındaki varlığının modernlik olarak tanımlandığı bir dünyada Türkiye’nin nerede olduğu ise başka bir sorunsala işaret etmektedir.
Aslında durum kolayca izah edilebilir.[5. Hande Tulum, ‘Street Art’ın ‘Art-çı’ Etkisi, http://www.e-skop.com/skopbulten/street-artin-art-ci-etkisi/887] Bir gazete başlığında da değinildiği gibi: ‘Kadının heykeline bile tahammül yok!’tur.
Türkiye’de sanat eserine gösterilen tahammülsüzlük yeni değildir. Aslında her dönemde bu tahammülsüzlüğe rastlanmaktadır. 2000’li yıllarda da buna rastlanmaktadır. Örneğin, Beyoğlu ve çevresindeki ‘sarı yumruk’ların sahibi olan Alman sokak sanatçısı Kripoe, sanatını icra ederken pek çok defa şiddete maruz kaldığını anlatmıştır. 2000’li yıllarda rastlanılan bu durumun habercileri ise çok daha erken bir zaman dilimine aittir: 1970’li yıllar. Ancak 1970’ler, 2000’li yıllardan bir anlamda farklılaşır. 1970’lerde, halk, sanattan korkmaz, sanatla ilgilenir. Sanattan korkan ve sanatı sansürlemek isteyen halk değildir. Belediye de değildir, ‘hükümet’tir:
‘Sanat eseri egemen güçler için ‘olmasa da olur’ bir fanteziden başka bir şey değildi.’[6. ‘Duvar Resminden Korkuyorlar’ Sergisi, Salt Beyoğlu, Ocak- Nisan 2013]
Tahammülsüzlük macerasının başlangıcı 1976 yılına tarihlenebilir. Bu yıl, 13. Uluslararası Antalya Film ve Sanat Festivali’nin gerçekleşmesi açısından oldukça önemlidir. Festivale katılan sanatçılar, halkla ilişkilenmek istemiş ve insanların görebileceği her yerde sanat ‘yapmaya’ başlamıştır. Bu durum, halkın da sanatla ilgilenmesine yol açmış hatta sanat eserleri, bilinmeyen güçler tarafından tahrip edilince, halk, eserleri korumak için eserler başında nöbet tutmuştur.[7. Solmaz Türkcan, Psikiyatri ve Evsizlik: Bir Gözden Geçirme Çalışması, http://www.dusunenadamdergisi.org/ing/DergiPdf/DUSUNEN_ADAM_DERGISI_09a32b60419e46168f38a3dcea3d72e9.pdf]
Sanat korkusu, ‘bilinmeyen’i sarmışken, ‘sanat’ın başına gerçekten korkulacak şeyler gelir.
1976 tarihli 13. Uluslararası Antalya Film ve Sanat Festivali, sansürün üzerini örtmek istediği pek çok şeyi gösterir.
Sansürün örtme biçimlerini de örnekleyen bu çalışmalar pek çok sanatçıya aittir. Bu yazı kapsamında ise kaderi özellikle çok ilginç olan iki tanesi ele alınacaktır. Yusuf Taktak’ın Mezbaha Duvarı’ndaki duvar resmi ve Cihat Aral’ın duvar resmi.
Taktak’ın duvar resmi, mezbaha duvarında yer almasıyla 1976’daki festivaldeki diğer duvar resimlerinden ayrılmıştır. Kırmızı boyayla saldırılan (boyayla sansürlemek) duvar resminde, sanatçının deyişiyle her fraksiyonun sloganları görülebilmekteydi. Bu eserle ilgili asıl ilgi çekici olan husus ise, Antalya Belediye Başkanı Selahattin Tonguç’un mezbaha duvarını saldırıldığı şekliyle tutmak istemesidir.[9. ‘Duvar Resminden Korkuyorlar’ Sergisi, Salt Beyoğlu, Ocak- Nisan 2013] Tonguç’un bunu yapmak isteme nedenleri sorgulanacak olunursa, varsayımlarda bulunmak mümkün olabilir. Öncelikle, sansüre karşı durmak istemiş olabilir veya Taktak’ın resminin her koşulda sergilenmesi gerektiğine inanmış olabilir. O halde ortaya çıkan görüş şu olacaktır: sanat, müdahale edilse dahi gösterilmek istenen ‘şey’dir. Sanatın evsizleştirilme arzusuna karşı yapılan bu duruş, adeta sanata ‘uygun yerleşim koşullarını verme’[10. Solmaz Türkcan, Psikiyatri ve Evsizlik: Bir Gözden Geçirme Çalışması, http://www.dusunenadamdergisi.org/ing/DergiPdf/DUSUNEN_ADAM_DERGISI_09a32b60419e46168f38a3dcea3d72e9.pdf] çabasıdır.
Cihat Aral’ın duvar resmi de Taktak’ınkine benzer –ancak daha trajik- bir kaderle karşı karşıya kalır. Orhan Taylan, Aral’ın resminin valinin karısı tarafından engellendiğini iddia eder. Gerekçe ise, duvar resminin valinin karısının evinden görünmesi ve beğenilmemesidir.[11. ‘Duvar Resminden Korkuyorlar’ Sergisi, Orhan Taylan’ın açıklaması, Salt Beyoğlu, Ocak- Nisan 2013]
‘Beğenilmemek’, (ve böylece ortadan kaldırmak) ayrı bir sansür biçimi olarak böylece karşımıza çıkar. Ancak sanattaki bu ‘estetik beklenti’nin tek kişiye göre kurgulanışı epey ciddi bir sorunsala işaret eder. 1976 yılında festivale katılan sanatçıları da –belki de bu yüzden- en çok rahatsız eden Aral’ın resminin istenmeyişi olur. Nitekim, bu festivale katılan sanatçılar bu yüzden Cihat Aral’a ait bu resimle birlikte, saldırıları, halk adına da protesto ettiğini açıklayan bir metin sunar.[11. Duvar Resminden Korkuyorlar Sergisi, Altan Demirkol’un açıklaması, Salt Beyoğlu, Ocak- Nisan 2013]
Anlaşılan o ki, Türkiye, sanatta sansür ve yasakla çoğu kez karşı karşıya kalmıştır ve belki de bu durum yaşanmaya devam de edecektir, sanatçılar için durum, Klimt terminolojisiyle açıklamak gerekirse şöyledir:
‘Sansür canıma yetti… Bundan kurtulmak istiyorum.’[12. Ayfer Uz, Gustav Klimt’in Tuvale Yansıttığı Renkli Işıltılı Masalsı Bir Dünya ve Kadın İmgesi, http://www.yasambilimleridergisi.com/makale/pdf/1356125332.pdf]
Sonuç olarak Türkiye’de, ‘Sportaldislexicartaphobia’ ayrı bir fobiye dönüşür. Ancak bu kez, sanatçıların yaşadığı bir fobidir bu: ‘Beğenilmeme’ fobisi. Sanatın, sanatçılar tarafından değerlendirilmemesi, sanatçı olmayanlar için ise değersizleştirilmesi –yakın gelecekte bile bilinmez- mutlaka bir gün Türkiye’nin ‘canına yetecektir.’ ✪