“Yaşasın” adlı bu şiir René Char’a aittir. Bu güzel şiir, bir çiçeğin üzerindeki çiğ damlalarından yansıyan parıltılar gibidir. Şairin diğer şiirleri gibi bu dizeler de birer larva-imaj gibidir.
Benim ülkemde ilkyazın tatlı belirtileri ve kılıksız kuşlar, uzak amaçlara yeğ tutulur.
Gerçek, bir mumun yanı başında bekler şafağı. Pencere camına boş verilir. Ne önemi var dikkatli biri için.
Benim ülkemde heyecanlanmış kişiye soru sorulmaz.
Kötülük gölgesi düşmez devrilmiş kayığın üstüne.
Benim ülkemde yarım ağızla günaydın bilinmez.
Fazlasıyla ödenebilecek şeyler ödünç alınır yalnızca.
Yapraklar vardır, sayısız yaprak benim ülkemin ağaçlarında. Dallar yemişsiz kalmakta özgür.
Yengi kazananın iyi niyetine inanılmaz.
Benim ülkemde, teşekkür edilir.
Bu cümleler okunduklarında, sanki içlerinden birer canlı çıkıp uçacak gibi hayat doludur. Bu şiiri Gezi Parkı Direnişi’ne katılan herkese teşekkür etmek için en başa koyuyoruz.
Yaşasın Gezi Parkı Direnişi!
Teşekkürler, Gezi Parkı Direnişi’ne katılan tüm canlı ve cansız varlıklar!..
Tümüyle zamansız ve şimdinin tarihi içinde başlayan Gezi Parkı protestoları hâlâ kendi-olayının yaratımı içinde yaşamaya devam ediyor… Şehrin parkları ilk kez forumlarla iletişime geçti. İstanbul’un parkları ilk kez tek bir haritada direniş kanallarıyla birbirine bağlanıyor. Her yer Taksim!.. Her yer direniş!..
Gezi Parkı’na gelen çocuklar, yaşlılar, kediler, kuşlar, tinerciler, evsizler, lezbiyenler, translar, seyyar satıcılar, paralı ve parasız pulsuz tüm çulsuzlar ve tüm çapulcular… [/sws_blockquote] Çokluğun ortak kavramıdır Direniş. Ancak biz, bu olaya hâlâ Devrim demeyeceğiz. Çünkü her devrimin talihsiz formlara doğru gerileyerek, tarihe adını yazdırarak yok olduğunu biliyoruz. Aniden patlak veren, başıboş ve parça parça dağılan sonsuz olayın, sonsuz çizginin, olayların kendi aralarındaki diyaloglarıyla birlikte ve büyük bir sakinleşme haliyle çokluk olarak kaynamaya devam etmek yerine, elle tutulabilecek kadar soğuk bir topa dönüşebileceğini de biliyoruz. Ve olaya katılan tüm farklılıkların, tüm kuvvetlerin, kaçışların ve kopuşların gerisine düşmelerinden dolayı tarihin işin içine girmesi… Tarihin de olayı sahiplendiği andan itibaren, geriye dönük bile devam etmesi gereken bu devrim-oluşlar ve haline-gelişler, ifadenin, cümlenin veya kavramın merkezlerinde siyasete ve diğer disiplinci bilimlere kadavra olması: “bu şudur”, “şu budur”, “ama önce suyunu sıkalım”. Ama tarihe karşı coğrafyada ısrar ediyoruz. Hem heyecan duyuyoruz hem de temkinliyiz. Devrimleri düşünüyoruz ama şu büyük soruyu da soruyoruz: Devrimler, tekilliklerinden hiçbir şey kaybetmeden nasıl düşünceye koşullandırılır. Bunun dışında, herkes bu olaydan kendi ritornello‘sunu, kendi heccéité’sini çıkartıp, istediği gibi düşünüp yaşayabilir; çünkü yaşamda, yaşamı en küçük böceğine kadar korumakta ısrarcıyız. Gezi’nin bir anlamı olacaksa tek anlamı bu olmalıdır.
Gezi Parkı Olayları büyük bir kahkahadır. Ağaçlarla… “Ağaçları korumak için bunca taş atılır mı? Bunca şey yapılır mı?” gibi aptalca sorulara verilen en büyük karşılıktır. Gezi, yıllardır birçok kişinin arayıp da bulamadığı yeni bir direniş-kollektifi ortaya çıkarmıştır. Duvarları bile gülümsetecek kadar absürd birçok şeyin gerçekleşmesi, gülmenin ve sevincin dopdolu olduğu birkaç hafta ve devamı… Şimdiden büyük kazanımlara dönüşmüş birkaç şey de söyleyebiliriz: polisin gaz bombasına karşın keşfedilen anti-asitler, iktidarın gözden düşmesi ve siyasetin antisi olarak yeni bir yaşam etiğinin doğuşu… Yani, bir özgürlük pratiği olarak Etik… İşte, Foucault’nun büyüklüğü: “Özgürlük, etiğin ontolojik koşuludur; ama etik, özgürlüğün aldığı düşünülmüş biçimdir.”
Bu olayda bugün bile “olayın başlangıcı” varlığını ısrarla korumaktadır ve her an tüm yarınları tutuşturacak bir ateş-kıvılcımı gibi ortadadır. Cumartesilerin sürekliliği… Başlangıcın imajı yeni bir gökyüzüne dönüşmüş ve herkes gözünü bu yeni Dışarıya çevirmiştir. Rilke’yi hatırlayalım: “… dışarıya bakıyorum ve ağaç benim içimde büyüyor”. Gezi Parkı şehrin ortasında ve içimizdeki bir yaylaya dönüşmüştür. Gezi Parkı her şeyin dışarıya çıktığı yerdir. Deneysel politikalar için bir fabrika olmuştur, olmaya devam etmektedir. Düşünmede olduğu gibi kolay kolay gezip dolaşarak, yeni şeyleri söyleyerek ve dilin içinde zihnin sondajlarıyla, kaçış-düşüncelerinin oklarıyla giriştiğimiz bu yeni canlılık arayışlarına ek olarak, düzlüklerden ve mekânlardan yeni trans-varlıkları önceleyecek, yeni kurumların ve yeni yaşam biçimlerini koruyabilecek yeni yurtlar ve yeni yuvaların inşâsı… Bunun için sadece Gilles Deleuze’ün adını boş bir sayfaya yazmak bile yeterli olabilir; arkasına da “Bu bir biçimdir” cümlesini yazarak: “İnsan yaşamı hapsetmenin bir şekli olduysa, yaşamın bizzat insanın içinde özgürleşmesi ister istemez başka bir biçimde olmayacak mıdır?” Örneğin çadır. Birer göçebe yaşam mekânı olan çadırlar aniden şehrin ortasında belirmiştir. Şehrin mikro bükümü…
Occupy Gezi!..
Gençlik kendileriyle ilişkili olmayan, şimdiyi ve tekillikleri berbat üveyliklere koşullandıran her şeyden bıkmıştır. Gezi Parkı olaylarıyla birlikte, yıllardır olan biten pek çok şey fena terslenmiştir.
Gezi Parkı’yla birlikte devrimden yeni bir şey imâl edildi. Başlangıç diyebileceğimiz bu şey zamanın karşıtı olarak hareketin başını çekiyor: “Bu daha başlangıç…” Hükümetin “zamana bırakalım”ına karşı “başlangıç”ın daima bir adım öne çıkması direnişe katılan çokluk için yeni bir mücadele biçimi yaratmıştır. Başlangıç, zamanın tersidir. Buna kavram demek yerine biçimlerin de birer canlı olduğunu ve yaşadıklarını söylemek gerekir. Bununla birlikte devrim, kendisine ait yabancı ve âsi tüm adların bulunmasını ve bunlardan imâl edilecek yeni bir şeyin çağrılmasını da talep ediyor.
Burada ve her yerde defalarca söz edilen “yeni”, eskinin ne karşıtı ne de parçasıdır; bu “yeni” daha çok, yaşamlar, formlar, imajlar, çizgiler, ilişkiler arasındaki yeni süre ve hareketlerin keşfiyle ilgilidir. En genel anlamda coğrafi keşifleri hatırlayalım ve daha özel olarak da, sürekli olarak zaman ve mekânlar arasındaki yeni seyahat haritalarının ve diyagramlarının yapılmasını. Bir haritadaki her öznellik bir köydür, bir ovadır. Her yeni öznelleşme de bir coğrafi keşiftir: Tran-s-ilvanya. Beş ve on altı yaşın yanyanalığı içinde kırka da yer vardır. Düzenlemeye, disipline, koda, plana ve hâttâ tasarıma karşın harita. Türün karşısında mutasyonun veya oluşun devamlılığı. Deleuze’ün psikanalize karşı yazdığı “Çocukların Söyledikleri” adlı muhteşem bir yazıda geçer haritalar: “Hangi sevgili varlık, az çok bilinen, az çok hayali manzaralar, kıtalar ve nüfuslar gizlemez?” Gezi Parkı’na gelen çocuklar, yaşlılar, kediler, kuşlar, tinerciler, evsizler, lezbiyenler, translar, seyyar satıcılar, paralı ve parasız pulsuz tüm çulsuzlar ve tüm çapulcular…
Buna rağmen olay hâlâ eksiktir… Kim bilir bu olayda daha olması gereken kaç kişi ve sonradan aklımıza gelebilecek kaç çiçek, kaç hayvan, kaç devrim ve kaç kitap vardır… Ve merak ediyorum, kimsenin aklına geldi mi acaba, Woolf’un Dalgalar adlı kitabını Gezi Parkı’nda hep birlikte okumak ve bu kitabı olayın şarkısı veya marşı haline getirmek? Ve her okuyuşta kitaba farklı sayfalarla rast gele başlamak: “Şimdi bedenim eriyor; açılıyorum, akkor oluyorum. Şimdi ırmak, derin bir gelgit olarak akıyor, verimli kılarak, kapalıyı açarak, sımsıkı katlanmışı zorlayarak, gürül gürül çağlayarak. Kime vereceğim şimdi, bütün bu benden, benim sıcak, benim her şeyi sızdıran bedenimden dökülenleri? Çiçeklerimi bir araya toplayacağım, sunacağım −Ah! Kime?”
Özneleşmeleri kimse Virgina Woolf kadar ileriye götürmemiştir. “Benliğimin değişik yanları, ancak başkalarının gözü altında ışıldıyor.” Woolf’da olduğu gibi her sanatçıda üslup sonsuz keşfin dünyasıdır. Böyle bir dünya da bize rağmen bizsiz de yaratıma katılabilir. Parktaki ücretsiz marketler, kütüphane ve yeni yardımlaşma formları… Bunların hepsi yenidir, hepsi bireysizleşmelerin uğraklarında aniden ortaya çıkan kazanımlardır. Yan yana birbirini rahatsız etmeden çiçek açmalar ve yeni rizomatik katılımlar… Gezi Parkı en baştan beri doğumlar ve katılımların çapraz etkileşimleriyle ortaya çıkmıştır. Bir sözcüğü yarıp içini döktüğünüzde, bir imajı bir saksıya koyup üzerine su yerine benzin döktüğünüzde, bir çiçeğin tersinin ne olduğunu düşünmeye kalkıştığınızda hayatın size nasıl sürprizler getireceğini bilemezsiniz.
Gençlik yetişkinliğin önü arkası da değildir; çocukluğun yükseklere tırmanışıdır; Nietzsche’nin tüm dünyaya attığı havadır. Mayıs ayının sonunda başlayan olaylarla birlikte, doğumlarla, katılımlarla ve çiçek açmalarla Gezi Parkı özgürleşmiştir ve çocuklar konuşmuştur… Gençlik kendileriyle ilişkili olmayan, şimdiyi ve tekillikleri berbat üveyliklere koşullandıran her şeyden bıkmıştır. Gezi Parkı olaylarıyla birlikte, yıllardır olan biten pek çok şey fena terslenmiştir. Parkta yaşananlar ve sözceleri en baştan beri “çocukların söyledikleriyle” doludur. Duvarlara yazılanlardan bazılarını hatırlayalım:
“Ben bile geldim.”
“Tayyip diye isim mi olur?”
“Her şey bir pıskıvıt ile başladı.”
“Aşırı ucu olan var mı?”
“Boyağın rengi yeşildir.”
“Bu işin arkasında felsefe lobisi var.”
“Sevgilisi bir Mayıs günü yanı başında yürümüştü.”
Bunları duvarlara kimlerin yazdığını bilmiyoruz ama sonuncusu Virgina Woolf’un psikolojizme karşı yarattığı romanların birinde geçen bir cümledir. Woolf’un romanları birer diyagramdır, birer kıta-yazıdır: Ormanlarla dolu bahçeler. Mekânın zamanı eritmesi ve tersi…
Diyagramlar birer motiftir, birer haritadır ve işlevsel bir direniş listesi oluştururlar. Dalların çizdiği yollar birer fonksiyondur. Güçlerin, görünmez güçlerin yakalanması. Hissedilmeyecek güçlerin hissedilmesi… Her diyagram bir başka diyagramla kesişir. Deleuze’ün, Foucault adlı kitabı da bir diyagramdır: “Diyagram bir haritadır ve daha ziyade haritaların üst üste binmesidir. Ve, bir diyagramdan diğerine, yeni haritalar çizilir. Ayrıca birleştirdiği noktaların yanı sıra, görece özgür veya bağımsız noktalar, yaratıcılık, mutasyon ve direnç noktaları barındırmayan diyagram yoktur ve belki de bütünü anlamak için yola çıkmamız gereken nokta burasıdır. Diyagramların ardışıklığını veya süreksizliklerinin ötesinde birbirlerine nasıl yeniden bağlandıklarını ancak çağın ‘mücadeleleri’ ve bu mücadelelerin tarzı temelinde anlayabiliriz. Zira her bir diyagram, Melville’in sözünü ettiği başı ve sonu olmayan, bütün direniş noktalarından geçen ve diyagramları daima en yeni olanı gözeterek yuvarlayan ve birbirine çarpıştıran okyanus çizgisi olarak dışarı çizgisinin büklümlenme şeklini teyit eder. 1968’in çizgisi ne kadar da tuhaf bir büklüm, binbir sapkınlık ortaya koymuştu! Yazmanın üçlü tanımı da buradan ileri gelir: Yazmak mücadele etmek, direnmektir; yazmak oluş içinde olmaktır; yazmak harita çizmektir, ‘ben bir kartografım’…”
Hiç kimse, Virginia Woolf kadar doğaya kök salmamıştır. Soluk almak, düşünmek veya yazmak, onda bir ağacın, toprak, su ve güneşle ilişkisinin aynısıdır. Bir dalganın okyanustaki varlığı neyse onun da Düşünmek içindeki varlığı aynıdır. Tüm varlığıyla her yer ve her şeyde, her parça ve her damlada, her nefes ve her seste yaşamıştır. Virginia Woolf, orfik uzamın ilk ve son kraliçesidir. Bugünlerde başımıza gelen şeylerin karşısına çıkarılabilecek yeni bir “edebi alan”ın ilk büyük temsilcisidir. Daha çok edebiyat içinde görülen bu tarz yaşam-motifler, hem geleceğin politikasını hem de Etik‘ini oluşturacaktır: Woolf’un, Dalgalar‘ı yaşam üzerine dil-dışı konuşabilen edebiyatın mutlak kitabıdır.
Woolf’un yazı alanı bir buz pistidir, altı üstü daima-başka biçimler olan ortalarla doludur ve sonsuz mutasyonun kaygan yüzeyini oluşturur. Yıkımlar arası boşluklardan yıkılmazın haritasını ortaya çıkarır. Dans olarak dikeyliğin şansı! Ve kurtuluşun tek şansı olarak kadınlar! Woolf’un edebiyatı daima direneni seçmiştir. Blanchot’nun güzel ifadesiyle: “… yaşamda hareket eden her şey onda toplanır.” Woolf’un sesi, direniş içindeki gerici, kötü niyetli ajan sızmalara karşı politikanın ve sanatın tüm “yeni”likleri arasında tınlar: “… uyanıklığımın atomlarının nasıl da olağandışı bir canlılıkla dağıldığını, durgunun çevresinde kaynaştığını, söylenenleri sindirdiğini, kendilerini yeni bir olaylar dizisine uydurduğunu, kulaklığı yerine koyduğumda, kendi bölümümü oynamaya çağrıldım, ne olursa olsun, kuşkusuz bunu yapabileceğim, daha varlıklı, daha güçlü, daha karmaşık bir yeryüzü yaratmış olduğunu gördüm bu atomların. Şapkamı başıma geçirerek bir yeryüzüne attım adımımı, şapkalarını başına geçirmiş çok sayıda adamla dolu bir yeryüzüne ve itişip kakıştık, trenlerde, yeraltı trenlerinde yüz yüze geldikçe, yarışmacıların, yoldaşların duygudaşlığıyla birbirimize göz kırptık; binlerce tuzak ve kaçışla bağlanmıştık birbirimize, aynı sonuca varmak için − yaşamımızı kazanmak için.”
Şimdiden ilan ediyoruz. Haziran 2013, Mayıs 1968 gibi hiçbir zaman anlaşılmayacaktır. Sonsuz yaşam yörüngesinden çıkmıştır artık. Hareket devam ediyor ve önünde hiçbir şey duramayacaktır. Dünya en küçük toprak parçası için bile olsa, kendisini toplumların felaketinden kurtarmasını bilecektir. Ah! O bambaşka yaşayabilmenin gücü…
Yaşasın Gezi! Yaşasın Direniş!
Bu daha başlangıç! Mücadeleye devam!
“Ormanlar hazırlanıyor bahçelerimizde!”
✪