Gözyaşları içinde dört yüz Japon

...

Robert Bresson ile tanıştığımda hiç ama hiçbir şey bilmiyordum. On yedi yaşındaydım ve ergenliğin bana ıstırap veren “Ben kimim? Neredenim? Ne yapıyorum?” safhasındaydım. Ve birden, kendine ait biricik bir evreni olan, tutkulu biriyle tanıştım. Benim kim olduğumu, kendisinin ne yapması gerektiğini, her şeyi biliyor gibiydi. Benim göremediklerimi gören biri… Bu benim için çok güven verici ve dengeleyiciydi. Onunla tanıştığımda babamı zaten kaybetmiştim ve bir başka baba arayışındaydım. Bresson ise benim için biyolojik anlamda değil, artistik anlamda bir baba figürü oldu. Mylene [Bresson’un eşi] beni Bresson’un öldüğünü söylemek için aradığında hissettiğim buydu: “Evet, bu kadar; gerisi artistik bir yas.” 

Beni Bresson’a götüren Florence Delay’di. Bresson’un “av sahası” bir bakıma entelektüel burjuvaziydi. Bu bütün oyuncuları için geçerli olmasa da, işlerinin çoğu için sabitti. Bresson biri sayesinde bir başkasını bulmayı, onunla çalışmış insanlar arasında bir zincir, bir bağ kurmayı severdi. Le Proces de Jeanne d’Arc hariç filmlerinin hiçbirini izlememiştim. Bana Pickpocket ve Le Condamne a mort’u izletti. Beraber çalışıyor olduğu oyuncularla daha önce çektiği filmleri izlemekten büyük bir keyif alırdı ve Le Condamne a Mort’un bir salondaki gösterimi boyunca filmi benim için yorumladı. Salondaki öteki insanlar, gösterim boyunca konuşan adamın Bresson olduğunu bilmeksizin “Sessizlik!” diyorlardı. “Biraz sessiz olun!” Fakat Bresson’un onu rahatsız eden olaylara karşı müthiş bir kayıtsızlığı vardı. Bu olaydan biraz sonra Florence Delay beni arayıp babamı kaybettikten sonra yasal olarak vasim olmuş olan büyükbabam François Maurac’dan Au Hasard Balthazar’da oynayabilmem için izin almam gerektiğini söyledi, çünkü henüz reşit değildim. Büyükbabam kabul etti ve kısa bir süre sonra Academie Française’de kendisi de bir akademisyen olan Florence’in babası Jean Delay büyükbabamın yanına gidip ona “Bu harika, François, senin küçük kızın Bresson’la film çekecek” demiş. Ve büyükbabam onu “Biliyorsun, senaryoyu okudum, o Jeanne değil” diye yanıtlamış.

Bütün çekimler boyunca Bresson’la birlikteydim; kırsaldaydık ve hep onun yanıbaşındaydım. Bir noktada, onun tutsağı gibiydim ve bunu çok seviyordum. Dinlenme zamanlarımı hiçbir zaman ekibin kalanıyla geçirmiyordum, her zaman Bresson’laydım. Hep onunla kafa kafaya, bizimle beraber oturan diğer insanlarla etrafımız sarılı haldeydik. Jacques Kébadian [yönetmen yardımcısı] veya Ghislain Gloquet [görüntü yönetmeni] ile vakit geçirdiğim vakitler Bresson’u rahatsız ederdi. Çekimler boyunca çok mutluydum ve henüz sinemanın ne karanlığını ne de acımasızlığını görmüştüm. Ortama büyük bir nezaket hâkimdi ve şüphesiz Bresson’un çalışması tüm bu nezaketi de aşan bir güçteydi. Aynı zamanda çok teknik bir oyuncu yönetimi vardı. Çekim süresince “İki adım öne, dur! Yukarı bak! Aşağı bak!” gibi komutlar veriyordu. Bu teknik kolayıma geliyordu. Doğal sesim de Bresson’un aradığı sesti, bu da bana bir başka kolaylık olmuştu. Kalan zamanlarımızda ise her şeye nüfuz etmiş bir yönetimi vardı; onunla geçirdiğimiz her ana, bana senaryo hakkında söylediği her şeye, işinin doğasına, öteki filmlerine, Lancelot du Lac hakkındaki konuşmalarına…

Benimle çok konuşurdu. Aramızda, soru sormama gerek kalmaksızın ne istediğini anlamamı sağlayan bir bağ yaratmıştı. Beni nereye taşımak istediğini bildiğine ikna olmuştum ve ben de ona tamamıyla güven veriyordum. Bresson’un mevcudiyetinin tamamen kendine has bir tarafı vardı, herkesle arasına koyduğu mesafe hiç ihlal edilmezdi. Her zaman inanılmaz nazikti ama istediğini alamadığında da bir o kadar acımasız olabiliyordu. O her yerdeydi.

O zamanlar saçlarım kısaydı ve takma saçlarım düzgün takılmadığında onları bizzat kendi elleriyle takan yine Bresson olurdu. Bresson bende tohumları olan şeyleri ortaya çıkardı ve bana onu tanımadan evvel bilmediğim belli bir nitelik peşinde koşmayı öğretti. Tekilliklerin ayrı ayrı tadını almak. Her şey bu kadardı. Bu deneyimin beni biçimlendirdiğini, baştan yarattığını biliyordum fakat henüz derinliğinin ve öneminin farkında değildim. Hiçbir zaman makyaj yapan bir kadın olmadım, çünkü Bresson makyajsız kadınları beğenirdi. Ayrıca erkekler konusundaki zevkimi de yine onun seçtiği erkekler doğrultusunda oluşturduğumu düşünüyorum, onun filmlerindeki uğruna ölünecek erkekler doğrultusunda. Geçen gece  Condamné à mort’u izledim ve  François Leterrier’in güzelliği tarafından büyülendim, inanılmaz bir güzellik. Ve Balthazar’da François Lafarge müthişti. Çarpıcı olansa bütün karakterlerin genç olduğunu fark etmemdi. Gençken genç olduğumu bilmiyordum. Ancak bir süre sonra, yıllar geçtikçe Bresson’un gençliği sevdiğini fark ettim. Başka hiçbir filme hâlâ çocukluğa dahil ama yavaşça başka bir şeye dönüşen bu an bu kadar kurnazca nüfuz etmemiştir. Tüm güzelliği ve kırılganlığıyla gençlik… Bresson’la ilgili ironik olan şeyse, yapmamı istemediği şey için bana derin bir ilham vermesi oldu, yani oyunculuk. Bu yolda senelerce devam etme arzumu ona, onun bunu istemediğini düşünmeme rağmen, borçluydum.

(…) yıllar geçtikçe Bresson’un gençliği sevdiğini fark ettim. Başka hiçbir filme hâlâ çocukluğa dahil ama yavaşça başka bir şeye dönüşen bu an bu kadar kurnazca nüfuz etmemiştir.

La Chinoise’da oynadığımı duyunca beni aradı ve hemen bırakmamı yoksa Lancelot’daki Guenièvre’i (bana ve sanırım birçok başka aktrise de teklif ettiği rol) oynayamayacağımı söyledi. Godard’ın filmini bırakmam için hiçbir sebep göremedim. Benim yaşımın vahşiliğindeki biri için tek bir yol vardı, o da kendi hayatını yaşamaktı. Ve sonra Pasolini, ve ötekiler. O zamanlar küçük bir zorba gibi davranıyordum; Bresson’a minnetimi göstermek için küçük bir çaba bile göstermedim ve seneler boyunca aramız biraz soğuktu.

Bresson öteki yönetmenlerle aynı işi yaptığını düşünmüyordu. Mag Bodard, Au hasard Balthazar’ın yapımcısıydı ve aynı zamanda Les Parapluies de Cherbourg filminde de çalışmıştı. Beraber yemek yediğimizde filmden bahsetti. Ve akşam, Bresson, Mag Bodard’ın bahsettikleri üzerine, “Şarkı söyleyen ve şemsiye satan insanlar var, ve o kadar, öyle mi?” dedi. Hiçbir şey anlamamıştı. Tavrı hor gördüğünden değil, gerçekten ilgisinin olmamasından kaynaklanıyordu.

Ve böylece, Mouchette için yürütülen “ava” da dahil oldum. Bresson’un filmleri ve oyuncuları arasındaki zincire bağlı kalmaktan mutluydum. İsteği üzerine, yıllar içinde onun elçisi haline geldim. Ölümünden bir ay önce Florence Delay ile Tokyo Festivali’ndeydim. Festivalin retrospektif bölümünde Bresson’un tüm filmleri gösterilmişti. Bu büyük bir zaferdi. Au Hasard Balthazar’ın gösteriminden sonraki söyleşide bazı anekdotlar anlatmam istendi. Yapamayacağımı söylemem kötü karşılandı. Oysa bunun sebebi sahneye çıktığımda gözyaşları içindeki dört yüz Japon’u karşımda bulmamdı. O sahne benim için fazla etkileyiciydi ve öyle bir duygu içerisinde anekdotlar anlatamazdım.

Ben de Bresson’un filmlerini daha bilinir kılmanın gerekliliğinden bahsettim.

Filmlerimi her izlediğimizde, her zaman Au Hasard Balthazar’a geçmek isterim. Tercih ettiğim, bütün yaptıklarımın arasında sanatsal olarak ötekilerden çok öte bir yere koyduğum Au Hasard Balthazar’dır.

Her şeyden kuşku duyan biri olarak tanınırım, ama Bresson’un eserlerinin büyümeye devam edeceğinden eminim. Şu an için kişiler düzeyinde izlenip seviliyor gibi görünse de, gelecekte, Bresson’un filmleri topluma hitap etmeyi sürdürüyor olacak. 

Bir fırtına kopmuştu ve insanların “Peki şimdi bize ne olacak, gezegenimize ne olacak?” dediğini duyduk. Asıl vermek istediğim cevap “Herhalde şeytan” oldu.* Öldüğünden beri onu daha sık düşünüyorum ve bu adamın bir bilmece olduğuna eminim. Belki Mylène Bresson onun hakkında bir şeyler biliyordur ama bilen tek kişi de o galiba. Görünüşünün ötesinde, Bresson bilinemezdi. Bu zarafetin, güzel fiziğin, müthiş nezaketin, bu zeki ve komik karakterin ötesinde, Bresson kimdi, bilmiyorum. Fakat onun hakkında varsayımlarda bulunmak zorunda olmamızı seviyorum.

Bresson hayali bir karakterdi, tüm sinemacılardan daha çok.

* Le diable probablement; 1977 yapımı Bresson filmi. Türkiye’de “Herhalde Şeytan” ismiyle gösterime girmiştir. ✪