Kaya Tanış1 ile Moda pasajında çalıştığı zamanda tanışmamışız, ıskalar, ıskalar. Hayalet Oğuz2 biyografisi3 yayımlanınca kapısını tıklattık, sebebinden kuvvet alan sorulara cevaplar aldık.
[Ozan K. Dil – Barış Yarsel]
Ozan K. Dil – Barış Yarsel İz sürmek gibi geldi, bağlamı aslında uygun olmasa da. İz sürende bir umut var belki, avcının avından beklentisi. Siz bir hayaletin, Haluk Oğuz Alplaçin’in peşine düştünüz, ele avuca gelmeyeceğini bilerek. Belgelemenin çorak olduğu edebiyatımızda bu takipte sizi en zorlayan şeyler nelerdi? Parçalar halinde yaşamaya çalışmış birinin yaşam öyküsünü birleştirip düz bir çizgiye dönüştürmeden kitap haline getirmek yıpratıcı veya riskli olmalı.
Kaya Tanış Umut baki elbette. Ancak avcının umudu çoğunluk yakalamaya dönüktür; adı baştan konmuş bir eyleme geçiştir ondaki. Avından mutlak bir teslimiyet talebidir bu; böylece eylemi kendisi için mutlu sona ulaştırmaktır. Benim umudum (eğer burada kendimi avcı sayacaksam) yakalamaktan çok görmeye dayalı olmuştur. Ben görmek istemişimdir, ancak ondan sonra içimdeki güdüye (evet bir anlamda baskın gelme isteğine) hâkim olamayıp gördüğümü yakalamaya koşullanmışımdır. İşte burada tam da söylediğiniz gibi “ele avuca gelmeyeceğini” bildiğim hâlde bunda ısrarcı oldum, bunun bir bedeli elbette vardır: Bu sefer siz yakalanırsınız. O yüzden altını hep çizmek isterim: “Buldum mu, yoksa arandım mı?” Nihayet gelinen noktada kendime daha rahat yanıtlar verebiliyorum, evet. Ama şunu demeden de adil olunabileceğini düşünmüyorum; verdiğim kadar, aldım da!
Bu takibin en büyük zorluğu kuşkusuz Oğuz Halûk Alplâçin’in kendisiydi. (Bu arada, siz elbette doğrusunu yapıyor, ismini gerçek hâliyle -şapkasız da olsa- Haluk Oğuz Alplâçin olarak soruyorsunuz. Ama ben yine de Hayalet’e yakın durmak istediğim için, onun istediği biçimiyle, Oğuz Halûk’u kullanacağım.) Dağınık bir yaşamdan geride kalanlar da aşırı dağınık bir hâlde olduğu için bunları belgelemek “normalinden” daha zordu. Bir akım içinde yer etmiş bir şairin yahut hikâyecinin izini sürerken belirli çizgiler üzerinden gidebilir, belirli oluşumlara odaklanıp, bunların yansıması hâline gelmiş yayınlara bakabilirsiniz. Ancak Alplâçin için bu söz konusu değildi. Herhangi bir akımın içinde yer bulamadığı için, bilindik yerlerde de görülmesi güçtü. Ayrıca memleketteki ciddi hafıza/arşiv sıkıntısı herkes gibi benim de en çok zorlandığım meseleydi. En fazla 60-70 sene geriye gitmek istediğinizde bile bir kaynağı toplu hâlde bulmak çok kolay değil. Bu acıdır, yazıktır! Belgelemenin en zor kısmı ise elbette yaşamöyküsünün içine girdiğimde ortaya çıktı. Devlet belgelerine ulaşmak kolay olmadı. İzin verilmedi, geciktirildi vs. Bir yandan Hayalet’le uğraşırken diğer yandan bürokrasiyle uğraşmanın zorluğu.
Kitaba dönüştürmenin hem yıpratıcı hem de riskli olduğunu kısmen söyleyebilirim. Zaten sizin de dediğiniz gibi, mesele biraz düz çizgi meselesi. Bu düzlükten daima kaçındım. Hem yazıda hem kitabın yapısında böyle bir düzlük olmasın istedim. Yıpratıcı, burada belki biraz fazla olabilir, sadece olması gerekenden daha çok dikkati gerektirdi diyebilirim. Okumalarla/aktarımlarla Hayalet arasında bir denge kurmam, adil durmam gerekiyordu. Bu yıpratmadı, ama zorladı, inkâr edemem. Ancak risk konusu iki nedenden kaynaklı kesinlikle vardı. İlki böyle bir yaşamı zapturapt altına almaya hak bulma meselesi. Alplâçin’e karşıt bir şey çünkü yaptığım. Ayrıca “mite” dönüştürülmüş bir karakter için “hayır değildir, bunu yapamazsınız” demenin de bir riski vardı. Hele de bu miti en çok da o dönemin “ağır kalemleri” içten içe beslemişse. Diğer risk ise kitabın biraz önce bahsettiğim düz çizgiden cayar yapısı. Hem klasik biyografi anlayışının dışında bir biyografi yazımı kurmak isteği hem de kitabı yapı olarak bir derleme ve seçmece kitaba sıkıştırmadan oluşturmak düşüncesi belki riskliydi. Bilmiyorum. “Güzeli” seçmek değil, her şeyi görmek, göstermekti önemsediğim.
Bu ava kuşbakışı göz atınca uzandığınız yerler arasında en şaşırtıcı geleni herhalde Amed oldu. Yakın dönemde devlet eliyle hayaletler kenti kılınmıştı. İstanbul da öte yandan, malum talan edildi. Olabildiğince eksiksiz biyografisi önemli bir yer tutuyor kitapta, böylece nihayet kendisine “bir ev çatıyorsunuz”.
Öncelikle madem bir önceki soruda isme açıklama getirmek istedim, burada da ilk Amed’e dair bir açıklama yapmak, yükselteyim bir özeleştiri vermek isterim. Kitapta Amed değil Diyarbakır dedim. Bunun nedeni hem günümüze kadar gelen aktarımlarda (kullandığım kaynaklarda) Diyarbakır kullanılması hem de devlet belgelerinde (babasının kütük bilgileri) böyle geçmesi, benim alıntılarda da buna bağlı kalmamdı. Ancak “Giriş Niyetine” dediğim ve Hayalet’le “meselemi” anlattığım yere yakışanı elbette Amed’di. Bu kusuru en azından burada gidermek için Amed’den devam etmek, bu şansı verdiğiniz için de teşekkür etmek isterim.
Amed hâlâ şaşırtıcıdır! Düşmemiştir çünkü, bunu imkânsız kılmıştır! Diridir, kalacaktır! Ben Hayalet’e uzandığım zamanlar Amed’de ona dair bir iz elbette yoktu. Çoğunluk babasını ve geniş aileyi kapsayan bir yeri vardı şehrin Hayalet’in yaşamında, ama oraya varıp varmadığına dair bir iz asla belirmedi. Hayalet malum mirası için “Diyarbakır’a gidiyorum” dese de ihtimal bu gerçekleşmemiştir. Ben Amed’de farklı zamanlarda bulundum. İlk zamanlar şehir henüz işgal edilmemişti. Aydınlıktı. İz aramak da bu nedenle daha kolaydı. Elimde kütük bilgileri vardı, ama ana yapıyı güçlendirecek bir sonuç çıkmadı. En son gidişimde devlet vardı. Tam da belirttiğiniz gibi, işte o zaman bir hayalet gördüm, ama benim hayaletim bu değildi.
İstanbul’un talanı yıllardır var. Bunu Menderes’ten almak gerek. (Elbette talan için orası da geç dönem ancak kitapta 1950’leri merkez aldığım için yapıyorum bu ayrımı.) Ama şimdi, günümüz iktidarı bu talana takla attırmıştır. Çünkü doyumsuz bir sürü yaratmış, kendisine ait olmayanı zorla almayı hak gören geleneğini güncellemiş, esasında geçmişine hiç olmadığı kadar sahip çıkmıştır. “Hayalet’in şehirleri böylesi talanlara maruz kalmıştır” demek gereksiz bir romantizm olur. Herkes maruz kaldı! Ama sorunuza kitap üzerinden gitmem gerekirse; İstanbul’da ve özellikle Beyoğlu’nda 1950’lerde başlayıp hâlâ bitmeyen bir dönüşüm var. Pogromdan işgale, ranttan devşirmeye kadar uzanan bir şehir politikası bu. İmha demeyi tercih ederim. İstanbul’u elbet elimden geldiğince canlı tutmak istedim kitapta, ama Hayalet’e “ev çatmak” meselesini salt buradan aldım diyemem. Eksik olur! Dönem okumalarında ve bunların kitaba yansıyan yerlerinde İstanbul’un canlılığını ne kadar göstermek, Hayalet’in buradaki zamanlarını hâlâ yaşatır kılmak istesem de bunun tamamen mümkün olamayacağının bilincindeyim. Olsa olsa çatmak istediğim evin yerini kalın çizgilerle belirlemek istemişimdir: Beyoğlu’dur burası. Kanımca hâlâ düşmemiştir ve hayaletleri saklayabilecek takati kalmıştır.
“… benim hayalet olarak tanımladığım karakter, konumların ötesinde bir yaşama hâlini baştan kabul etmiş bir karakterdir.”
Hayalet Oğuz’un kaldığı evlerdeki inceliği, zarifliği vurgulanırken, aynı zamanda (masalardan, evlerden, semtlerden) göçebeliğindeki bilgi kaydı ve aktarımını da bir varoluş meselesi haline getirdiğini söylüyorsunuz. Öte yandan hırçınlığı, kavgacılığı da var. Şimdi o mekanların çoğu, insanların da yittiği gibi gitti. İstanbul’un dönüşümüyle, nostaljik biçimde değil ama, Haluk Oğuz Alplâçin’in çelişkilerinin ortaklaştığı detaylar neler olabilir?
Bilgi, çoğunluk dedikodudur. Ama bundan taşan bir genişliği de vardır. Aynı zamanda kültür sanata dair yeniliklerin bilgisine de ilk elden sahiptir. Bu şaşırtır! Bunu her zaman kullanmıştır. Çünkü “ağır masalar” bilginin bu canlılığına çoğu kez Hayalet sayesinde sahip olmuştur. Kendisini kabul ettirme konusunda (çünkü çevresinde merak uyandırır) bu bilgi her ne kadar işe yaramış, varlığına bir sandalye çekebilmesine imkân sağlamışsa da aktarımdan sonra oradan kalkmamanın yolunu da çoğunlukla kavgacılığı ile, bunun verdiği özgüvenle sağlamıştır. Ayrıca sadece masa sandalye üzerinden bir yer edinme değil, eviçlerine sızmanın yolunu da bu bilgi aktarımlarıyla bulmuştur. Nazik bir insandır evet, ama sivri dili her zaman dikelmiştir.
Çelişki çok doğru bir ayrım, Alplâçin kesinlikle çelişkileri yek bünyede barındıran bir yapıdadır. Ama buna rağmen nasıl kabul görmüştür? Dengelidir çünkü. Kimi, ne zaman, nasıl acıtacağını ve seveceğini biliyordur.
Çelişkilerden bahsedeceksek; rahatı terk etmiş, “saraydan kaçmıştır” evet, ancak burjuva inceliklerinden ve kimi heveslerinden asla vazgeçmemiştir; kadınlara dair nezaketi elden bırakmamıştır evet, ancak Mine ile olan ilişkisinde kabalıktan çekinmemiştir; acımasız sözlerle hır çıkarmaktan hiç çekinmemiştir evet, ancak Dürnev Tunaseli gibi kendisine benzer bir “gece insanı” ile çarpışmaktan kaçındığı anlar olmuştur; sanatçıları ve edebiyatçıları küçümsemiştir evet, ancak onlarsız bir yaşamın mümkün olmadığını bilecek kadar ayık kalmıştır; son olarak şiir yayımlamayı bırakmıştır evet, ama ölene kadar yazmaktan caymamıştır. (Şiire çelişki demek doğru oldu mu bilmiyorum, değilse de yayımlamamasına -az dövüşmesine- bir serzenişim olsun, kalsın burada.) Ama çelişki dediysek, olmayan kısmı da söylemek gerek: haysiyeti söz konusu olduğu zaman çelişkiyi tedavülden kaldırmıştır.
Hikayeleri, çevirileri, senaryo çalışmaları, novellası (?) hakkında ne düşünüyorsunuz? Hala canlı mizahı (Beş Adet İsmail), hikayede üslup denemesi (Burası Orası Değil) bir kez daha okunmayı hak ediyormuş gerçekten.
Hikâyeleri neredeyse tamamen mizahi yapıda ve dönemin mizah algısından sıyrılamamış. Kimi yerlerde cinsiyetçi, kimi yerlerde hızlı tüketime ayak uydurmuş. 1950 kuşağı hikâyecilerinin metinleriyle bir dirsek teması bulamayız ama buradan yola çıkarak da zayıf diyemeyiz. Birkaç hadise vardır hikâyelerde; ilkin teşbih ustalığı göze çarpar. Amansızdır, bu da Hayalet’in gündelik yaşamdaki sivri dilinin kalemine sızmasından kaynaklı. Acımasızdır. Bir diğer yan, yaşamına dair kalıntıların metinlere sinmiş olması, Hayalet’ten pek beklenmeyecek bir işaret koyma bu. Geçmişine dair ip uçları vermekten çekinmemiştir, ama elbette bunlar o zamanlar -biraz da ona olan bakış nedeniyle- fark edilmediği için kenarda kalmıştır.
Ayrıca Hayalet’in yine gündelik yaşamdaki tavrı kimi hikâyelerde daha net belirir. Önemli olmayı ve kendini önemli kılmayı küçümser tavrı; bu küçümseme etrafındaki sanatçıları ve edebiyatçıları da kapsıyor -belki de en çok oradan besleniyor-, yazısına sızmıştır. “Gece Milleti” hikâyesi buna güzel örnektir.
Senaryoları yoğun olarak Bülent Oran’la birlikte devam ettirdiği bir iş. Bu nedenle ayrılmamıştır. Salt kendi kaleminden çıkan şu senaryo var diyemeyiz. Ama Oran sinematografisi içinde büyük bir yeri kaplar, ismi görülmediği için bu yer de belirsiz kalmıştır. Ancak kitapta örnekleyerek bilerek altını çizmek istedim; senaryolara dokunuşu ufak ve sevimli bir hafiflikte değil, yeri gelince karakter sokup çıkartacak, yeri gelince ek sahne kurgulayacak kadar ağırdır.
Novelladan kasıt Dünya Sarsılıyor Rock’n Roll değil mi? Novella demek doğru olmaz. Şaşırtıcı bir kitaptır. Henüz dünyada dahi karşılığını bulamamış bir olayın kokusunu almış, bunu genişletmeyi başarmıştır. Ancak belirtmek gerekiyor ki bu kitapta rock’n roll meselesine bakışı sıkıntılıdır. Bunu muzır bir hadise olarak ele almayıp biraz uzun bakabilseydi sanıyorum büyük bir efsaneye imza atardı. Yine daima bir Hayalet Oğuz eğlencesi olarak anlatılan, dönemin sanatçı ve edebiyatçılarıyla rock’n roll üzerine konuşması ve kitabı bu bölümle kapaması bana eğlenceden ziyade müthiş bir kayıt tutuşu gösteriyor. Kayda girenler gelişine bir yargıda bulunsalar da bunun bugüne aktarılmasını önemli görüyorum. Şunu da eklemek isterim, Dünya Sarsılıyor Rock’n Roll evet, bir Hayalet Oğuz mucizesidir, hadiseyi görmüştür, ama ikinci mucize Demir Özlü’nün Hayalet’e ve kitaptaki diğer “yorumculara” rağmen rock’n roll konusundaki geniş bakışıdır.
“Burası Orası Değil” isimli hikayede iyi “denediğinin” de altı çizilmeli elbette. Mizahının hâlâ çok canlı olduğunu ben de söylerim, okudukça aşırıya varan bir eğlenceye düşmekten alamıyorum kendimi. Bu mizah, çevirilerinde de olduğu gibi duruyor. Üslup demeli yahut buna, daha doğru olur. Ama çevirileri çok önemsenmiş midir, hayır. Yoğun olarak ucuz polisiye kitaplar çevirdiği ve kimi zamanlar çevirinin bir kısmını yazdığı için “ciddi” bir çevirmen olarak görülmemiştir. Esasında “Türkçe söylemiştir” ama duyulmamıştır. Diğer yandan Nabokov, Simenon, Faulkner, Çehov çevirileri de vardır, ama onlar da kurtarmamıştır. Bütün bunların bir araya gelmesi biraz da yeniden bakılması gerektiğini, belki alamadığı ama hak ettiği kimlikleri (yineliyorum o her ne kadar istememiş olsa da) ağırdan ona yaklaştırmanın da zamanının geldiğini düşündüğüm içindi. İyi olarak görmeniz mutlu kılıyor elbette. Teşekkür ederim.
Siz sormamışsınız ama kenarda kalsın istemem, şiirleri, hikâyelerinden daha derine iner. Bunda Hayalet’in şiiri çok önemsemiş olmasının, şair kimliğini kendisine daha yakın görmesinin payı yüksektir. Ancak yine de olmaz! Genel algı İkinci Yeni etkisi altında kaldığı yöndedir ve gariptir. Daha kendi sesini yeni bulmaya başlayan bu akımın akranıdır Hayalet, ancak nedense buradan bakılmaz. Etki kuşkusuz vardır, dirsek teması vardır. Oradan sıyrılacak bir zaman ve imkân bulamadan bırakmıştır şiiri.4 En çok da bunun görülmesini, yeniden değerlendirilmesini dilerim. Belki de sıyrılmanın işaretleri o dizelerde duruyor. Hep derim, şiirlerine dair bu değerlendirmeyi benden daha iyi yapacak kişiler vardır. Onların yorumlamasını ümit ederim. Ama şunu bilirim, yaşamındaki en büyük acılardan birisi şiiri bırakmak zorunda kalmasıdır.
Neden bu kadar az edebiyat tarihi arkeolojisi var? Şimdi ya da gelecek de kazılamaz mı?
Edebiyat tarihi demek doğru olmaz. Edebiyat tarihine dair çalışmalar çok yeterli olmasa da hep vardı. Ayrıca kanımca edebiyat tarihi kazıdan ziyade nesnel bir değerlendirmeye ihtiyaç duyar. Ancak ne var, edebiyat tarihi içinde edebiyatın nereden görüldüğü üzerine düşünmek çok doğru. Soruyu buradan alırsam evet, kanonik metinlere ve bunları üretenlere dair kazılar daima yapılmış, edebiyat tarihi de böylelikle bu “buluntular” üzerinden yazılmış, değerlendirilmiştir. Bu elbette sakattır. Belki de kanondur sakat olan. Kanonun sürekli genişler bir yapısı var, genişlerken kendi zamanında olduğu gibi sonrası zamanları da belirler bir kudrete sahip. Bu öyle bir kudret ki kimi zaman akademik, kimi zaman bağımsız çalışmaları da yönlendirmiş, yetmemiş biçimlemiştir. Kenarı görmek güçleşmiştir. Hâlâ aynı doğrultuda devam ediyor diyemem, haksızlık ve inkâr olur.
Örneğin Turgut Çeviker5 yıllardır mizahtan edebiyata, şiirden sinemaya kazı çadırını öyle yerlere kurdu ki kimseler varmamıştı oralara; Tuncay Birkan kazıya dair daha çok Refik Halid külliyatıyla anılsa da hazırladığı ve hâlâ devam eden “İzler” serisiyle “kenarı” içeri çekmeye devam ediyor; Serdar Soydan’ın Suat Derviş ve Nahid Sırrı kazıları hem çok kıymetli hem de birer hak teslimidir; Reyhan Tutumlu ve Ali Serdar’ın “Tefrika” işleri özellikle kadın yazarların edebiyat tarihindeki yerlerinin neden görülmediğine dair geçmişe de bir şerh düşüşü kapsar; yahut tamamen edebiyat demesek de farklı alanlarda da olsa kenarda duran “figürler” üzerine yaptığı çalışmalarla Ümit Bayazoğlu biraz da hafıza kazıcıdır. Bu çalışmalar ilk aklıma gelenler. Unuttuklarım bağışlasın.
Sorunun şimdi ve gelecek kısmına gelirsem; şimdiyi kazamayız, ama keşfederiz. Bu, elbette mümkün. Ancak işte bu da edebiyata nereden baktığımızla, şimdinin kanonunu yaratma gayretiyle ya da bunun reddiyle belirlenebilir. Dert tekrar değil de yaratmaksa, keşif daha zordur. Sanıyorum o zorluğun içindeyiz. Tektip metinlerin çokluğundan şikâyet ederken, bu metinleri koşullayan gerçekliği kimin yarattığını neden konuşmuyoruz? Şimdinin keşfi genelde ya aykırı bir-iki metin bulmak (neye göre aykırı olduğu sorusuna yanıt pek verilmez) ya da taşra anlatılarını keşfedip birbirinin ardışığı üretimleri destekleyerek bir “modern zaman klasiği” yaratma gayreti oldu neredeyse. Eskiye nazaran biraz rahatladı edebiyat bu konuda, kabul etmek gerek; çünkü bu sefer şehir köye ev yapmaya başladı. Bunun kazılacak hâli yoktur, buradan kazı çıkmaz. Enkaz çıkar.
Enkaza gelirsek, doğru, işte onu kazımak lazım. Ancak o zaman gelecek diyebileceğimiz zamanı ve o zamanın edebiyatını biraz biçimleyebiliriz. Geleceğe el vermektir bu, kötü olmamalı. Uzattım, yıkım gerekir esasında. Şimdiyi keşfetmek için ihtiyaç duyulan bu yıkımdır. Bu yıkımın da iki ayağı olduğunu düşünüyorum; ilki kadın yazımındaki direnç ve yükseliş, diğeri de politik olanın edebiyatın içinde kendine yeni bir yer bulmasıdır. Salt “toplumcu gerçekçi” bir yerden bahsetmiyorum. Savaş var, bundan bahsediyorum! Kadınların, çocukların, LGBTİ+ bireylerin, iklimin, işçinin, genişletelim halkların sürekli gaspa ve zulme uğradığı bir savaş. İfadenin, en çok da dilin, katiliyle bir arada yaşamak zorunda kaldığı bir savaş. Dil, bu savaşa kayıtsız kalamaz, ancak bunu didaktik bir ezber üzerinden değil, “başka” bir yaratıcılık üzerinden yapabilir. Mesele biraz da bu, bahsettiğim keşif de bu esasında. Bir başka ifadeyi, dili, bir başka vuruşma hâlini artık içeri çekmek gerek, dili oradan bükmek gerek belki de. Bir örnekle kapatmak isterim: Türkçede bu yıl yayımlanan Èdouard Louis imzalı Babamı Kim Öldürdü birçok imkânı içinde barındıran ve bağıran bir metin. Karşı çıkan, savaşmaktan kaçınmayan bir metin. Evet, savaş var! Edebiyat, hiç “hariç değil” denilecek bir savaş.
Hayaletlik bir edebi soykütüğü yaratıyor mu sizce edebiyat tarihinde? Başka böyle hayaletler de var mı yakın edebiyat tarihinde, bu soykütüğe bağlanan? Bugün “hayalet” olmanın koşulları halen yürürlükte mi?
Uzun yürür bu sorunun yanıtı. Hayaletlik kesinlikle bir müşterekliği yaratıyor. Ama izin verirseniz bunu “soykütüğü” üzerinden değil, soysuzluk üzerinden almak isterim. Soysuzdur hayaletlik. Elbette burada kastım bir zürriyet meselesi değil, aksine bir illiyet durumudur. Buna göre kendi kökünü/kökenini kendi belirleme gücüne sahip olmak gerekir. Nedenleri belki kendiniz yaratmamışsınızdır, ancak bunun ayığında durup sonuçlarını kendiniz biçimleyebilir, nihayet buna sebebiyet veren durumları da böylelikle büküp dönüştürürsünüz. Bir oluş yaratabilme durumu, ardından bunun karşısında değil, yanında durabilme, bu oluşa -yeni hâle- sürekli omuz verecek direnci gösterebilme meselesi. Bunun çok kolay olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü sadece fevri patlamalarla biçimlenecek kadar basit bir mesele değil bu, aksine içte olan ne varsa döküp atmayı birincil koşul sayan, geri dönüşün namümkün olduğu bir yol. Esasında bir başka “yolsuzluktur” bu. Manaya şerh düşmenin yetmediği, neredeyse manayı tamamen değiştirme isteğinin baskınlığı vardır bu müşterek yapıda. “İstek” hafif de kaçmış olabilir, irade demek daha doğru olur. Böylesi bir iradeye sahip başka hayaletler mutlaka vardı. Belki de her dönem vardı. Sorunun bu yanını sadece edebiyat tarihinden almak istemem, biraz daha genişletmek, yakın tarihin biraz daha gerisine düşmek isterim. Elbette dönemleri, yapıları, yazıları, tavırları birbirinden farklı figürler vardır; ancak onları bir araya getiren bir müştereklik, bir irade de vardır: yıkıcı olmak! Hayaletlik biraz da bunu gerektirir, bunu her zaman gerektirmiştir. Ha ne var, kimi dönemler yıkıcılık, bozuculuğa evrilmek zorunda kalmış, hafif perdeden devam ettiği anlar olmuştur. Ancak kendini hemen toparlamayı bilmiş, sonu sonu yapacak bir şey kalmayınca -hafiflik kâfi gelince- tutup kendisini yıkmıştır.
İlhan Şevket böyle bir figürdür mesela. Sadece keskin bir zekâyı imlemiyordu, aynı vakit direnci de imliyordu. Neye olan direnç? Güce, ama daha çok gücün karşısında konumlanan zayıflığa. Galatasaray Lisesi öğretmenliği sırasında herkes eğilip Atatürk’ün elini öperken, onun tokalaşmak için uzattığı elin, Atatürk dışında herkesi serseme çevirip çarpması boşuna değildir. Sonra ne olacağını bilmeyecek bir yapıda değildi İlhan Şevket; “Atatürk değil, beni onun etrafındakiler sürgün ettiler” diyecek kadar etraftaki acizlikten haberdar ve tiksintiliydi, ama kabul edelim biraz da saftı. Dayanamayıp yaşamının son elli yılını yer altında geçirdikten sonra üstüne “büyük çevirisini” de tamamlayınca yapacak bir şey yoktu, kendini yıkacak, 84 yaşında asıl büyük tasarıyı, intiharı gerçekleştirecekti. Başarılı olmuş bir hayalet sayarım.
Kemal Ahmet vardı mesela. Babıâli’de aç bırakmak istemediler mi, matbaa diplerinde gazeteler üzerinde yatmak bile değil, neredeyse yaşamak zorunda kalıp anasona batmadı mı, üzerine oyunlar kurup hapse koymak istemediler mi, yetmedi henüz 29 yaşında veremden bir başına ölünce ardından “rakı parasına yazı yazardı” diyerek aşağılamaya kalkışmadılar mı? Kemal Ahmet, Sokakta Harp Var! diye sadece bir kitap yazmamıştı, haykırmıştı. Kaç kişi duydu bu haykırışı? Nâzım Hikmet ve Suat Derviş taşımaya çalıştılar sesini, yutturmadılar. Ama yetmedi! 1970’lerde bir görünüp yeniden kayboldu. 2018’de ortaya çıkardığım bir “kazıydı” Kemal Ahmet. Ne olmuştu, işte hayalet elli sene sonra yeniden zuhur etmişti. Hak yememeli, ben kazıyı yapınca, Ali Çakmak Sokakta Harp Var!’a, esasında hayalete, ömründen daha uzun bir önsöz yazmış -dövüşmüş de denebilir pekâlâ-, vefa sahibi bir yayıncı, Ali Özgür Özkarcı da hesap yapmamış, tutup bunu basmıştı. Ölmedi, hâlâ dolaşıyor bir yerlerde Kemal Ahmet.
Daha geriye gidince Sakallı Celâl’i görebiliriz rahatlıkla. Vecizeleri hâlâ bir efsane olarak dilden dile aktarılır. Ama duralım lütfen, biraz da vecize mizacın önüne geçmiştir. Elbette tavrını kapsıyor o vecizeler, bu inkâr edilemez, ama şimdi bakınca Sakallı Celâl’e olan hayranlığın nedense “eğlenceli” bir yapının aktarılmasına döndüğü görülüyor. Yine eğlenebiliriz, hayaletlik eğlenceyi de taşır elbette içinde, ama az geride durmak ve oradan bakmak, öyle görmek gerekir. Sakallı Celâl o zaman ne kadar görüldüyse, şimdi de o bakıştan çok yol almıştır diyebileceğimizi sanmıyorum. Abisinin kayınbiraderi olan Sakallı Celâl’e Cemil Filmer’in “bakışını” nedense unutmuyorum: Bir orada bir burada, değişik bir yapısı olan bir adamdı, der. Kolay demiştir. Oysa iyi filmci ve tüccardır Cemil Filmer. Hak geçirmeyeyim, önce tüccardır; Yemen’e askere giderken bile, “gittiğim yerde iyi para eder” düşüncesiyle “savaş yolunda” uğradığı pazardan satın aldığı cezeryeleri emrindeki askerlerin beline sardırarak intikal ettirip, gittiği yerde de iyi paraya satacak kadar hakiki bir tüccardır hem de. Sağ olsun, askerlere de payını vermiştir. Aynı vakit eğlenmeyi de bilir; yine rakı içtikleri bir akşam emrindeki bir askerden istediği portakal yerine, askerin omuzladığı portakal ağacını görünce de pek eğlenmiş, anlatmaktan hiç çekinmemiştir: Esasında bir Ermeni’nin bahçesinden koparmak istediği portakala, “bahçenin sahibinin” izin vermeyişine aldırış etmeyen asker, biraz da fetih ruhuyla olmalı, portakala ağacıyla kökünden sökerek sahip olmuş, komutanının takdirini kazanmıştır. Filmer eğlenceyi bir Ermeni bahçesinin “söküğü” olunca kolay kabul etse de, Sakallı Celâl’deki derinliğini nedense hiç görememiştir. Bitirelim, sonrasında iyi filmcidir Cemil Filmer. “Soykütüğü” de bunu imler zaten. Ancak yine de zihninde dahi Sakallı Celâl gibi orijinal bir adamdaki “filmi” bir türlü çevirememiştir. Hayalet kayıt dışı düşmüştür.
1930’lara gelince Niyazi Remzi’nin hayaletliğini nasıl görmeyiz? Dahası, nasıl görmemişler öyle? Edebiyata “açlığı” karakter gibi sokup, karnı doymayan insanın adından size ne der gibi, yazdığı hiçbir hikâyede bu karakterlere isim dahi vermeyen o “sivri zekayı” ne yapmak gerek? Şair-i Azam Hamid’in ardından, sanki az almış gibi, “hak teslimi” gayretkeşliğiyle yas tutturulmak istenen bir zamanda, bu yasın karalığına (zira Hamid “karayı” pek severdi, takipçileri iyi bilir) dair sorulan soruya verdiği yanıt hâlâ çınlar bir yerlerde: “90 yaşında bir adamın pek tabii olan ölümü karşısında duyulacak şey bir lakaydidir. Herhalde Hamid’in ölümü en fazla kendisinin arzu etmediği bir şey olmuştur. (…) Zira Hamid zaten senelerden beri eser vermeyecek bir hale gelmişti. Binaenaleyh bu yası o zamandan itibaren tutmak gerekti.” Sonra ne olmuştur, ardında bir kitap ve onun dışında biraz daha hikâye bırakıp sır olmuş, nihayetinde tam bir hayalet hâline gelmiştir. Kazısını sonlandırdığım bir başka hayalettir Niyazi Remzi, ama karşılığındaki “vefayı” bulamamış bir kazıdır, lakin bakidir!
Çok yürüdük, ama işte “soysuzluk” dedik ya, dur durak bilmiyor. Hazır gelmişken 1940’lara da bir uğrasak? Orada Faik Bercavi’yi ya da daha bilinen adıyla Faik Berçmen’i, ondaki hakiki hayaleti görünce, yalan değil biraz da irkilince, üstüne düşünmemek mümkün mü? Henüz lisedeyken Bursa zindanına düşüp Nâzım’ın yanına sokulan, hapisten çıkınca başta sadece kalemiyle geçinip, hikâyeler, çeviriler üreten ama daimî takipten asla kurtulamayan Bercavi. Yeraltına inişin hakkını öyle bir verir ki, ölürken dahi sırlarını ifşa etmez. Ne yapmıştı ki? Kendi deyimleriyle; savaşın, faşizmin karşısında insan haklarını savunmak için yeraltına çekilen vatanperver gençlerden oluşan bir örgütle Nazilerin peşine düşmüşlerdi. Sınırı aşmışlardı evet, savaş vardı! “Vicdanen zor zamanlardı, öyle işler de yaptık” diyerek herhangi bir hâlde konuşmayı ve arkadaşlarını anlatmayı -ifşayı- disiplinden yoksun bir zayıflık olarak gördü. Doğruydu! Yaşamının sonuna kadar kaçıp gitmek zorunda kaldığı Fransa’da bu sırlarıyla yaşadı, sadece resim yaptı ve öyle öldü. Disiplinden yine hiç “hariç değil.” Şu an üzerinde kazıya durduğum kişidir Faik Bercavi ve kazının daha ortalarında olmama rağmen, diyebilirim ki esaslı hayalettir. Varlar! Rasih Güran var mesela, diyebilir miyiz ki hayalet değildir? (Bercavi her ne kadar ismini vermese de “yeraltındaki” ona yakın omuzlardan biri Güran’dır.) Bu hayaletleri bir kez daha saygıyla anmak isterim.
Elbette dahası var, ama yerim dar! Necati Yusuf, Güney Halim, Gaffar Güney, Alp Zeki Heper bağışlasınlar beni. Elbet daha geniş bir yerde denk düşeceğiz onlarla. Evet, her dönem varlar ve birinin varlığı ötekini ufaltmaz. (Bunu hayalet çarpıştırmayı seven dünyeviler için söylüyorum.) Peki sizin de dediğiniz gibi, “bugün olabilirler mi?” Hayalet Oğuz üzerinden alıp başlarsam; onun “fiziki hayaletliği” gibi bir durumun bugün kurulabileceğini sanmıyorum. Bir kere görülmenin, kayıt altına alınmanın revaçta olduğu bir dönemde bunun zıddına düşmek pek mümkün değil. Ancak içinde bir hayalet ruhu taşıyan kimseler elbette bugün de vardır, varlar. Ama ruh işte, bir yerde içe dönük. Faydasız bir hayaletlik mi o zaman bugün olan durum, diye düşünebiliriz. Sanıyorum daha çok “faydayı” önemseyen bir akış var bugün. Sıyrılmak demiştim, yıkım demiştim başta, oradan sonlandırmak isterim; zamanın albenisi içinde bu yıkımı gerçekleştirmek daha güç bir hâlde. Öyle sanırım, bu görülüyor.
Şimdinin hayalet ruhu, yıkımdan ziyade bozuma daha yakın. Bozmak, bir kere daha korunaklı, çünkü savunması daha kolay. “Kendini ifade edebilme yeteneği” deniyor şimdi, bunu çok görüyor, hatta okuyoruz. İşte hayaletlik ifade etme gibi bir gereksinim duymaz, zihnini buradan çoktan taşımıştır. O, yapar! Bugün eğer yapamıyorsa ve buna ihtiyaç duyuyorsa, koşulları oluşturur. Zorba bunu daima yapıyor, hayaletlik çoğu zaman da bu zorbanın karşısındaki, onun baş edemediği değil midir? Bu zorba kimdir, nerededir, onu iyi tanımak gerek. Ama anlamaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Evde, sokakta, edebiyatta, sanatta ya da politikada; devlette ya da millette. Her yerde! O zaman zorbayı tanırsanız, onun zeminini ölçerseniz, kendinizi konumlandırabilir, bu sefer siz kendi koşullarınızı biçimleyebilir, sonra da nihayet hayalet olabilirsiniz.
Kendi mi hayalete dönüşür insan yoksa yaptıklarının rasyonel sonucu olarak hayalete mi dönüşür ya da başkaları tarafından hayalet halinde mi tutulur? Bu gibi isimler etrafındaki mistik hâle onları anlamaktan çok “dışarıda tutmaya” çalışan bir tavır gibi gelebilir. Dostlar tarafından yapıldığında bile…
Sorunun bir kısmının yanıtı aslında bir önceki soruya verdiğim yanıt içerisinden çıkabilir. Her ne kadar insan kendini hayalete dönüştürme gayretine girse de aslında bu dönüşümün çoğu zaman zorunlu olduğu büyük gerçektir. Bir kere hayaletlik büyük bir sıkıntıyı getiriyor, ayak uyduramama sıkıntısı bu. Çıkıntılık da denebilir, sonuç bu olur. Kimi zaman teamül karşısında, kimi zaman dayatma karşısında, kimi zaman ise “normal” karşısında bir olamama hâli.
Yine biraz önce saydığım örnekler üzerinden gidersem, hepsi sıkıntılı birer figürdür. Hepsi, normale uyum sağlayamayan, bunu yapmamak için direnen figürlerdir. Ancak şuna bir açıklama getirmek gerek, sadece hayaletler mi uyumsuz ve aykırıdır, geri kalan ve kendi yapılarında direnen kişileri uyumlu ve pasif figürler olarak mı ele almalıyız? Elbette hayır. Bu kolay olur, ayrıca adil olmaz. Ama farkı belirtmek için şu söylenebilir; benim hayalet olarak tanımladığım karakter, konumların ötesinde bir yaşama hâlini baştan kabul etmiş bir karakterdir. Aslında orada yaşamayı, sadece orada var olabilmeyi, baştan bir gözü karalıkla zihninde oluşturmuş bir karakter. Konum insanı sarar, zamanla bu sarış tamamen içinde tutma dayatması/zorunluluğu getirir yaşama.
Hayalet bu yaşamın, bu konumların, bu önemli olma hâlinin ötesinde belirir. Kaybetmeyi göze almak mıdır bu, sanmıyorum. Bu, kazancı bir gereksizlik olarak görme biçimidir, kazanmama durumu, kazanmamak için var olma hadisesi. Elbette her hadise gibi bu da kendi kendine ortaya çıkmaz; geride, altta işleyen bir silsile vardır. Benzerlerin arasında benzemez durmaya itilen yerdir burası. Koşullanan gerçeklik. Hakiki yaşam diyorum ben buna. Hayalet Oğuz da bu nedenle bu hakiki yaşama çekilmiş, koşullandırılmış kişidir. Bu yüzden Ahmet Oktay’ın Hayalet Oğuz’a dair şu aktarımı önemli, dahası kapsayıcıdır: “Bir tutunamayan değil, bir tutunmayan.” Ancak her kapsayıcı durumda olduğu gibi burada da bir gedik, bir açık vardır: Çünkü etrafında tamamen tutunan demesek dahi, tutan figürler vardı ve buraya el uzatmak pek mümkün kılınmamıştı. O zaman bir düzeltme yapabiliriz; Hayalet Oğuz tutunmayan da değil, tutulana, tutunana ve nihayet tutma hâline itiraz eden bir figürdür. Sanıyorum sorunuzun ikinci kısmı da buradan bir yanıt buluyor kendine. İkinci kısım bir ihtimali imliyor. Ben bunun ihtimal değil, gerçek olduğu kanısındayım. Hayalet Oğuz üzerinden bakınca, yaşadığı dönemde dışarıda tutulduğunu söyleyebilirim, hem de pek ileri gittiğimi düşünmeden.
Yine biraz önce belirttiğim konumların, bunlara tutunmaların, konumların bir zorunluluğu olan “tutma gereksiniminin” Hayalet Oğuz gibi bir karakterle ezeli bir birlikteliğinin olması güç. Kabul görmüştür Hayalet, ama bu kabulün sınırları vardır. Belirlenmiştir. Sizin söylediğiniz üzerinden gidip “haleli kabul” diyebilirim buna. Ancak üzerindeki o hale ile kabul almış, böylece daha kolay baş edilmiş bir karakterdir. Buna dayatma demek doğru olmayabilir, fakat kolaya varma denebilir pekâlâ. “Dışarıda tutmaya” doğru bir ayrım. Evet, yinelerim; dışarıda tutulmuştur. Tüm sızmalarına rağmen esasında içeri girememiştir Hayalet Oğuz. Dert biraz da onu içeri almaya çalışmak ya zaten.
Birinin hep karanlıkta durmak ya da kendi kurmaca-biyografisini örmek isteyen hayaletlere “ihanet” etmesi gerekir edebiyat tarihinde. Bunun bir bedeli var mı? Bundan sonra nasıl değişecek Oğuz’un alımlanması?
Bunun bedelleri var. İlkin ihanetin albenisiyle uğraşma hâli. Kötümserdir ihanet, böyle bilinir, böyle gelmiştir. Bir yandan bunun böyle olmadığını kendinize anlatma, kabul ettirmeye çalışma hâli, diğer yandan içten içe bir albeniye kapılmanın verdiği zayıflığınızla çarpışma, asıl bunu kabul etme hâli, zorunluluğu. Önemsiz olduğunu düşünmüyorum. Ama bu sizin içinizde dönen bir mesele olduğu için, insanlar için önemsizdir. Olabilir. Peki, hayaletler için ne demeli? Onlar için önemsiz midir? Sanmıyorum.
Hayalet Oğuz her şeyiyle silinmek istemiş bir kişi, kendini silme üzerine kurmuş bir yapı. Yitime meyilli. Onun metinlerinin gün yüzüne çıkması ona ihanet değildir, bir kere zaten ortaya çıkan üretimlerdir bunlar. Ama yaşamını kazmak, bundan caymamak, buna kapılmak evet, bir ihanete vardırır sizi. Buradaki gerçekliğiniz bu ihanetin faili yapar sizi. Gerek var mıdır böyle bir failliğe? Buna hayır demem imkânsız elbette. Eğer kazıyıp çıkardığım bu üretimler, geride tutulmak istenen bir “hayalet yaşama” sürekli dokunuyorsa, bundan caymak mümkün değil. Bu yüzden bu ihanet Hayalet’i de beni sardığı gibi sarar, ilgilendirir. Elbette ihanetteki bu bedelin en ağırı, karşınızdaki kişinin size karşı çıkamayacak bir zamanda olması. Hayalet Oğuz bu kazıya karşı çıkamazdı, yoktu! Ama bunu zorlaştırmak için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Hep vardı! Diğer bir bedel size nüfuz etmesi. Sadece sizi içeri çekmesi değil, sizin içinize sızması, sinmesi. Bununla yaşamak kolay değil, bunu söyleyebilirim. Ama elbette bu da sadece sizi ilgilendirir, başkası için bu zorluk anlamsız olabilir. Ama bu anlamsızlıktan çatılıyor işte her şey de. Bunu ne yapmalı?
Hayalet Oğuz Kitabı çıktıktan sonra, Şaban Özdemir telefon açmış ve şöyle sormuştu: “Hiç korkmadınız mı ya bu adama dönüşürsem diye?” Acayip soruydu. İçeriyi gören bir soru. O âna kadar Şaban Özdemir’le hiç tanışmamış, konuşmamıştım. İlk konuşmayı böyle bir yerden kestirmesi şaşırtmış, ama iyi gelmişti. Hem soruda hem de Hayalet Oğuz Kitabı’na dair yazdığı kısacık yazıda meseleyi gördüğü için burada bir kez daha teşekkür etmek isterim. Özdemir’in sorusu bir başka bedel işte. Bundan korkmadım mı? Her şeyden daha çok. Bu yüzden belki biraz sert de olsa “Hayalet’in Laneti” dedim. İçine girdikçe kendi gerçekliğinizin üstüne çıkan, kendinden başka bir mesele kabul etmeyen, sizi hep orada tutmak isteyen bir lanet. Tam tutulma hâli. Peki bu çok ve gereksiz bir duygusallık mı? Ya da yapılan işi kenarda tutmayı başaramadan bir sınıraşımı mı meydana geldi? Sanmıyorum. Çünkü bu sorgulamalar çattı kitabı, onu bu hâle getiren biraz da bunlar. Sancılı zamanlardı, korkutucu zamanlardı; her zaman olmasa bile kimi zamanlarda ya da “durumlarda” onu, Hayalet’i daha içeriden bir yerden duyup görmek istediğim için onun gibi tepkiler verdiğim anlar vardı. Oldu bunlar. Bunu inkâr edemem. Bu sürede kırdığım, kaybettiğim kişiler de olmuştur, bunu da inkâr edemem. Başka bir imkân olamaz mıydı? Sanmam, bu yüzden pişman da olmam! Son bir bedel daha var: artık sürekli onunla anılma hâli. Sizin önünüze geçer, geçebilir. Ondan önce yaptığınız işlerin olduğu gibi, ondan sonra yapacağınız işlerin de önüne geçebilir. Ama işte bunu da önceden kabullenmek zorunda olmaktan başka bir gerçek yok. Eğer bu kadar içe girerseniz, bu kadar içinize girer. Asıl o zaman girer. Kazanır! Bütün bunlardan sonra nasıl olacak, Hayalet Oğuz nasıl görülecek? Buna benim bir şey demem pek uygun olmaz. Dileklerde bulunabilirim, ama bunlar havai durur. O yüzden biraz kenarda durmak, Hayalet’e sığınmak, onunla bir arada izlemek en iyisi. Ama şunu derim: görmedik diyemezler artık! Bu inkâra düşmek isteneceğini sanmam.
Bazen bazı “zamanında yaşanmış” hayatların biyografisi olur gibi geliyor ama zaten “yaşanırken bir biyografi olan”ın ancak ölümünden sonradan “gerçek” bir hayatı olabilir gibi de geliyor. Siz, onun şahsi tarihçisi gibi mi hissediyorsunuz artık, yoksa arkadaşı gibi mi?
Harika bir yorum. Teşekkür ederim. Sorunuzu kendime yine “Ben neyim?” kısaltmasıyla sormam gerek. Elbette bu oldu. Ama itiraf etmem gerek, kendime sorduğum en zor soruydu bu. Şimdi siz de sordunuz, biraz daha yumuşak, belki de daha kibar. Kendimi onun bir arkadaşı gibi görmem kabalık olur. Zaten tek yanlı başlattığım bir hareketi iyicene kendime, kendi sözüme, kendi düşünceme göre biçimlemek, itiraz ihtimalinin olamadığı bir yerde bu düşünceyi yegâne gerçek saymak, bunda ısrarcı olmak olur. Olmasın! Bir kere şunu her zaman biliyorum ve daima altını çiziyorum, Hayalet’in arkadaşı olabilmek kolay değil, herhangi birisinin onun yakınına sokulması için o alanı ancak kendisi açabilir, bu da çok olmamıştır. Ama şunu da demeden geçmem; Hayalet’i anlayabiliyor, dahası onu ne kadar uzakta, derinde de olsa duyabiliyorum. Buna mecalim var, bu oldu. Duydum onu. “Şahsi tarihçilik” bir dereceye kadar doğru olabilir, onu kayıt altına aldım çünkü, dışarı aktardım. Bugünün deyimiyle, dolaşıma soktum. Ama bu tanım çok büyük geliyor bana. Sanırım Hayalet de böyle bir tanımın/konumun öznesi olmak istemezdi. Bu yüzden büyük olmayan, daha az genişliği olan bir yerden almak isterim: En fazla Hayalet’in bir toplayıcısı/eskicisi sayarım kendimi. Çünkü yıllar yılı yaptığım buna daha yakındı. Elden çıkmışları, sonra da kimsenin pek almak istemediklerini toplamaktı işim. Kimi zaman evlerden, kimi zaman yazıhanelerden itilmiş bir yaşam ve onun uzantılarıydı topladığım malzeme. Böyle diyebilirim. Ama eklerim, kıymet verdiğim tek şeydi bunlar. Hakkını vermek istediğim, göz nuru saydığım şeyler. Dediğim gibi burası zor yer benim için. Kendime burada bir kimlik biçemem ben, Hayalet üzerinden bunu yapmak çok istemem. Başta da belirttiğim gibi en fazla, bazı zamanlar da en sert, “Ben neyim?” sorusunu sormuşumdur burada, ama bu soru kestirmedir. Uzun taraftan gidersem; “Bu birliktelik devam ederken, böyle bir yaşamın karşısında, senin yaşamın nedir?” sorusudur bu. Teferruattır!
Haluk Oğuz Alplâçin’in dünyayla hesabını daha hayattayken hiç kapanmayacak bir yerden kurması neye bağlanabilir?
Zor bir yaşama bağlanabilir ancak. Alplâçin’in yaşamı her zaman güç olmuştur. Bunu yarısını kendi elleriyle inşa etmiş, o zorluğu kabullenmiş, göğüslemiş olsa da sadece buradan karşılamak kolaya kaçma olur. Yara vardır Alplâçin’de. Geçmişten aldığı, oradan gelen, derin bir yara. Bunu göstermemiş, görülmemesi için elinden geleni yapmıştır, ancak bunun hissini yaşamı boyunca atamamıştır. İz durur! Bu nedenle hesabı da “kapanmayacak bir yerden” tutmaktan başka bir gerçekliği olmamıştır. Hesabı ödememiştir aslında, öyle gitmiştir. Anneyle, annenin yokluğuyla açılan bir hesap bu. Ölüm zor da olsa kolay karşılanabilir bir durumu, bir genişliği, rahatlığı vardır; ancak birisinin var olduğunu bildiğiniz hâlde yokluğuyla terbiye edilmek zorunda kalırsanız hasar alırsınız. Yetişkin bir kişi değil, altı yaşında bir çocuk buradaki. Hasar bakidir. Ardından bir başka evde, kurallar olan, kalabalık olan, benlik yapısını ezmeye meyilli olan bir evde üvey evlat olarak yer alması hasarı kalıcı hâle getirmiş, sizin deyiminizle hesabı kabartmıştır. Annenin yokluğu, babanın dönüşümü, evdeki “düzencilik”, çocuğun oradaki “yadırgı” konumu yarayı derinleştirmiştir. Bu hesabın ilk kısmı.
Bir de diğer yan var, benim “alacaklıdır” dediğim yan, İstanbul! Alplâçin’in dünyayla hesabını biraz buralardan almak gerek, sanıyorum daha çok gerek. “Köklü” kişilerin ortasında köksüz bir kimse olarak durmuştur Alplâçin. Güçlü figürler vardır etrafında. Gücün, sanıyorum en belirgin yanı kimdeyse ona bunu, güçlü olduğunu hissettiren yapısıdır. Epey “hisli” ortamlarda bulunur Alplâçin. Peki güçsüz müdür? Hayır, değildir; ancak hesap üzerinden bakacaksak hesap kimi zamanlarda daha ağırdır onun için. Daima mücadele etmek zorunda kalmıştır. Çocukluğunda içine girdiği bu durum İstanbul’da da devam eder, orada da mücadele etmekten başka şansı yoktur. Kendini kabul ettirmek zorundadır ve ettirmiştir de ancak sınırlı, belirlenmiş bir kabuldür bu. Biraz ileri gitmek isterim, sınırları çevresindekiler tarafından belirlenen bir kabuldür. Buradan ona karşı daimî bir haksızlık yapıldığı sonucunu çıkarmak yanlış olur, ama anlaşılmamıştır demek yanlış olmaz. İz durur derken biraz da buradan, İstanbul’dan bahsediyorum aslında, iz burada daima durmuş. Kimileri tarafından görülmüş, hissedilmiş de Alplâçin’deki bu iz. Yahut derin bir yarayı işaret eden dostları olmuş. Ancak gerisindeki mesele görülmemiş. Mesele: Hayalet! Bu derinliğin -buna kanama da denebilir pekâlâ- onu biçimlediği hâl görülmemiş. Onu Hayalet kılan Beyoğlu’nun karanlığı değil, derinindeki yaradır. Ama karanlıkla daha kolay baş edilebilir tabii ki, yarayı görmek için sizin de biraz kanamanız gerek. Burada Demirtaş Ceyhun’un bir aktarımını hatırlatmak isterim, ama bunun bir sataşma olarak görülmemesini dilerim. Hayalet’in önceden verem geçirdiğini öğrendiğinde şaşırır Demirtaş Ceyhun ve eğer Hayalet sözünü etseydi ne olacağını da ekler: “Önemsemezdik, ciddiye almazdık galiba. Dalga geçerdik, ‘Ulan sende ciğer var mıdır ki?’ filan derdik.” Ciğer de teferruattır!
Peki şimdi ne olacak?
Bundan sonra Hayalet’e ne olacak, ben bundan sonra Hayalet’le ne yapacağım olarak alıyorum soruyu. Ümidim bundan sonra Hayalet’in daha bir gerçek hâliyle görülmesi, kabul edilmesi. Yaşamıştır, denilmesi. Hakkının verilmesi, teslim edilmesi. Bunlar olurken, onun yarattığı o bir başka imkânın daha iyi anlaşılması. Benim Hayalet’le işimse henüz bitmedi. Gerçekleşecek daha başka şeyler, işler, hatta yükselebiliriz; hadiseler var. Bunları zamanla göstereceğim. Hayalet Oğuz’u bir başka hâlle “dolaşıma” sokmak gibi bir isteğim, yeni bir derdim var. Bunun için çalışmaya başladım, günü geldiğinde ortaya çıkacaktır. Hayalet’in çoğaldığını biraz da o zaman görebileceğim.
Öte yandan daha kısa zamanda yapmak istediğim birkaç şey var: ilkin mezarının bilgilerin de düzeltilerek değiştirilmesi var. Bu değişimin onu yansıtan, hatırasına sadık kalan bir yapısı olmalı, hakkını vermeli. Tek dikili taşı! Sonra Kurtuluş’ta yaşadığı Oğuz Apartmanı’na oradaki izini gösteren bir tabela asılması meselesi var. Dilerim kısa zamanda çözülecek.
Ayrıca kitabın adıyla bir internet sitesi kurulması, kitaptaki tüm görsel malzemenin renkli bir biçimde orada sergilenmesi, dergilere yaptığı, ama kitaba almadığım (sadece bibliyografyada belirttim) hikâye çevirilerinin orada yeniden yayınlanması düşüncesi var. Bu düşünce epeydir dönüyor zihnimde, ama kitap elbette önüne geçti, ertelendi. Olursa güzel olur, ayrıca bu siteyi bir toplanma alanı olarak tasarlıyorum kafamda. Hayalet’in tüm kayıtlarının toplandığı bir alan olduğu gibi, Hayalet’e yakın duran, onu seven, önemseyen, merak eden kişilerin de daima akışta olacağı bir alan.
Ve Hayalet’e dair yapmayı en çok istediğim şeylerden teki İstanbul, özellikle de Beyoğlu merkezli bir Hayalet haritası çizmek, böylece güzergâhları belirlemek. Hayalet’in içinden geçtiği mekânlar, yollar, kaldığı evler, oteller… Tamamı bu haritada olacak. Dijital olarak da bu yerlerin konumları görülebilecek, artık olmayan mekânların yerlerinde şimdi nelerin olduğu da bilinecek ve Hayalet kayıttan hiç düşmeyecek. Bellek Hayalet’e olduğu gibi şehre dair de işleyecek. Bunu çok istememin bir başka nedeni daha var; kimi günlerde (anma günleri) Hayalet için bir arada olunmasını, bu güzergâhlara uğranarak Hayalet’in günlük döngüsünün yeniden yaşanır, hatırlanır olmasını istiyorum. Misal, toplansa Hayalet severler Karaköy’de, vursalar yukarı Yüksekkaldırım’dan; az bir soluk alıp -e biraz da Tünel’de saklanan Mayk Hammer’i bekleyip- Asmalı’ya kıvrılsalar; artık olmasalar da Refik’teki, Nil’deki, Bacı’daki silinmez izleri bir bir görseler; Tepebaşı’na varıp yıkıntılar içinde de olsa Emperyal Otel’in, Alp Otel’in önünden geçerken şöyle bir kolaçan etseler Hayalet’in odasından bir ışık sızıyor mu, ayık mı diye; İngiliz Konsolosluğu’nun oraya gelince rakıdan önce zemini sağlama almak için bir kuru-pilav indirseler aşağı; kaysalar sonra Balıkpazarı’na, devrilmiş de olsa duysalar Krepen’in uğultusunu; Çiçek Pasajı’na göz kırpıp caddeye uzansalar; sonra Parmakkapı Sokakları, sonra İmam Adnan, sonra Mis Sokak, biraz da Fuaye Adnan ve mekânı işte, biraz da Yeşil Horoz, dönünce biraz Papirüs, biraz da ama en çok da Afrika Han; girseler buralardan; duysalar Hayalet’i; sonra, ansızın yılankavi bir dönüşle Baylan’ı geride bıraksalar (kahve için saat artık geçtir) Galatasaray’a düşseler; hemen aralarından birini Galatasaray Pasajı 4 numaraya gönderip Peri Magazin’in son sayısını aldırsalar; nihayet artık usul usul, evvelden göz kırptıkları Çiçek Pasajı’na girseler; olmaz, çökseler ve Hayalet’in anısına kaldırsalar kaldırsalar rakıları… Güzel olmaz mı? Hayalet biraz da böyle anılsın istiyorum işte. Hayalet şehirden çıkmaz, yok olmaz, bu, bilinsin istiyorum.
Hayalet sızar! Bellek hatırlar! ✪
__ [Nota Bene] ________________
- [Kaya Tanış] 2017 yılında Kurdeşen isimli bir roman, 2018 yılında Ari Erk Cetveli isimli bir hikâye kitabı yayımladı. İstanbul’da yaşıyor.
- [Oğuz Halûk Alplâçin] 2 Eylül 1929 yılında Ankara’da Halûk Oğuz Alplâçin olarak doğdu. 17 Eylül 1975’te Heybeliada Sanatoryumu’nda Hayalet Oğuz olarak öldü. Geride, yılankavi bir yaşam bıraktı.
- [Burası Orası Değil] Oğuz Haluk Alplaçin Yaşamı ve Eserleri, Kaya Tanış, Kırmızı Kedi Yayınevi
- [F! notu] İkinci Yeni’ye dahil edilmeyenlerin bir yeni dalgası vardır edebiyat tarihinde. Kendisine dahil olmayanlarla da tarih yazan bir akım İkinci. Çekmeköy’de İkinci Yeni isimli bir oto galeri vardı eskiden. Oto tamircisi olsa daha uygun olabilirdi.
- Güldiken, Türk Edebiyatında Futbol, Posta Kutusu Dijoyen, http://turgutceviker.blogspot.com/ Enis Batur: “Başka bir ülkede yaşıyor olsaydı, bugün bir üniversitenin ‘Honoris Causa’ doktorasına layık görülürdü.”