[alert type=red ]Giriş niyetine:
“Sevgili bayan Milena, size Prag’tan sonra Meran’dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız. Bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız.” – Franz Kafka[/alert]
İki hafta önce Prag’daydım, ilk defa oradaydım ve mutlak olarak görmek istediğim tek şey Kafka’nın mezarıydı. Ama Kafka’nın mezarını görmek demek sadece Kafka’nın mezarını görmek demek değil. Nihayet Prag’daydım ve nihayet Mektup’un yazarının elini, izini, ayakizini, yani doğal ve çıplak etli yüzünü, yani tanrının gözkapaklarını görmek istiyordum. Bugün için savaşmamın otuzbeşinci senesi artık, uzun bir savaş ve her savaş gibi anlaşılması güç bir mücadele. Herşeyin birbirine karıştığı, mücadelenin en kızıştığı anlarda insan kim olduğunu asla bilmez. arzu, korku sevginin düşmanlığı, insan savaşır, arzu insanın kendiyle kendisine karşı arasındaki savaştır, kendini savaşı kaybetmek üzere kalkıp gitmekten alıkoymak için hayali bir engel.
Ama en sonunda oradaydım, ne fena. Uzun zamandır beklenen gün kaçınılmazdı. Kafka’nın mezarını görmek istiyordum. Görmek istediğini göremeyeceğini gayet iyi bilerek (çok kereler tasdik edilmişti bu çünkü), göremeyeceğimi görmeye mezarlığa gittim. Bu kanundur. Herşey kanun. Arzu yüzünden. Kanun yuvasını arzunun kabuğunda yapar. Devam et: İçeri girmeyeceksim. Gitmeyi arzulamasaydın, kapının açılma şansı olabilirdi. İsraelica sokağına gittim. Ve mezarlık kapalıydı. Biz de muazzam mezarlığın etrafını dolaştık. Umudum yoktu. Arada sırada süslü demir kapılar görüyorduk, araba sıkı sıkı zincirlenmiş kapıların yanından geçti. Hepsi kapalıydı. Araba muayyen bir anda paslı büyük zincirlenmiş demir parmaklıklı bir kapının yakınında durdu. Kapıya sıkıca yaslandım, çünkü vaadedilen ülkenin paslı kapısına yaslanacağın yazılıydı, unutmuştum. Ve orada karşımda Kafka’nın mezarı duruyordu ve ben onun önündeydim.
Temiz bir mezar, modern, mezar taşı kabartmalı bir taş, benden önce görenler siyah olduğunu söylüyor ama bu beyaz, benimki, ayakta gördüğüm, karşımda duran, karşısında durduğum ince beyaz dikti, benim büyüklüğümde. Bana doğru dönüktü ve kenarındaki Dr. Franz Kafka sözcükleri bana bakıyordu.
Bu mezarın daha önce metamorfoz geçirip bir ismin harflerine dönüşmüş gözlerle bana baktığını görmüştüm. Cezayir’deki mezarlıktaydı, babamın ciddiyetle ismini söyleyen –çocuklar ve ölülerin yaptığı gibi: Dr. Georges Cixous- gözleriyle bana bakmasına baktım.
Yüzyüze ellerim paslı demir çubukların üzerinde dururken anladım ki her zaman ciddiyet ve vakalarla çocukluğa indirgenmiş aynı yüzü aradım.
Ben ve mezar yüksek kitli kapıyla ayrılmıştık ve bu iyiydi. Arzu ve korkunun beraberce cevap bulması ümit edilmedik bir durumdu. Demir çubukları sıkı sıkı kavradım.
Görmek istediğim ve hiçbir zaman göremeyeceğim üç şehir var. Oralara gidebilmek için herşeyi yapabilirim ama gerçekte başaramam, demek istediğim kendimi orada bulmam, sokaklarda, meydanlarda, yollarda, duvarlarda, köprülerde, kulelerde, katedrallerde, bina cephelerinde, avlularda, rıhtımlarda, nehirlerde ve okyanuslarda, onlar hala iyi korunuyorlar. Bunlar en çok düşünüp niyet ettiğim, kuşattığım sık sık rüyalarda hikayelerde rehberlerde içlerinde koştuğum şehirlerde sözlüklerde çalıştığım o şehirlerde yaşadım bu haytta değilse başka hayatlarda.
Vaadedilmiş Praglar. Gitmeyi hayal ediyorsun. Gidemiyorsun. Gitseydin ne olurdu?
İnsan oraya giderken bile nasıl Atina’ya gidemez. Freud bunu onyıllarca sormuş kendine ta ki bir eylül günü Trieste’de erkek kardeşinin yanında kalırken oradan Korfu’ya gitmeye karar verene kadar. “Korfu?!” mu demiş bir arkadaşı. “Yazın ortasında? Delilik! 3 günlüğüne Atina’ya gitsen çok daha iyi.” Ve Lloyd’s vapuru hakikaten o öğleden sonra hareket etti, ama iki kardeş bundan hiç emin değillerdi. Bu nedenle Atina’ya karşı olan herşey rağmen kendilerini orada bulduklarında çok şaşırdılar, gerçekten Akropolis’teydiler, fakat Freud buna ancak kısmen inandı: herşey iki kardeşin okulda öğrendiği gibiydi. Okul kitabından manzaraya sonuç çok iyiydi. Hakikat olabilmek için fazla güzeldi. Ama Freud eğer Korfu’ya gitmeye karar vermemiş olsaydı tam ya da kısmen kendini asla Atina’da bulamazdı.
Peki ben nereye gideyim, Prag olmayan hangi şehre gideyim ki hileyle veya şansa hiç istemeden Prag’a varayım?
Viyana’ya gittim. Berggasse’nin dik yokuşunu Dr. Freud’un kapısını çalmak üzere inerken, Prag’ın yakınlarda soluk alıp verdiğini hissettim. Viyana ve Prag’ı ayıran-birleştiren yoldaydık. Araba ne sağa ne sola gitti. Büyükbabam Michael Klein’ın doğduğu Trnava’nın birkaç kilometre uzağından geçtik. Oraya hiç gitmedim. Ama Trnava atlasta var. O zamanlar sınır sabit değildi, bir gün Çek bir gün Avusturyalı her gün Bohemyalı’ydınız. Turnau’da Trnava’da ikamet eden biri. Bir gün Prag’lı Dr. Franz Kafka Turnau’ya, büyükbabam Michael Klein’ın bir gün önce çiftlikten getirdiği taze sebzeyi teslim ettiği otelde kalmaya geldi. Bunların hepsini yaşadım. Dr. Freud’un Gmund’a gitmek üzere Berggasse’den çıktığı an Dr. Kafka’nın Dr. Freud’un evinin önünden başı öne eğik geçtiği güne benziyor, çünkü kaçırılan bir karşılaşmanın rüyasıydı.
Hiçbir zaman gitmeyeceğim Turnau’ya gitmedim, ama hayatım yakınında geçti. Gelincik ve mavi keten tarlaları aramıza mavi ve kırmızı ayrılık örtüsünü sermişti.
Arzum asırlarca bazen Altneusynagogue (Eskiyeni sinagog) bazen Staronova sinagogu diye adlandırılan benim de Yaşlıgenç sinagog dediğim bir varlık tarafından rahat bırakılmadı. Ve sürekli Eski Musevi Mezarlığı’nın, Alt Jüdischen Friedhof’un dışında dolaşırım, yorumsuz kör emin mutlak arzu. Ne istiyorum? Göreceğim. Bekleniyorum. Umuyorum. Orada kendimi bekliyorum.
Rüyalarda oraya sık sık gittim. Oradaki mezarlık çok büyük ve okyanus gibi tatlı. Sincaplar çam ağaçlarının etrafında dans eder, ölülerin yeniden beden bulmuş şen ruhları. Arıyorum. Beşiğim olan mezarı görmek istiyorum. Beşiğimi görmek istiyorum, mezarlarımın beşiği, çocukluğumun mezarı, rüyalarımın ve endişelerimin kaynağı.
Benden başka herkes Eski Musevi Mezarlığı’na gitti. Çocuklarım arkadaşlarım aşklarım herkes bensiz gitti benden önce benim için benden öteye beşiklerime eğilip bakmaya. Annem de gitti, ben hariç.
Yine de fırsatı bekliyordum. Beşiklerimin mezarına bunu ciddiye almadan gidemem. Bana refakat edecek kişiyi bekliyordum, benimle beklemeyi paylaşacak yeterince gerekli yeterince narin varlığı. Yaşlıgenç sinagogunun mesihi. Ama ya gelmezse, hiç bir zaman?
Ama diğer taraftan, mezar-beşiklerimize hiç gitmemiş olmamız mümkün değil; bu bir yükümlülük. Ölüm vaktinden önce kaynaklara gitmemiz zorunlu. Bütün insan kaderleri bir mezardan başlatılır. Bunu her zaman bilmeyiz, ama sonunda limana geri döneriz.
Birgün herşeyin oradan başladığını düşündüm, bu kadar kaçınmak yeter çünkü sonunda gideceğim haydi şimdi şimdi gidelim böylece oraya yalnız bir kadın olarak sessiz bir kadın olarak dul bir kadın olarak, bir şahıs olarak ve her rüyanın dışında.
İçeri girmemle birlikte –bir hücum gibi geri püskürtüldüm. Bunu nasıl yorumlayayım? Her yerde kapıyı, girişi, eksikliği arıyorum. Charles Köprüsü’nün ve sakin azizler gibi dikilmiş heykellerinin oradan geçerek Mala Strana’nın yanına, Saksonlar arayolundan, Velkoprevorske Meydanı’ndan Prokopka arayolundan Malovstraske Namesti’ye Schönbron Sarayı’nın önünden hızlı bir tempoyla geçerek sonra Bretislavova’dan çıkarak Nerudova’ya kadar ve oradan yokuştan Mala Strana’ya içine girebilmeyi hiç beceremeden iniyorsun.
Ertesi gün, ikinci denem: rıhtımlardan yukarı Milli Tiyatro’ya, sonra Starometske’ye dönüş, Madenci sokağını geçiş, önümden kaçıyordu. On kere Almanca yol sordum, bana yanlış bir hayaletmişim gibi baktılar, artık kimse annemin babamın dilini konuşmuyordu. Yok etme yok etme senin adın şehir.
Üçüncü defa Celetna yolundan Altın Melek’teki evin önünden geçerek yukarı Ovocny Meydanı’na, meyva pazarına, oradan yukarı çiçekli balkonları operanın iç sahnesinden kendilerini o gün pencereden atmış Tyl Tiyatrosu’na –çünkü oyun şu anda Eski Şehir Meydanı’nda sahneleniyor. Pazar’dı. Sonra, meydanda, Jan Hus’un siyah ve dolgun heykeli yerine, heykel yok, meydan yok herşey sihirli bir şekilde yok olmuş, Starometsky Orlo’yu dün üstünde güneş ve ayın hala döndüğü saati de göremiyorsunuz, ve sarayları, ya da evleri, bu Pazar evrenin merkezi bir spor pabuç seliyle kaplanmış. Şehre saldırıp Spor pabuç virüsüyle tanıştıran maratondu. Şehir düşmüş müydü? Spor Pabuç, Prag Atı, bir kavramı başka bir kavramla anlatma usulünle zaptedilemez şehri mi mağlup ettin!? Tankın etrafından Jan Hus’a üstü yüzlerce spor pabuçla kaplanmış hava fluoresan mavisiydi. Bütün ülkenin Venüs’ü, muzaffer spor pabuçları Coca-Cola suretli binlerce teneke kutuyu toynaklarının altındaki kaosta yuvarladılar. Meşum karnaval, yorgunluktan bitkin, maskelerini yitirerek aniden çöktü. Evrensel bir tişört bağırsakları çıkarılmış şehrin kalıntılarını sardı. Kefenden yalnız Tyn Kilisesi’nin ehlileştirilemez iki boynuzu ortaya çıktı.
Ama ertesi gün şato yeniden başladı.
Daha dimdik kalkmış bir şehir asla olmamıştı.
Bir şehir? Bir ordu. Daha mücadeleci, daha dik, daha tahrik edici ve cazibi yok. Bir şehir? Bir kadın kahraman, adı Prag. Tanyeri ağardığında insan yeni kalkarken, o aykta, mızrakları hazır, miğferleri dik. Tepelerinin zirvesinden siz yokken sesleniyor: beni almayı dene! Ayağını yere vuruyor, taş paltosuna sarınıyor. Nerede olursanız olun, başınızı kaldırdığınızda, o orada –sallanan erkeklik uzvu gibi mütevazi, her zaman her yerde var olan erişilmez. Ondan daha kazanılmazı yok. Bazı şehirler ayakta kalır, kalabalıklar ayak altında çiğnediklerini sanırlar –turist alayları yabancı küçük bayraklarını çekerler, yollarından akarlar, kapalı çarşılarını zaptederler, hiçbir saldırı şehri teslim olmaya zorlayamayacak.
Asırlar boyunca talipler huzuruna çıktılar, fethettiler, ehlileştirdiklerini sandılar; saraylarını inşa etmeye koştular, inşa sırasında endişe onları yaşlandırdı, duvarların onlar öldükten sonra yaşamaya devam edeceğini bilmek onları terletti. Fakat birbirlerinin peşisıra, inşa ettiler, bunu isteyen şehir’di. Öldürülene kadar inşa etmek yazgıydı; sonra ani ve şiddetli bir rüzgar çıktı, hükümdarlar sırayla yıkıldılar: kül oldular, kan oldular ve saraylar ayaktaydı, kar altında sakin.
Hayır, bu bir şehir değil.
Yüzlerce yıllık mezarların ara yollarının ihtiyatı.
Asırlar: ara yollar: mezarlar: hepsi birbiriyle değiştirilebilir.
Bilmiyorum neden, neden Prag, Prag, neden ara yollarında bu kadar çok yüzyıl akıyor? Nesillerin tozuyla dolu, kalıp kalıp bina dolu.
Prag kabuğunun katmanlarının stratigrafisi. Sütun sütun tarihler, stil yığınları.
10uncu asır – 1050, takiben (t.) 1050-t., 1260,t. 1260-1310, 1310-1419, t. 1450-1526, 1538-1580, t. 1580-1620, 1611-1690, 1690-1745, 1745-1780, 1780-1830, 1895-1914, 1918-1039: Gotik yüksek Barok neo-Rönesans, neo-Barok Fonksiyonalizm ve Konstraktivizm Geç Rönesans (Mannerism – bir üslubu aşırı derecede kullanma) Romanesk öncesi mimari (Prag Şatosu, Vysehrad, Brevnov) eski usül Gotik Rokoko (geç Barok) Art Nouveau – Yeni Sanat (Ayrılma) yüksek Rönesans Romanesk mimari Romantik Tarihçilik: neo-Romanesk stil, neo-Gotik iptidai Barok geç Gotik (şaşaalı, Vladislav’ın).
Herşey şato’yla başladı, 1050’de Vysehrad Otto mimarisi, ve şato mevkine kanun tablosunu verdi: Ve Kızıl Deniz üzerinde inşa edeceksin, ve kanın koyu gölü üzeirnde hoteller ve kiliseler inşa edeceksin. Herşey şato ile son bulacak. Ama bu hayali bir hikayedir: ve bu içinde uykuda yaşayanlarıyla Saçmalık Şatosu’dur. Bir ölmüş kişi hala nöbet tutar, 22 Alkemist sokağındaki bir kibrit kutusunda yakılmış bir mum gibi.
Her yerde gökyüzüne saldırır gibi vinçler yükseliyor. Hayır bu daha bir şehir değil, bir fikir, bitmeyen bir inşaatı tersine döndürme çılgınlığı. Pelion ve Ossas’lardan (mitolojik sentaurların yaşadığı dağlık bölge, ve alçak bölgede eski bir Yunan şehri) başka bir şey değil. Düşünülen o ki, şehir en sonunda bir gün yığının tepesinde kurulacak.
İlk defa Prag’daydım ve Prag orada değildi. Kadın biraz önce gitmişti, belki de bir erkekti, şehrin ruhu, bizim ‘hemen şimdi’ evinde ikamet eden doktor K. bu Odradek’ten bahsedildiğini duyduk, bu makara olmayan makara, yalnız makara olmayan ve iki bacak gibi iki küçük değnek üzeirnde duran makara. Bir zamanlar yararlı olduğunu ve sonra kırıldığını düşünebilir insan, ama bu hata olur. Dr. Franz Kafka tarafından iki küçük değnek üzerinde duruyor diye tarif edilmişti, görünüşü anlamını yitiren şeyi andırır, ama hata yapmadan konuşmak mümkün değildir, çünkü Odradek son derece hareketlidir, ben konuşurken, koşarak uzaklaşır ve artık burada değildir. Onu yalnızca aramak mümkündür.
Öyleyse nerede? Bir sözlükte mi, bir müzede? Hayır, ‘şimdi tavan arasında, şimdi merdiven boşluğunda, şimdi hollerde ve şimdi girişte.’ O çok dolaşır. Misafir olduğu bir yer yok, o evin oturulmayan her yerinde, sayılmayan her yerinde, ziyaret edilip geçilen veya kaybolunan her yerinde.
Yoksa orada olmayan ben miydim? Yaşadığımızda hayalet olduğumuzu bilmiyoruz.
Vaadedilen şehirlerde neyiz biz? Neslimizden olanların bugünkü ölüleri, gelecekte geri gelen hayaletler. Bugün Pazar K.’nın şimdi altmış sene önce ofisine gitmek üzere çıktığı ‘hemen şimdi’ evinin önünden geçiyorum. Kapıdan çıktı ve gitti. Daha doğmamış biri kırk yıl sonra buradan geçecek ve kesilmiş ipliği makaraya saracak.
Zaman dört köşeli bir tekerlek. Ara sokaklarda hızla koşarsam belki ben doğmadan önce buradan geçeni yakalayabilirim.
Bunun için şato’nun içinde asırların iyi korunması yeterli.
Hayali hatıralar, hayali hayat: Burada daha önce yaşadım dördüncü katta oturuyorduk, oturma odasının penceresinden Belediye Binası’nın köşesi görülebiliyordu. Öteki geçmiş hayatlarımdam daha hayali bir hayat değil bu. Geçmişin ülkesi hayali ülkenin de olduğu kıtaya ait. Karşılaşıyorlar ve çayırlarını, meydanlarını, tatlı tuzlu sularını birbirlerininkine karıştırıyorlar. Resmin arkasında Oran’ın sokakları Prag’ın sokaklarıyla kesişiyor.
Prag’a gitmeyi hayal ediyoruz. Nasıl gidileceğini bilmiyoruz. Korkuyoruz. Gidiyoruz. İçeri girdiğimizde bulamıyoruz. Uzun bir müddet şato’da dolaşıyoruz. 22 Zlata Ulicke’deki küçücük kapı olmasaydı, Altın sokaktaki küçücük kapı, bir an demirlemek için, hiç bir zaman karaya bile çıkmamış olacaktık.
Sinagog nerede? Kapı nerede?
İyi bir tesadüfle, oraya hiç bir zaman ulaşmıyoruz bile. Çok geçti. Yeni kapanmıştı. İçeri girmeyi başaramazdık.
Kapalı kapılar paslı büyük kapılar sağolsun. İçeri mi girmek istiyordunuz?
İyi bir tesadüf sonucu başarılı olamadık.
Sincaplarıyla büyüleyici Yaşlıgenç Musevi Mezarlığı nerede? – Burada, burada, koyu kasvetli duvarların arasında, tam burnunun dibinde. Aşağılanmış başlarımızın üstünde kargaların savurdukları küfürler kaba ve ters tehditlerini haykırıyor. Acı bir mucize bu kargalar: tıklım tıklım ölü insanlarla dolu küçücük yere dikey gökyüzünün küçücük bir köşesinde aslanlar gibi gaklıyorlar. Eski Musevi Mezarlığı mezarlarla dolu görünmez pınarını gökyüzünün ayaklarına kaldırıyor, sonunu göremiyorsun, kargalar orada haykırıyorlar: burada, burada. Hiç bu kadar yüksek ve küçük bir mezarlık görmemiştim, toprağın dibinden gökyüzünün dibine çıkıp alçalan bir ölüler rulosu gibi. Yol açın, diye gürlüyor kargalar, ölüler tırmanıyor bırakın geçsinler!
Mezarlığın bu kadar küçük olduğu bana söylenmemişti. Bin yıl şehrinin, sadece mezarlar burnunun ucunu ve birkaç aşınmış dişini asrın yüzeyinde görünebilir bıraktığı bana söylenmemişti. Mezarlar mezarları gömüyor. Oniki kat mezar.
Bana oyuncak bebek evlerinden bahsedilmemişti, oyuncak bebek evi Sinagog, oyuncak bebek insanlar.
Herşey küçültülmüş. Herşey kutsal.
Prag’ınız Prag’da değil, gayet iyi görebildiğiniz gibi. Vaadedilmiş Prag yerin altındaki gökte.
Demir çubukları sıkı sıkı kavradım. Önümde ince yapılı aklı başka yerde beyaz mezar parlak gözlü sözleriyle bana baktı. Ne kadar canlı ve gençsin diye düşündüm. Saraylardaki bütün öteki hayaletler, kazınmış duvarların ardındaki bütün hayaletler ölüyken. ‘Değişmedin, dedim.’
Çeviren: Süreyyya Evren
@sureyyya
Siyahi Sayı 2, Sayfa 4, İstanbul, 2005 ✪