İnsan, doğa ve egemenlik
Max Horkheimer
Hayatın yüksek amaçlarını belirleme yetkisi elinden alınan ve karşısına çıkan herşeyi basit bir araca indirgemekle yetinmek zorunda bırakılan akıl için, geriye kalan tek amaç, bu düzenleyici faaliyetin sürdürülmesidir. Bu faaliyet bir zamanlar özerk bir “özne”ye aitti. Ama Öznelleşme süreci bütün felsefi kategorileri etkilemiştir: bunun sonucu, bu kategorilerin görelileşmesi ve daha iyi yapılanmış bir düşünsel bütünlük içinde korunmaları olmamış, sadece kaydedilecek birer olgu durumuna düşmeleri olmuştur. Bu, özne kategorisi için de geçerlidir.
Ama bütün doğa bir “çeşitli nesneler yığını” (herhalde, doğanın yapısı insanların kullanmasına uygun düşmediği için “yığın” deniliyor) olarak, insan-öznelere oranla basit nesneler olarak görüldüğü ölçüde, bir zamanlar özerk olduğu varsayılan özne de giderek her türlü içerikten arındırılır ve bir noktadan sonra, adlandıracak hiçbir şeyi kalmamış bir ada dönüşür. Bütün varlık alanlarının bir araçlar alanına dönüştürülmesi, bunları kullanması gereken öznenin de yok oluşuna yol açar. Modern sanayi toplumuna o nihilist görünümünü veren budur. Özneyi yücelten öznelleşme, onu aynı zamanda yok oluşa da mahkûm etmektedir.
İnsan türü, bağımsızlaşma süreci içinde, içinde yaşadığı dünyanın yazgısını paylaşır. Doğa üzerindeki egemenlik, insan üzerindeki egemenliği getirir. Her özne sadece dışsal doğanın (gerek insanın fiziksel varlığının, gerekse insanın dışındaki doğanın) köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır. Egemenlik için egemenlik “içselleştirilir”. Genellikle bir hedef olarak gösterilen şey —bireyin mutluluğu, sağlık, refah— anlamını sadece işlevsel potansiyellerinden almaya başlar. Mutluluk, sağlık gibi terimler, düşünsel ve maddi üretim için elverişli koşulları belirtmektedir artık. Bu yüzden, sanayı toplumunda bireyin kendi kendini yadsımasının bu toplumu aşan bir hedefi yoktur. Böyle bir kendini silme, araçlara rasyonellik kazandırırken, insan hayatını akıldışı kılar. Bireyin kendisi kadar toplum ve kurumları da bu uyuşmazlığın izini taşır. İnsanın içindeki ve dışındaki doğanın köleleştirilmesi anlamlı bir amaç olmadan gerçekleştiği için, doğa aşılmış ya da kazanılmış değil, sadece bastırılmış olur.
Doğanın bu bastırılışının sonucu olan direnme ve tepki başlangıcından beri uygarlığın içinde bir çıban başı olmuştur: bazen, on altıncı yüzyılın kendiliğinden köylü ayaklanmalarında ya da günümüzün daha hesaplı ırksal isyanlarında olduğu gibi, toplumsal başkaldırılar biçiminde, bazen de bireysel suçlar ve akıl hastalıkları biçiminde… Uygarlığın gelişmesinde bir etken, doğal ayıklanmanın yerini rasyonel eylemin alması olarak tanımlanabilir. Sap kalma —ya da başarı diyelim buna— bireyin toplumdan gelen basınçlara kendini uyarlama yeteneğine bağlıdır. Sağ kalmak için, hayatını oluşturan anlaşılmaz, çetrefil durumlara her an en uygun tepkiyi gösteren bir aygıta dönüştürür kendını insan. Herkes her durumla karşılaşmaya hazır olmalıdır. Kuşkusuz, bu sadece modem çağın bir özelliği değildir; bütün insanlık tarihi boyunca geçerli olmuştur. Ne var kı, bireyin düşünsel ve psikolojik yetenekleri maddı üretim araçlarıyla birlikte değişmiştir. On yedinci yüzyılda bir Hotlanda köylüsünün ya da ressamının veya on sekizinci yüzyılda bir dükkân sahibinin hayatı, günümüzün bir işçisinin hayatından çok daha güvensizdi. Ama sanayi toplumunun doğuşu, nitel olarak yeni olgular getirmiştir. Günümüzde, uyarlanma süreci bilinçlidir ve o yüzden de toptandır.
Bugün hayatın tümü artan ölçüde rasyonelleştirilmekte ve planlanmaktadır; aynı şekilde, her bireyin hayatı da, geçmişte özel dünyasını oluşturan en gizli dürtüleri de içinde olmak üzere, rasyonelleştirme ve planlamanın gereklerine uymak durumundadır bugün: bireyin varlığını sürdürmesi için sistemin varolma koşullarına uyması gerekmektedir.
Toplumdan kaçacak yeri kalmamıştır. Ve nasıl rasyonalizasyon süreci artık pazarın İsimsiz güçlerinin değil, plan yapan bir azınlığın bilinçli kararının eseriyse, kitlesel özneler de kendilerini öyle bilerek uyarlamak zorundadır: özne, bütün enerjisini, pragmatistlerin deyimiyle, şeylerin hareketinin içinde ve o hareketin yönünde” olmaya adamak zorundadır. Geçmişte gerçeklik, özerk birey tarafından geliştirildiği varsayılan ideale karşıt sayılır ve onunla karşılaştırılırdı; gerçekliğe bu ideale uygun bir biçim verilmesi gerekli görülürdü. Bugün ilerici düşünce bu tür ideolojileri zayıflatmakta ve bir yana atmakta, böylece farkında olmadan da gerçekliğin bir ideal durumuna yükseltilmesine yardımcı olmaktadır. Uyum, düşünülebilecek bütün öznel davranışların ölçütüdür artık, Öznel, biçimselleşmiş aklın zaferi, aynı zamanda, öznenin karşısına mutlak, egemen bir nesnellik olarak çıkan bir gerçekliğin de zaferidir.
Günümüzün üretim tarzı, her zamankinden daha çok esneklik ister. Hayatın her alanında istenen daha büyük girişkenlik, değişen koşullara daha iyi uyarlanabilme yeteneğini gerektirmektedir. Eğer bir ortaçağ zanaatkârı bir başka mesleğe geçebilseydi, yaptığı değişiklik, tamircilikten seyyar satıcılığa, oradan da sigorta şirketi yöneticiliğine geçen bir günümüz insanının geçirdiği değişiklikten çok daha köklü olurdu. Bugün teknik süreçlerin gittikçe artan birörnekliği insanların iş değiştirmesini kolaylaştırmaktadır. Ama bir faaliyetten ötekine geçişin kolaylaşması, spekülasyon için ya da yerleşik modellerden ayrılmak için daha çok vakit kalması anlamına gelmemektedir. Doğaya egemen olmak için geliştirdiğimiz araçlar arttığı ölçüde, bir sag kalma koşulu olarak bu araçlara hizmet etme zorunluluğumuz da artmaktadır.
İnsan, mutlak davranış ölçülerine, evrensel bağlayıcı ideallere giderek daha az bağımlı hale gelmiştir. Kendi özel ölçülerinden başka kurala gerek duymayacak kadar özgürleştiği ileri sürülmektedir. Ne var ki, bu artan bağımsızlık, ters bir mantıkla, bir edilginlik artışına da yol açmıştır. İnsanın kullanacağı araçlarla ilgili hesapları inceldiği halde, amaçların seçimi konusunda —geçmişte nesnel bir doğruya duyulan inançla ilgiliydi bu— gittikçe kafasızlaşmaktadır: nesnel akıl mitolojisi de içinde olmak üzere bütün mitolojilerin kalıntılarını silip atmış olan birey, genel uyarlanma modelleri doğrultusunda otomatik tepkiler göstermektedir. Ekonomik ve toplumsal güçler kör doğa kuvvetleri niteliğini kazanmakta ve insan da, varlığını sürdürmek için, bu kuvetlere kendını uyarlayarak onları egemenlik altına almak zorunda kalmaktadır. Bu sürecin sonucu, bir karşıtlıktır: bir yanda benlik vardır, maddi ve manevi dünyadaki her şeyi kendi varolma aracına dönüştürmenin dışında bütün içeriği ve özü boşaltılmış olan soyut ego; öbür yanda da sadece bir malzeme, egemen olunacak bir madde durumuna düşürülmüş ve bu egemenlikten başka bir amacı kalmamış boş bir doğa vardır. ✪