,

Olta

“Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür…”
Nâzım Hikmet


Olup bitene, mutlaka ‘sınıfsal’ bir gözle de bakmanın önemini ve gerekliliğini anlamam biraz zaman aldı. Böyleymiş. Sınıf düşüncesinden geçmeyen şarkılar biraz eksikmiş.

Böyle olmasına böyle de, Vertov’un Sine-göz’ü gibi her şeyi, yalnızca sınıfsal bir gözle izaha çalışmak ne denli isabetli olur: bana öyle geliyor ki ‘her şeyin felsefesi’, sınıf düşüncesi ölçüsünde ‘coğrafya’nın tayin ediciliğini de içermek zorunda. Çünkü insan, ‘ev’i kadar doğduğu iklimin de meyvesidir.

“Olta”, balık tutmanın en kitabî gereci ama tek değil. Onlarca farklı türü, yöntemi olmakla birlikte bazen ‘ağ’ olur balığı yakalamanın ereği, bazen bizatihi el’dir olta dediğin. Babamın doğup büyüdüğü köye gittiğimiz birkaç yaz gününde, köy çocuğu elinin bu işte ne denli mahir olduğunu gözlemlemiştim. Paçaları kıvrılmış pantolon ve çoğunlukla çorapsız giyilen lastik ayakkabıları ile ‘dere’ye giren çocuklar, suyun debisine kendisini kaptıran balıkları önce kunduz misali yaptığı sete çeker ve ürkekçe büyük taşların altına gizlenenleri elleriyle kıstırıp karaya fırlatırlar. Bunu, en eski zamanlardan kalma bir av sahnesini temrin ediyormuşum gibi izledim. (Derede yakalanan balık keyif için tutulur, çoğu zaman yenmez bile.) Bir iki taşın altını da ben yokladım ama yengecin makasını tattım ve geri durdum. Bunun olacağını tahmin eden köy çocukları için iyi bir eğlence olmuştu. Ama hiçbiri sudaki küçük yılanı tutmak için verdikleri kavga kadar şaşırtmadı: her zaman ve her şeyde olduğu gibi, sonunda, en güçlü olana kaldı yılanı tutma hakkı: başından yakaladı, elini yılanla birlikte havaya kaldırıp bir keyif narası attı ve en güçsüz gördüklerinden yana fırlattı yılanı. Bir iki korku ânından sonra başladılar yılanı ezmeye: öldüğünden emin olunmalıymış, yoksa intikam almaya gelir(ler)miş evlerine.

“Olta”, balık tutmanın en kitabî gereci ama tek değil. Onlarca farklı türü, yöntemi olmakla birlikte bazen ‘ağ’ olur balığı yakalamanın ereği, bazen bizatihi el’dir olta dediğin.

Bir de Melik var. Onu adıyla anmalıyım çünkü kan kardeşiydik, ilkgençliğimiz beraber geçti: çoğu iyi okullarda okumuş, ‘meslek sahibi’ abilerinin ama daha çok sekiz çocuklu babasının baskısı altında ezilmiş, daha on beşine gelmeden, değil kırk sekiz saat, “Doktor Murke’nin Suskunluk Külliyatı”na benzer bir ‘evden kaçma külliyatı’ biriktirmiş bir çocuk. (Bu kadarı Walter Benjamin için bile fazla! Belki Salinger…) Bir gün, Jack London’ın Dönek’te anlattığı Johnny gibi her şeyi ardında bırakıp gideceğini biliyordum. Ama bunu Johnny gibi ‘rahat bir hayırsever cömertliği ile’ değil, mutlaka bir şeyleri yıkarak, yok ederek yapacağını düşünüyordum.

Melik, ”hadi balığa gidelim” demişti bir gün. Nasıl, neyle? Her şeyi ayarlamıştı. Geceden, ikimiz için de birer olta yapmış: avuç içinde kavranabilecek bir çubuğu saran plastik bir ip ve –nereden bulduysa– belirli aralıklarla bağlanmış basit olta taşları. Bize ya da bana düşen, yalnızca kancaya takacağımız solucanları ayarlamak.

Minibüse binip baraj gölüne yakın köylerden birine gittik. Kanal boyunca yürüdük ve suyun göle vardığı çizgiye yakın bir yerde, nemli toprağı eşeleyip solucan topladık. Solucanları kancaya, kancayı suya… Bir saati geçse de oltadan ses gelmedi ama suyun insan bedenini bile sürükleyecek bir hızda aktığı bu kanalın ağzında balık olduğu konusunda ısrar ediyordu Melik. Derken o da razı oldu balık tutamayacağımıza ve eve gitmeden önce, hazır buraya kadar gelmişken suya girmeyi teklif etti. Yüzemediğimi biliyordu ama ”bir şey olmaz, seni tutarım” diye ısrar etti. ”Sen de girme” dememe rağmen dinlemedi, tek başına atladı suya. Üç metrelik beton kanalın karşı tarafına nispeten kolay geçti. Ama dönerken suya karşı koyamadı ve bir süre sürüklendi. Kanalın perdelerine, göle karışmaya yakın tutunabildi ancak. Biraz ürkmüş olsa da neşesi yerindeydi. ”İyi ki sen girmedin” demedi. Oltaları suya attık, solucanları toprağa… Dönüş yolunda sessizdik.

Sonraları daha seyrek görüşür olduk. Ortak arkadaşlarımız kalmamış gibiydi. Birkaç ay mı, bir yıl sonra mı, tam emin olamıyorum, Melik’in aynı gün içinde tanıdığı birkaç kişinin cep telefonunu, “bi telefon edicem” bahanesiyle ödünç alıp ortalıktan kaybolduğunu duydum. Bir daha görmedim kendisini, hakkında bir şey de işitmedim, sonunda gitmişti, gideceği belliydi… Birilerini de yanında götürmek ister miydi, emin olamıyorum. Bir vakit buna niyetlendiğini biliyorum ama.

Çocukluğunda, gençliğinde bir denizi, gölü ya da daha iyisi: bir adası olmuş kişilerin daha iyi bileceği (sadece deresi olmuşlar elendi), benim gibilerin ise ancak kitaplardan, filmlerden bir nebze sızabileceği hakikat şu ki, “oltaya takılan balık değil, kucakta çırpınan ölümdür.” Samih Rifat’ın o olağanüstü Ada’sından öğrendiğim şey budur. Oltanın ucundaki, çocukluğun unutulmaz ‘mutlu aile tablosu’nun parçalarını içerse bile bazen ölümdür, ama bazen de, Yves Robert’in 1958 tarihli Ni Vu, Ni Connu filminde ritim tutarak balıkları avlayan ‘düzen bozucu’ gariban Blaireau’nun hikâyesindeki gibi, nasip. ✪

Önceki

Derviş Han’ın Taş Bahçesi

Sonraki

İnsan, doğa ve egemenlik