“Boğazını kestiği halde hayata geri dönderilen bir adamı astılar. Onu intihar ettiği için astılar. Doktor onu bu şekilde asmanın imkansız olduğunu, gırtlağı açılıp oradan nefes alacağını söyledi. Ama onu dinlemediler ve adamı astılar. Boğazındaki yara hemen açıldı ve adam asılı olduğu halde nefes almaya devam ediyordu. Belediye Meclis üyelerinin soruna çözüm bulmak amacıyla toplanmaları zaman aldı. En nihayetinde üyeler toplandılar ve yaranın altını adam ölene kadar sıktılar. Sevgili Mary, ne çılgın bir toplum, ne budala bir uygarlık” (A. Alvarez- İntihar Kan Dökücü Tanrı)
İntihar, “öldürmeyeceksin” emrine dayanan Aziz Augustinus’un sayesinde suç haline dönüşür. Aziz Augustinus’un Hıristiyan dinini temellendirirken intihar edenleri ıssız bir yerde taşsız bir mezarı reva gören Platon’dan yararlanmış olması önemli etkenlerden biri kuşkusuz.
Augustinus’un sonradan Klise’nin resmi anlayaşı olacak olan Civitas Dei’sinde durum şöyle açıklanır; “Bizler ne olursa olsun hiçkimse gelip geçici sıkıntılardan kaçma bahanesiyle ve sonsuz sıkıntılar içine düşme pahasına kendiliğinden intihar etmemesi gerektiğini söylüyor, açıklıyor, ve doğruluyoruz. Hiçkimse başkasının günahı yüzünden kendini öldürmemeli bu çok büyük bir günah olur.”
İntiharın yasaklanmasının temelinde din olgusu bulunsa da yarıcılık sistemin gelişmesi intihara karşı artan baskının başka bir boyutu. 452’de Arles Konsili inthar eden kölenin sahibini zarara uğrattığı düşüncesiyle köle ve uşakların intiharını yasaklar.
533’te ise Orleans Konsili Aristoteles’i referans alırcasına intiharı Tanrı’ya, doğaya ve topluma karşı bir suç sayarak intiharı yasaklar. Sonrasında intiharın yasaklanması giderek yayınlaşır… Affedilen tek intihar delilerin intiharıdır. Ancak onun da bir şartı vardır; İntihar etmeden önce “düzgün” bir yaşam sürmüş olmak.
Artık intihar edenlerin bedeni aşağılık bir nesneye dönüşmüştür. Geçmişi karalanır, ailesi hor görülür ve toplumun vicdanın söküp atlır. Akılalmaz cezalar, uygulamalar sürer gider. Bu cezalar bölgeden bölgeye de değişirdi üstelik.
Örneğin Fransa’nın kimi bölgelerimde intihar eden kişinin cesedi pencereden çıkarılırdı. Metz’de ise intihar eden kişinin bölgeyi tanıdığı düşünülerek geri döner diye cesedin yüzü yere dönük bir şekilde eşiğin altından açılmış bir delikten çıkarılırdı. Daha sonra bir fıçıya konulur ve ırmağın akıntısına bırakılırdı. Fıçının akıntıda sürüklenmesini engelleyenler olur diye de “Tekmeleyin akıntıya doğru, bırakın gitsin. O bunu çoktan haketti.” yazılı bir tabale asılması da unutulmaz.
XIII yy Lili Belediyesi’nde cinsiyete göre ayrıcalıklar uygulanırdı. Erkekler bir ata bağlandıktan sonra darağacına kadar sürüklenerek götürülürken kadınların bedeni oracakta yakılırdı.
Zürih’te ise intiharın türüne göre cezalar vardır. Eğer bıçaklamaysa cesedin kafasına bir odun parçası saplanır, boğulmaysa su kenarına beş adım uzakta kuma gömülürdü. Düşmeyse başına, karnına ve ayaklarına büyükçe bir taş konularak bir dağın altına gömülürdü. İngiltere’de ise herkesin gelip geçtiği bir kavşağa gömülen ceset, göğsüne saplanan bir kazıkla toprağa çivilenirdi.
Her şey bu kadarla da bitmez! Başka bir konu daha vardır; İntihar eden kişin mallarına el konulması. Kimi yerlerde malların tamamı krala kalırken kimi yerlerde malın üçte birine el koyardı krallar…
Fransa’da “mallara el koyma hakkı” Fransız devrimiyle son bulurken bir dönem “İntihar Ülkesi” olarak anılan İngiltere’de ise 1870’lere kadar devam etti. İngiltere’de başarısız intihar girişimlerinde bulunanlara 1960 yılına kadar hapis cezası uygulanmaya devam ediliyordu.
Ortaçağ’da intihara karşı uygulanan cezalardaki farklılarda, eylemin biçimiyle birlikte intihar eden kişinin toplumsal kökeni de göz önünde tutulurdu. Ki bu yüzden her sınıftan intihar edenlere rastlansa da çoğunlukla köylüler cezalanırılırdı. Soyluların intiharı onurlu bir davranış olarak idealize edilirken köylüler bencillikle, korkaklıkla suçlanırdı. ✪